Gün geldi “Eşek Kardeş” (Bedenine bu adı vermişti) Aziz’e Şöyle yakındı: “Haksız yere suçlanıyorum.” John Bannister Tabb, “St. Francis”
Bu kitabın temel amaçlarından biri zihnin, beynin ve bedenin yeniden birleşmesidir. Bunu nasıl yapabileceğimizi almak için birbirlerinden nasıl ayrı düştüklerini hızlı bir şekilde anlatmak işimize yarayacaktır. Sözü fazla uzatmama gerek yok, zira zihin beden ayrımının tarihi oldukça iyi biliniyor. Ancak bu bölümü takip edecek konu için bağlam kurmak adına bir şeyler söylemem gerekiyor.
İnsan bedeni 2500 yıldır çok karmaşık duygular uyandırmakta. Tarihsel tutum üzerine yapacağımız bu kısa incelemeye Antik Yunan’dan başlarsak, onların insanoğluna bize kıyasla daha geniş kapsamlı baktıklarını düşünebiliriz. Örneğin uzun yıllar Uluslararası Olimpiyat Komitesi’nin başkanlığını yapan Avery Brundage, fiziksel güç ve zihinsel yeteneği eşit şekilde kutladıkları için Antik Yunan’ın “Altın Çağı’nı” methetmiştir. Kendisi “filozofların, oyun yazarlarının, şairlerin, heykeltıraşların ve sporcuların ortak zeminde buluştuklarını” öne sürmüştür. Platon’un bile başarılı bir atlet olduğu görüşünü ebedileştirmiştir: efsaneye göre Platon gençliğinde şampiyon bir güreşçiymiş.
Ancak gerçek daha bayağı ve daha muğlaktır. Egzersiz yap. mış olsa bile, Platomun sadece zaman zaman yerel spor salonunda vücut arasında var olan bu itibar eşitliği, yerini, MO beşinci yüzyılda fizikselliğe karşı duyulan daha genel bir küçümsemeye bırakmıştır. Filozof Ksenofanes’in epey hırçın bir üslupla kaleme aldığı şu cümleler söz konusu görüş değişimini yansıtır: “Bir adam güreş veya yumruklaşmada zafer kazanırsa, oyunlarda ona [yine] onur koltuğu verilecektir… ama o benim kadar değerli değildir. Benim bilgeliğim insanların ya da atların gücünden daha yücedir.
Ancak gerçek daha bayağı ve daha muğlaktır. Egzersiz yapmış olsa bile, Platomun sadece zaman zaman yerel spor salonunda vücut çalışmış olması daha muhtemeldir. Beden ve zekâ bilgeliğimden üstün olduğu gibi “orta sınıfların” tiyatroya gitmesi ve izledikleri oyunu akşam yemeği eşliğinde tartışması, bir güreş maçına zafer için haykırmalarından daha yaygın bir davranış haline gelmiştir.
Che’nin elleri neden kesildi, Faşizm bedenimizden ne istiyor? – Ercan Kesal
Entelektüel felsefenin yanı sıra eğlence ve estetiğe getirilen daha “rafine” bir yaklaşımın yükselişe geçmesiyle birlikte, (hem insan hem de hayvan) bedenlerin saf vahşiliğinin bilgelik ve zekâyla hiçbir ilgisi olamayacağı görüşü güçlendi, dolayısıyla Sokrates’in psyche dediği tamamen farklı ve fiziksel olmayan türden bir yetiye ihtiyaç duyuldu. (O zamana kadar psyche kelimesiyle nefes almanızı sağlayan o canlı dürtü kastediliyordu. Psyche başlarda “solumanızı” sağlayan ruhtu, daha sonra ilahi “esin” kaynağı haline geldi.) Kökeni efsanevi şair Orfe’ye dayandığı söylenen ve Orfzim olarak bilinen tesirli Yunan inanç sistemi, bedeni “ruhun mezarı” olarak tanımlıyordu ve insanları, ruhun esaretinden kurtulmaları ve gerçek hayatın başlangıcı olan ölümü dört gözle beklemeleri için teşvik ediyordu. Girit’te keşfedilen altın varaklı tablet, insanlara ölümden sonra tanışacakları yeraltı dünyası liderini nasıl selamlayacaklarını öğretiyordu. “Şimdi öldün ve var olmaya başladın, Ah üç kez mutlu olan sen, hem de aynı günde!” Neden üç kez mutlu? Bu kez de Sardinya, Olbia’da ortaya çıkan bir başka Orfik parçanın buna açıklama getirdiği keşfedildi. Basitçe “Hayat. Ölüm. Hayat. Gerçek” diyordu. Yaşadın, sonra öldün ve sonra yeniden doğarak gerçek hayata ulaştın, tabii fiziksel bedenini bir köşeye atılmış koza gibi geride bırakarak. Örfe (Orpheus) isminin (ve dolayısıyla günümüz İngilizcesinde öksüz anlamına gelen “orphan” kelimesinin) aynı şekilde “bir kenara atılmış” veya “terk edilmiş” anlamına gelen daha eski bir Yunanca kelimeden geldiği düşünülmektedir.
