Babür Pınar ile Sanat ve Sanatçı Üzerine… Söyleşi: Fikret Başkaya

112

Fikret Başkaya : İstersen sanat ve sanatcı kavramıyla başlayalım.  Zanaatçı ile sanatçı arasındaki ayırımın mânâ ve mâhiyeti nedir? Z’nin yerini S’nin alması [Türkiye’de] ne ifade ediyor? Güzel Sanatlar tanımı [ İşte resim, heykel…vb.] bir dizi estetik faaliyeti dışarda bırakan Avrupa-merkezli bir ayrım değil mi? Mesela Van’da gördüğüm muhteşem bir kilim sanat tanımını hak etmiyor mu?.veya bir bakır ustasının o güzelim ürünleri… Sana göre bir ‘ürünü’ sanat tanımına sokmanın kriteri nedir?
Babür Pınar : Zanaat ile Sanat arasında çok ince bir ayrım var. Bir ibrik, su taşımak, sıvı maddenin saklanması amacıyla ve kullanım gereksinimine bağlı olarak üretilir, dolayısıyla ibriğin biçimi, ibriğin işlevi tarafından sınırlandırılır. İbriği yapan usta, tutamak ve su akma ağzı yapmak zorundadır. Bu zorunluluk onun yaratım özgürlüğünü kısıtlar; onu standarda bağlar. 

İnsanın yaşamsal ihtiyaçlarını karşılayan araçlar, doğrudan gereksinimi giderme aracı olduğu için sade ve estetik kaygı duyulmaksızın yapılır. Hiç de gereksinimle ilgili olmayan, doğrudan artistik isteme bağlı olarak ibriğin elemanları biçimlendirilirse; örneğin tutamak aslan başı biçiminde işlenirse ya da ibrik ağzı bir kuğu formunda biçimlendirilse ya da ibriğin üzerine resim yapılırsa bu nesne bir sanat ürünü taşıyıcısı olur. Böyle bir sanatsal taşıyıcı vasfı olmayan; sadece ibrik olan bir nesnenin; antik bir değeri olabilir ama; bu antik vasıf o nesneye, sanat eseri olarak algılanması anlamında bir değer katmaz. Bir halı ya da kilim içinde aynı şey söylenebilir. Kilim ve halı maddi bir gereksinimdir. Ancak bu gereksinimi karşılama dışında halının üzerine bir resim işleniyorsa; kilimin kendisi değil ama üzerine işlenen motifin, resmin sanat değeri vardır. Ve kilim bu motif nedeniyle, maddi bir gereksinime karşılık gelme değeri üzerine artı bir artistik değer kazanır. Kuşkusuz zanaatçı, yaratım sürecinde, ürünün gereksinim elemanı olmasının sınırlayıcı niteliği tarafından kuşatılmış bir durumda üretim yapar, bu süreçte esas olan insanın maddi gereksinimidir. Gereksinim, talep edenin maddi yaşam ilişkilerine doğrudan bağlıdır. Örneğin bir mimar, yapının işlevine bağlı sınırlamanın yanında, yapı elemanlarının statik durumu ile de sınırlanmış bir halde üretim sürecine girer. Ancak barınma gereksinimiyle hiç ilgisi olmayan, içinde yaşayan insanın estetik kaygılarına tabi olarak binanın sütunlarının ya da kolonlarının işlenmesi, tavanın, duvarların resimle bezenmesi sanatsal eylemi işin içine katar ve o yapı sanat eserinin taşıyıcısı vasfına kavuşur. Ki bu işlem çoğu zaman mimari üretim süreci dışında kalır. Bu üretim sürecinde yer alan bir ressam, maddi, statik kaygı ve sınırlandırmadan bağımsızdır. Onun güdülerini şekillendiren, zihinsel üretim sürecine ve yaratım eylemine yön veren; toplumun estetik beğenileri, düşünce tarzı ve toplumsal kimliğini, toplumsal duruşunu içselleştirmiş kendi yaratım yetisidir. Bir ressamı mimardan ayıran temel öğe; bu iki bireyin yaratım ve zihinsel kurgu eylemlerini yönlendiren etkenlerin birbirinden farklı fenomenler olmasıdır. Ek olarak belirtmem gerekirse; Sanatsal taşıyıcı vasfı olmayan antik bir yapı; bu yapı içerisinde barınan insanın ve toplumun sanatı konusunda değil, yaşam tarzı ve üretim ilişkileri hakkında bilgi veren bir nesnedir. Ancak bu ayrım insanın yaratma yeteneğine ilişkin bir ayrım değildir. Üretimin sonucu olan her ürün aslında bir yaratımdır. Yaratım konusunda bir ressam ya da edebiyatçı, insanın yaşamsal gereksinimini karşılayan bir ürünün yaratıcısından “üstün” ya da” eksik” değildir. Ayrım noktası yaratılan ürünün birinin insanın maddi gereksinimi karşılamak için, diğerinin ise insanın ruhsal haz gereksinimini karşılamak için yaratılmış olmasıdır.