Beden kısa zamanda ruhun sadece lahdi değil, düşmanı olarak da görüldü. Aristoteles’in önerdiği eğitim sistemine göre, erkeklerin aynı yıl içerisinde hem fiziksel hem de zihinsel eğitim almasına izin verilmemeliydi, “zira bedene çaba harcatmak zekâya engel olduğundan” ve zekâ da aynı şekilde beden gelişimine engel olduğundan bu tür egzersizler birbirini doğal olarak etkisiz kılıyordu. MÖ ikinci yüzyılda ünlü bir hekim olan Galen bile “Muhakeme gücünden o kadar yoksunlar ki, beyinlerinin olup olmadığını bile bilmiyorlar. Asla mantıklı düşünemiyorlar; dilsiz hayvanlar gibi akılsızlar,” diyerek genç erkekleri sporcu olmaktan caydırmaya çalışıyordu. Fiziksel becerinin bir tür zekâ biçimi sayılabileceği fikri gülünç kılındı. Biçim olarak güzel, zindelik ve hüner bakımından takdire şayan mitolojik Adonis’te beden bulmuş genç yetişkin bir erkeğin “tanrısal” imgesi daha çok niş bir merak haline geldi. MS 345’te Romalı hicivci Juvenal tarafından dile kazandırılan sağlam kafa sağlam vücutta bulunur deyimi bile söz konusu iki tür sağlık arasında gerçek bir bağlantı kuramaz. Bu ifade insanların sahip olmak için dua ettikleri budalaca şeyler üzerine yürütülen bir tartışma bağlamında geçer, Juvenal bu konuda, mutlaka dua edecekseniz, sadece “hastalanmamak ve delirmemek için dua edin” der. Bu deyiş, 1861 ‘de John Hulley isimli biri tarafından gün ışığına çıkarılana dek ve asıl bağlamından uzaklaşarak yeni kurulan Liverpool Spor Kulübü’nün sloganı niteliğinde kullanılana dek pasif kalmıştır.
Bedeni kötülemek ve onu genel olarak evcilleştirilmesi gereken bir eğlence ve şımarıklık kaynağı olarak görmek, Hıristiyanlığın erken dönemlerinde benimsenen bir tavırdı. Aziz Pavlus bedeni “günahın vesilesi” olarak nitelendirdi ve Hınstıyanlara kendi yolundan “Kendi bedenimi yaralıyorum ve sahibin, tanımasını sağlıyorum gitmelerini öğütledi, zira ruhun şeytana uymasını önlemek ve onu bu sayede iyileştirmek yalnızca böyle bir disiplinle mümkündü. Aziz Francesco bedenini aşağılıyor ve ona Eşek Kardeş” ismiyle hitap ediyordu, bu sırada Ortaçağ Hınstıyanlığı, ise “tenden nefret” zaman, olarak karakterize ediliyordu Bu beden düşman, duyarlılığa karşı bir dizi direniş hareket, olmasına rağmen, on dokuzuncu yüzyılın ayrıcalıklı İngiliz devlet okullar, kurulana kadar, fiziksel ve zihinsel egzersizlerin sözde “adaleli Hıristiyanlık biçiminde aynı anda var olmasına izin verilmemişti. Aynı dönemde, Walter Pater gibi Oxford entelektüellerinin çalışmalarında (ve hayatlarında), genç ve atletik erkek vücuduna duyulan eşcinsel bir hayranlık cinsel olarak çekici Adonis yeniden yüzeye çıkıyordu.