Tuval yapımı sanat değildir. Ancak tuval üzerine yapılan resim sanat yapıtıdır. Bir binanın sütunlarının ya da duvarlarının resimlenmesi o binayı sanat eseri yapmaz. Ya da bir sanat eserinin sergilendiği galeri sanat eseri değildir. Mimari tasarımı sanat eserinin sergilenmesine uygun biçimlenmiş bir yapıdır galeri. Ya da bir tiyatro binası veya sinema yapıtının sergilendiği salon, bu işlevine uygun biçimlendirilmiş yapıdır ve bu yapının tasarımı da bu sürecin bütünleyenidir. Tiyatro binası, temsilin sergilendiği mekandır ve bu anlamda bu mekan mimarlık ve mühendislik yapıtıdır; sanat yapıtı değil. Dolayısıyla mimarın tasarım süreci, sınırları ve içeriği tanımlanmış bir yapıtın yaratım sürecidir. Mimari tasarım; tasarlanan yapının içerisinde barınacak insanın kullanımına sunulan elemanların konumlanışına doğrudan bağlıdır. Diyebiliriz ki; tasarımcı, formsal açıdan özgür değildir; özgürlüğü, tasarımın amacı tarafından sınırlandırılır.

Yaşamın bir anını belgelemek amacıyla çekilen fotoğraf, olduğu haliyle bir sanat ürünü değildir. Yaşamsal bir gereksinim olmasa da fotoğraf yaşamsal gereksinimin yan öğesidir. Modern insanın yaşam gereksinimleri listesine eklenmiştir fotoğraf . Ancak fotoğrafçı, bu türden bir gereksinime dayanmaksızın, entelektüel haz gereksinimini gidermek amacıyla, insanı ve doğal çevresini estetik öğelere yaslanarak fotoğraflıyorsa ve estetik kaygıları, ürünün ortaya çıkma sürecinin her aşamasında taşıyorsa, bunu eserine yansıtıyorsa; bu yaratım eylemini sanat olarak adlandırırız.

Bir örnek daha vermek gerekiyor: yazı yazmak ve düşüncelerini, bireyin düşsel dünyasındaki yolculuğunu yazılı metne dönüştürmek; yazıya aktarma biçimlerini ve yöntemini bilmeyi gerektiren bir eylemdir. Ancak her yazı yazmak eylemi, sanat (edebiyat) değildir olamaz da. Öncelikle yazıya dökülen düşüncenin oluşum sürecinde, kurgusal yaratı başat yer almalıdır. Kuşkusuz düşünceler toplumsal ilişkilerin yansımasıdır çoğu zaman ama, toplumsal ilişkilerin yansıması süreci, yaratıcının düşsel yolculuğunun unsurlarıyla bezenmelidir. Yaratıcının estetik kaygıları bu sürecin başat öğesi olmalıdır. Ve yazıya aktarım sürecinde de estetik kurallarının uygulanması gereklidir. Doğrudur; toplumsal bir durumun politik, felsefi anlatımı ya da bilimsel bir bulgunun yazılı aktarımında da ifade biçimlerinin iyi kullanılması gereklidir. Konunun özünü bozmayacak, zedelemeyecek, gölgelemeyecek, aksine güçlendirecek dozda estetiğin, “aktarma eylemine” sokulması konunun daha dikkatli izlenmesini sağlar. Bu, konunun anlaşılması için gereklidir. Örneğin bir matematik probleminin ya da siyasi, iktisadi, ideolojik bir sorunun aktarımda, anlatım tekniklerinin iyi kullanılması; sorunun anlaşılması açısından önemlidir. Ama insanın maddi yaşamının ortaya çıkardığı gereksinim temelinde üretilen anlatımlar sanat ürünü değildir: Sanat ürününün doğrudan insanın entelektüel var oluş haliyle ilgisi vardır. Sanat eseri; yaşamsal, maddi gereksinim nedeniyle üretilmez. Doğrudan bireyin entelektüel faaliyetiyle ilişkilidir. Sanat yapıtı, maddi gereksinimi karşılanmış insanın, ruhsal haz gereksinimine karşılık gelen yaratma eyleminin ürünüdür.

Sanat eylemi, insanın yavan ve monoton yaşantısını renklendirir. Sanat sade yemeğe ekilen baharattır.

Bireyin maddi gereksinimi karşılayan ürünün niteliği ile, bireyin düşünsel gereksinimine karşılık gelen sanat ürününün niteliğini birbirinden ayıran ana faktör; bu iki farklı ürünün üretilme gerekçeleridir. Ancak ikinci aşamada bireyin düşünsel gereksinimi için, estetik kaygılar taşıyarak üretilen ürünler, bu kaygıyı taşımaksızın, üretilen ürünlerden, tasarımlardan (felsefi, siyasi, ideolojik, iktisadi, bilimsel, yapısal kurgu ve teorik ürünlerden) ayrılır. Kuşkusuz her iki tarz üretimde; düşünsel ve tinsel eylemin aracı ve sonucu olduğu için birbirini içerik ve biçim açısından etkilese de, bu iki alan birbirinden ayrı durur; bu iki özerk alanda gerçekleştirilen eylemin ve ürünün yapısı da birbirinden farklıdır.

Tüm yaratım süreçleri birbirini tamamlar ve tüm alanlara ilişkin yaratım yeteneği edinilebilir. Kilim dokuyan bir insan, resim de yapabilir; bu ek bir çalışma gerektirir. Sanatçılar “olağanüstü” yeteneğe sahip insanlar değildir. Benim asıl vurgulamak istediğim nokta; Çoğu sosyalist sanatçı da dahil, tüm sanatçılar; sanat yetisinin “özel” kişilere has bir vasıf olduğunu savunmalarıdır. Oysa sanat yetisi edinilebilir bir vasıftır. Üretim ilişkilerinin belirlediği ve sınırladığı ölçüde insanın belli yaratım alanlarına yönelmesi ve bu nedenle yöneldiği yaratım eylemine ilişkin yetisinin gelişmesi; diğer alanlara ilişkin yetisinin körelmesini de beraberinde getirir. Bireyin zaman ve gücünü daha yoğun verdiği alana ilişkin yaratım yetisinin gelişmesi kaçınılmazdır.

“Güzel Sanat” kavramı, somut durumun üzerini örten, sanatın gerçekliğinin doğru kavranmasını önleyici, kafa karışıklığı yaratan bir tanımlamadır. Farklı Sanat alanları ve bu alanlara ait farklı kurallar ve akımlar vardır. Bazı sanat disiplinlerini öne çıkarıp, “güzel” derseniz diğer alanlara ait ürünleri “kötü” diye nitelendirmiş olursunuz. Oysa tüm sanat disiplinleri “estetik” kaygıları öne alır. Bu anlamda sanatın tüm alanlarında sanatçı varolanı soyutlayarak yeniden biçimler ve “güzel” kılar. “Güzel Sanat ” kavramı; sanat alanları arasında da “kendi uğraşı alanını” üstün olarak nitelendiren, ve kaynağı doğrudan Avrupa merkezli, elitçi, ötekileri küçümseyici anlayışa oturan uydurma tanımlamadır.