Cemal Süreya Şiirinde Bedenin Yazınsallaşması: Beden İlgisi – Mehmet Selim Ergül
Yunan filozoflar “daha yüksek”, “daha iyi”, “daha soyut” ve “ebedi” arasındaki sıkı ortaklığı da teşvik etmişti. Bedenler sadece şımarık ve fevri olabildikleri için değil, aynı zamanda geçici (çünkü ölürler) ve deneyimin kontrol edilemeyen çamuruna bağımlı oldukları için de (çünkü yorulurlar, yaralanırlar ve soğuk algınlığına yakalanırlar) sakıncalıydı. O halde saflık ve güvenlik neredeydi? Platon’a göre, bunlar ebedi idelerin ve kavramların paralel ve soyut dünyasında bizim “Platonik” olarak adlandırdığımız dünyada yaşıyorlardı. Aşağıda işler bir hayli karmaşık ve çirkin bir hal alabilirdi… ama yukarıda, yani zorlukla ulaşılabilecek bir Cennet veya Cennet Bahçesi’nde yozlaşmanın ötesinde bir güzellik ve gerçek vardı. Dolayısıyla insanlar bu “gözyaşı diyarından” kurtulmak istiyorlarsa mantık, akıl ve teoloji alemlerinde çalışarak yukarıya ulaşmaya çabalamalıydılar. Nedensellik ve kutsallık birbirine bağlanmıştı. Görmek, tatmak ve (özellikle keyfi cinselliğin dışında kalan) dokunmak eylemlerini fazla dert etmemeleri, onun yerine inanmanın, dua etmenin, umut etmenin ve düşünmenin peşinde koşmaları gerekiyordu. Meşhur psikolog William James’in oldukça resmi bir şekilde ifade ettiği üzere, soyut kavramlar ve ilişkiler (tıpkı matematikte olduğu gibi) ahlaki değerleri ifade eder ve dolayısıyla:
Felsefede [ve kamusal hayatta] alimlerin tanrıvari, haysiyetli ve onurlu olarak [gördüğü] evrenseller bilgisini, bizi daha çok hayvanlarla özdeşleştiren görece aşağılık detay ve duygularla karşılaştırma eğilimi ortaya çıkmıştır.
İnsan kafası fiziksel olarak cinsel organlardan, anüsten ve ayaklardan yukarıda yer aldığı için (en azından ayaktayken ve dua ederken), “cennet” de mekânsal olarak “cehennemin” üzerinde yer alıyordu. Yukarısı iyi ile özdeşleştirildi, dolayısıyla ne kadar yukarı o kadar iyiydi; aşağısıysa talihsizlikle özdeşleştirildi. Arabalar ve ilişkiler sadece bozulmakla kalmaz, aynı zamanda yıkılır, para kaybettiğimizde borsa düşer ve şansımız tersine döner. Aşağısı yukarıya göre daha basittir; sıradan ve bayağıdır. Ayrıca aşağısı bir de pislikle özdeşleştirilir ayaklar toz, yerler bok olur, nereye bastığına dikkat et! dolayısıyla yukarısı parlak, aydınlık, saf ve uhrevi hale gelir. Başınız cennete yakın olduğu için ruhunuzun yaşadığı yerdir. Ruh ve ayak tabanı zıt kutuplarda yer alır. Nazik düşünce ve hassasiyetler için tek takdir edilen, bazen zihin olarak da adlandırdığımız karmaşık ruh olmuştur. Ruhun ve zihnin birbirinden ayrıldığı noktalarda, zihin orijinal psyche’m ussal veya “bilişsel” işlevlerini elinde tutma eğilimi gösterirken, ruh da daha manevi veya ilahi yönlerin sorumluluğunu üstlenmiştir. Bilimin yokluğunda, böyle hayaletvari unsurlar özgürce tomurcuklanabiliyor.
Avrupa’da zihni bedenden tamamen ayırmayı başaran kişinin Rene Descartes olduğunu düşünülür. Onun gözünde, “beden kavramında zihne ait olan hiçbir şey bulunmadığı ve zihinde de bedene ait hiçbir şeyin olmadığı” açıktır.9 İnsan beyni aslında o kadar da çekici değildir. Birinin kafasının üst kısmını kesip açtığınızda göreceğiniz şey tuhaf bir biçimde, hiç de etkili olmayan, durağan, gri kahverengi süngerimsi bir etten oluşan 1,3 kilo ağırlığında buruşuk bir kütledir. Bundan yaklaşık yüz yıl önce beyne bakan biri, bu mat organın gerçekten de zeki olabileceğini kelimenin tam anlamıyla düşünemezdi. Aynı şekilde, bedenin kendisiyle meşgul olduğu nefes alma, sindirim, kasların kasılması gibi “temizlik” süreçleri “zeki” olarak nitelendirilmesi İçin yeterli değildi. Ayaklar düşünemez, gözyaşları karar alamazdı. Dönemin araştırmacılarının elinde bedene ve beyne inanılmaz girift ve dinamik bir bütün olarak bakmanın hiçbir yolu olmadığından, bedenleşmiş bir zekâdan söz etmek onlar için anlam ifade etmeyecekti.