FİKRET BAŞKAYA: 2. Bizzat sanatcı söz konusu olduğunda. sanatçı’nın geçimini sağlamasıyla estetik etkinliğini gerçekleştirmesi sorunu var. Sanatçının ürettiği eser, aynı zamanda onun yaşamasının da aracı olmalı mı? Olabilir mi? Tarihsel süreçte bu sorun nasıl gündeme geldi? Mesela Leonardo da Vinci…Bu bakımdan kapitalizm öncesi dönemde ve kapitalist çağda sanatçı ne durumda…

BABÜR PINAR: Bir işçi yaşamını idame ettirmek için emeğini satmak zorundadır. Aynı şekilde, sanatçının kendi eserini, yaşamsal kaynaklara ulaşmak için satar. Egemen sistemin ideolojik politik görüşünü içselleştirmiş sanatçı için, eserini geçim araçlarına sahip olmak amacıyla satmasında bir sakınca yoktur. Çünkü burjuva sanatçı, görüşlerini benimsediği sisteme angaje olmuş durumdadır. Kaldı ki kapitalist pazar, meta olan sanat eserini içerisine çeker. İdeolojik yüklenimi burjuva olan sanatçının, eserini satma eylemi onun vasfını değiştirici bir rol oynamaz aksine onun burjuva vasfını belirginleştirir. Eserin kapitalist pazara girmesi durumunda, kendisini egemen sınıfın muhalifi sayan ve sanatın “özgür” olmasını savunan sanatçılar açısından bir tehlike söz konusudur. Sanat eserinin yaratıcısı başlangıçta “özgür” olabilir. Ancak eserin meta olarak sanatçının yaşamsal gereksinimini karşılayacak duruma gelme süreci, sanatçıyı, eseri talep edenin, arzularına, kültürüne ve dünyayı algılama tarzına yakınlaştırır. Süreç içerisinde sanatçı, pazar için üretirken, aç kalma ihtimalinin zorlayıcı baskısı ile; eserin muhtemel alıcısının beklentilerini dikkate alır.

Sanatçı içinde yaşadığı toplumdan, hatta diğer toplumlardan bağımsız değildir. Birey toplumsal ilişkilerin (sınıfsal ilişkilerin) üzerine oturan ideolojik ve siyasi ilişkilerden kaçınılmaz olarak etkilenir. Egemen sınıfın düşünceleri o toplumun egemen düşüncelerdir. Egemen sınıfın ideolojik, siyasi kuşatmasına karşı durmak zordur. Sanatçı eserini yaşamının aracı haline getirirse; iktisadi baskı doğrudan yaratım sürecine müdahil olur. Dolayısıyla siyasi ve ideolojik egemenliğe karşı duruş zayıflar.

Diğer yandan, sanat eseri üretiminin düşünce alanıyla doğrudan ilintili olması, sanatçıya maddi yaşam faaliyetinden nisbi bağımsız davranma olanağı sağlar ve giderek bu bağımsızlık, maddi yaşam faaliyetinden tamamen kopuk bir durummuş gibi görünmeye başlar. Ama bu bağımsızlık aslında zahiridir. Estetik kaygıların ve düşünsel üretim gereksiniminin ortaya çıkmasında rol oynayan insan bilincinin, topluma egemen olan üretim ilişkileri tarafından biçimlendirmesi nedeniyle; sanatçı eserini yaratırken bağımlıdır.

Feodal toplumlarda, sanatçılar yaşam kaynaklarını elde etmek için feodal beylere angaje olmuş ve feodal sistemin hizmet eri konumuna gelmiştir. Sanatçı sarayın ve şatonun “özel” adamıdır. Sanatçı doğrudan soyluların hayat tarzına bağlıdır , dolayısıyla zevklerine hitap etmek zorundadır. Aynı şey Kapitalist sistemde de geçerlidir. Bir farkla, kapitalist sistemde sanatçı; işçi gibi, pazarda “özgürdür”. Ancak pazar ilişkisi sanatçıyı eserini talep eden servet sahibi sınıfın arzularının kölesi haline getirir. İdeolojik ve siyasi olarak sınıfsal bir kopuşu gerçekleştiremeyen ve eserini, geçim kaygısıyla kapitalist pazarın unsuru haline getiren sanatçılar özgürlüklerini de yitirir.

F.B. : 3. Kapitalizm bir meta uygarlığı ama metalaşmanın sıçrama yaptığı dönemler var. Şimdilerde öyle bir dönemi yaşıyoruz. Bu süreçte sanatçının kendi varlık nedenini inkâr etmeden varolmayı başarması mümkün mü? Nasıl mümkün olabilir…

B.P : Kuşkusuz sanatçının egemen sınıftan bağımsız olabilmesi mümkündür; ama bunun için öncelikle, egemen sınıftan, ideolojik ve siyasi alanda devrimci bir kopuş yaşaması gereklidir. Bu da yetmez, eserini egemen piyasa ilişkisinden uzak tutmalıdır. Sosyalist bir sanatçı eserini, “geçim” kaynaklarının aracı haline getirmemelidir. Ancak bu halde, sosyalist sanatçı yaratım sürecinde “özgür” olabilir. Bu aynı zamanda egemen sınıfla çatışma halindeki siyasi hareketlerin yanlış duruşları karşısında da göreceli “özgür” olabilmenin ön koşuludur. Bu durumda, yaşamını idame ettirmek için sanatçının başka bir işte çalışması gerekecektir. Kuşkusuz bu sanat eseri yaratma zamanının azalması demektir. Pazar için sıradan eserler yaratmak yerine; az ama, pazara köleliğin cenderesinden kurtulmuş bilinçle gerçek anlamda düşüncelerinin ifadesi olacak eserler yaratmak, sosyalist sanatçının tercihi olmalıdır.

F.B. : 4. Şimdilerde kavram külliyen dejenere olmuş durumda. Sanki sanat eseriyle deterjan veya Coca-Cola arasındaki ayrım silikleşmiş gibi…

B. P. : Günümüzün toplumsal ilişkileri, kapitalizmin ilk dönemine ait ilişkilerden epeyce farklılıklar gösteriyor. Genel anlamda emperyalizm döneminde sanatçılar, sınıfsal farklılıkların keskinleşmesine paralel olarak ayrıştılar. Bazı sanatçılar artık, asgari yaşam gereksinimlerini karşılamak için eserini satmakla yetinmiyor. Emperyalist kapitalizm her alanda olduğu gibi bilim ve sanat alanında da, profesyonelleşmeyi, uzmanlaşmayı ve hatta kurumlaşmayı getirdi. Artık profesyonel sanatçılar, eğitimciler, bilgi satıcılar ve bilim adamları var ve bu insanlar ürünleri karşılığında standart dışı bir yaşam sürdürme olanaklarına kavuştular. Sanatçı, eğitimci, bilim adamı, avukat, mimar, kapitalist pazarın bilgi satıcıları olarak, toplumsal statü sahibi oldular. Bu aynı zaman da sanatçıların her türlü metanın kitlelere ulaştırılmasında da rol almasını ifade ediyor. Bir içeceğin, pazarda daha fazla alıcı bulması için, içecek olma özelliğinin yanısıra insana ruhsal tatmin sağlayan araç olarak angaje edilmesi gerekiyor. Bu noktada sanat rol alıyor. Ressam, şair, müzisyen, artist, yazar, yaratıcı yeteneğini, içeceğin daha fazla alıcı bulması için kullanıyor. Sanatsal yaratıcılık, deterjan, giysi, yiyecek satışını artıran güce dönüşüyor.

Ürün pazarlaması dışında sanat yaratıcılığı, Kapitalist ideolojinin ve siyasasının “insanlık için” iyi bir şey gibi sunulmasının ambalajı oluyor. Yani sanat aynı zamanda, kapitalizmin emekçilere sunduğu hayatın; istisnai kötülüklerden arındırılabilirse “güzel” ve çekilebilir olabileceğine ilişkin yanılsamayı yaratır. Sanat, kapitalist siyasanın estetize edilerek pazarlanmasında rol alıyor. Bu durumda sanat, sınıflı toplumun emekçi sınıflara yüklediği acılı hayatın sürdürülebilir ve katlanılır olmasını sağlayan “din” oluyor.