Bedenin küçümsenmesi ve hatta eti yerin dibine batırmaya” yönelik verilen tavsiyeler sadece Avrupalılara veya Hıristiyanlara ait bir fikir elbette değildir. Dünya dinlerinin büyük bir kısmında beden, ruhsal ve entelektüel ilerlemenin önünde bir engel olarak görülür. Opus Dei Katolikleri, kalçalarını acı veren metal iplerle bağlamaya bugün bile devam etmektedir, bunun yanı sıra kendini benzer şekilde cezalandırma uygulamaları Budistler ve Hindular arasında da görülür. Hinduizmde örneğin, oldukça yüksek bir sesle “Ben, beden değilim” diye bağırılır, aynı şekilde Budizmin farklı biçimlerinde de bu uygulama vardır. Budistler genel olarak bedeni ve özel olarak da iç organları ve ifrazatları tiksinti nesneleri olarak görür. Üstelik, bedenin duygusal daha kapsamlı ifade edecek olursak duyusal zevklerini “aydınlanmanın” önündeki tehlikeli engeller olarak görürler.
Beden konusunda Hıristiyanlığa oranla daha az düşmanca bir yaklaşıma sahip olmasına rağmen, İslamın da içeride olup bitenlere ve içeriden çıkanlara karşı bir tiksinti duyduğu görülür. Sadece idrar ve dışkının değil, kan ve meninin de cünüp olduğu düşünülür, dolayısıyla abdest alınması buyurulur. Yahudilik bu eğilime kısmi bir istisna teşkil eder. Beden ve ruh birbirinden ayrı olarak görülmeye devam etse de ruhani yolculuğun amacı ruhların nihai ayrılığı değil, birleşimidir. Beden kendi kutsallığına sahiptir, ki bu da Yahudiliğin cinselliğe yönelik daha pozitif bir yaklaşım benimsemesini açıklar. Örneğin haham ve Kabala geleneklerine göre, cinsel ilişkiye girmek için en uygun zaman fiziksel ve ruhsal zevkin bütünleşebildiği Şabat’tır. “Kutsal Mektup” adında Ortaçağ’dan kalma bir Yahudi denemesi dokunma duyusunu aşağılayan her türlü felsefi ve dini yaklaşıma açık bir şekilde karşı çıkmaktadır. Metinde cinselliğin kutsal olduğu, çünkü “bir olmanın sırrını açığa çıkardığı ve onayladığı” öne sürülmüştür.
Bedeni küçümsemenin kolay olmasının nedenlerinden biri de epey gizemli olmasıdır. Beden dışarıdan bakan bilinçli farkındalık gözüne (veya “ben’e”) pek bir şey belli etmez, zira gözler farkındalığı büyük ölçüde sağlayan araçların ta kendisidir. Kulağınızı beyninize (veya başka bir kulağa) uzattığınızda hiçbir ses duymazsınız. Bir gözü veya onunla ilişkili görsel zarı kesip açtığınızda içeride herhangi bir film gösterimiyle karşılaşmazsınız. Bedenler genel olarak bir hayli karanlık ve sessizdir. Gözler kendilerini göremez; “süreçleri” başka şeyleri gördükleri sırada çözülür. Kulaklarımızın duyduğunu duyamayız (tabii kulak çınlamasından mustarip değilsek); sadece kulağın bize sunduğu sesleri duyabiliriz.
Bilinçli farkındalığın da kendine özgü sınırları vardır. Mesela, çok hızlı değişen şeyleri yakalayamaz. Filmin ve floresan ışığın titreşimini fark edemeyiz ve içimizde olup biten pek çok şey gözümüzün görebileceğinden çok daha hızlı bir şekilde olup biter. Gözümüz her saniyede birkaç kez sıçrama yapsa da bu sıçramaların farkında olmak hiçbir işe yaramaz. Bizler dünyadaki önemli değişimlerin kendiliğinden öne çıkacağı güzel, istikrarlı bir arka plan “görmek” isteriz. Aygıtlarda meydana gelecek değişikliklere dikkat etmek için yaratılmamışız. Projektörden ziyade filmi izleriz. Descartes’ın öne sürdüğünün aksine, düşüncelerimizi gözlemlemekte bile başarılı değiliz; düşüncelerimizle o kadar çok ilgileniyoruz ki sırtlarına atlayıp dörtnala uzaklaşıyor, dolayısıyla geriye çekilerek atı izlemekten aciz kalıyoruz. Beden beynimiz bilincin farkında olduğu ürünler yaratsa bile, süreçleri sessiz ve görünmez kalmaya devam eder. Bu yüzden bedenimizi hafife aldığımıza şaşmamak gerek. Bunun sebebi, bedenin basit olması değil, tam tersidir. Sorun, bedenin karmaşıklığının farkına varmanın inanılmaz zor olmasıdır. Bu nedenle, bilime ihtiyaç duyarız.
Beden-Zekanın Özü
Yazar: Guy Claxton
Çevirmen: Damla Tanla Kurt | Yayınevi : The Kitap