F.B. : 5. Mal satmanın, kâr etmenin, insanları alıklaştırıp-aldatmanın aracı haline gelmiş şimdiki ‘sanatçı’ çoğunluğuyla, gerçekten sanatçıetiğine uygun davranabilenler arasındaki ayrım nasıl yapılabilir… Bakıyorsun adam-/kadın bir reklamdan diğerine, bir diziden diğerine koşuyor ama sanatçılar liginde ön sıralarda sayılıyor, performansının kriteri ‘çok sattırması…ve müthiş bir teveccüh konusu… Bu durumun teşhir edilmesi gerekli de bunu yapmanın araçları ne olabilir…

B.P. : Sanat yaratıcılığı metalaştığı ölçüde sıradanlaşıyor. Kapitalist sistemin bir unsuru olan sanatın, ideolojik taşıyıcılık yükümlülüğünü yerine getirmesi için, gereken şey; sanatçının ikonlaştırılmasıdır. Bu durumda “yarı peygamber” sanatçının kitleleri etkileme katsayısı artar. Sanatçının ikonlaştırılması için de sanat eserinin insanlara ulaşma araçlarından yararlanması gerekir. Ki bu kapitalist pazarın görevidir. Bu durumda yanlızca eser değil; sanatçının kendisi de tüketilmeye hazır bir meta olur. Bir anda ortaya çıkan ve görevini tamamladıktan sonra sönen yıldızlar, sıradan bir tüketim nesnesidir artık. Kendisi de metalaşan sanatçı, bir tüketim nesnesi olarak o günkü,dönemsel ihtiyacı karşıladığı oranda var olur. Gücünü yitirdiği anda, çöplüğe atılır; terkedilir, unutulur. Yerine yenileri konur.

Yapıtın ve sanatçının tüketim nesnesi olarak pazarda “iyi” yer tutması; toplumun büyük çoğunluğunun egemen ideolojiyi benimsemiş olmasına bağlıdır. İdeolojik ve siyasi araçlarla alıklaştırılmış toplumun ruhunu uçuran bir kanat olduğu oranda, sanat eseri toplum tarafından benimsenir. Büyük çoğunluğun maddi yoksunluğu ve zamansızlığı ölçüsünde eser de basit ve kolay algılanabilir ve elde edilebilir olduğu ölçü de kitleselleşir. Alıklaştırılmış bir toplum; alıklığına karşılık gelecek ürünü daha çabuk benimser. Dolayısıyla geniş çoğunluk tarafından satınalınarak tüketilecek eser de basit ve fasondur. Çoğu sanat eserine, emekçi sınıflar isteseler de ulaşamazlar. Onların gücü ancak, sanat eserinin kopyalarına ulaşmaya yeterlidir. Ulaştığı eserler de emekçinin çekilmez hayatının ağrılarını dindirecek afyon tada sahip eserlerdir. Basit ve kolay algılabilir ve ulaşılabilir sanat ürünleri; arabesk şarkılar, ağrılı türküler ve melodram tarzı filmlerdir. Toplumsal çoğunluğun bu talebi pazarda yankısını bulur ve kapitalist pazar bu talebi karşılamak için; “damardan” eserleri emekçilere sunar.

“Modern” ve “kaliteli” olarak adlandırılan sanat eseri; burjuvazinin “maddi doymuşluğu” üzerine oturan haz gereksinimini karşılaması için kendine alıkoyduğu üründür. Bu sanat ürünleri öncelikle haz vericidirler, daha önemlisi bu sanat ürünleri “bir” tanedir, Bu vasfı nedeniyle bu eserlere ulaşmak varsıllığı gerektirir. Dolayısıyla bu eserleri servet hanesine eklemek, burjuvaziye bir toplumsal statü kazandırır. Eseri satın alan burjuvalar, eseri yaratan sanatçılar nezdinde velinimet olarak “erdemli” katına çıkarılır. Tersi de doğrudur. Bu eserleri üreten sanatçılar; burjuva sınıfın takdirini kazanan yarı peygamber ilan edilirler. Kuşkusuz bu sanatçıların “ilah” ilan edilmeleri, gerçek anlamda emekçi sınıflar katında geçerlidir. Ezilen çoğunluğun “özel ” saydığı sanatçılar; burjuvaların, devlet bürokrasisinin ve generallerin huzurunda bellerine kadar eğilerek yer alırlar.

Kapitalist pazarın ahlakı neyse; tüm burjuva sanatçıları bağlayan ahlak da odur. Bu ahlakın tek ölçütü vardır; kendisine daha iyi yaşam olanakları sağlayacak şöhret ve servet. Kapitalist pazarın kurallarına, burjuva sanat da sıkı sıkıya bağlıdır. Sanatçı bu pazarda varolma savaşı verirken her türlü dalavereye bulaşır. Kendi varlığına yabancılaşan sanatçı, kolaylıkla kitleleri aldatmanın ideolojik araçlarından biri olur.

Öncelikle bu durumun teşhiri önemlidir.

İnsanın ruhsal tatmin gereksinimi karşılamak için yarattığı ürünün sanat eseri olduğu açıktır. Eserin ve yaratıcısının metalaşması, ürünü sanat kılan vasfını değiştirmez. Sanat eserinin metalaşması onun sanat değerini yoketmez. O halde teşhir edilmesi gereken sanatçının egemen sınıfın iktidarının sürdürülmesinde nasıl rol aldığıdır.

F.B . : 6. Kendine ‘sanatçı’ diyen ama nerdeyse ortalama bir kapitalist kadar zengin ve dünyaya bir kapitalist gibi bakan insanlar var… Bu kavram kargaşasının ve kirlenmenin teşhir edilmesi gerekiyor. Sana göre bunun yöntem ve araçları ne olabilir…

B.P. : Burjuva sanatçılar artık hizmetlerinin karşılığını, eskiye nazaran daha fazla almaktadırlar. Artık burjuva sanatçı, ölmeden önce, eserini satarak servet sahibi olma olanaklarına sahip. Sanat iktisadi sektör haline geldi. Resim, sinema, tiyatro, edebiyat, heykel doğrudan iktisadi alanının bir unsuru oldu. Sanatın metalaşma süreci; bu alanda üretimin yoğunlaşmasını da hızlandırdı. Sanat eserine talebin artması, eser sahibinin yaşam standartlarını yükseltecek ölçüde servet sahibi olmasını sağladı. Sanatçının vasfını belirleyen, bu süreçte aldığı roldür. Kapitalist pazarın bir oyuncusu olan sanatçının burjuva gibi düşünmesi; olaylara bu gözle bakması kaçınılmazıdır. Ancak burada bir şeye açıklık getirmek gerekir. Sanatçının dünyaya bakışı doğrudan kapitalist pazarla ilişkisine ve ilgisine bağlıdır. Yoksul bir sanatçı da üretimini pazar için gerçekleştiriyorsa ve pazarla ilgili ise dünyaya bakışı burjuvacadır. İsyanı ve eleştirisi kapitalizme değil; pazara dahil edilmediğine ve bu şansın kendisine verilmediğinedir. Birçok Asi ve aykırı muhalif sanatçının; kapitalist pazarda yer edindikten sonra öfkeli haykırışının bir munis kedi miyavlamasına dönüştüğü görülmektedir. Bu sanatçılar aynı zamanda “eski” düşüncelerini doğrudan terketmemektedirler ve eski kavramların içini yeni tanımlamalarla doldurmaktadırlar. Kavram kargaşası bu noktada ortaya çıkıyor. Tanımlaması çok kolay yapılabilen ve açıklanabilen eylemler dolaşık, anlaşılmaz anlatımlarla içinden çıkılmaz hale getiriliyor. Bireyin, eylemini ve düşüncesini bir örtü altında gizleyerek ifade etme ihtiyacı kavram kargaşasını ve anlaşılmazlığı yaratır. Kavram kargaşası toplumsal bilinç yanılsamasını besleyen bir durumdur. Ve ivedilikle bu duruma karşı durulmalıdır. İnsanlık tarihi boyunca sınıflı toplumun hizmetine giren felsefeciler, siyasiler, sanat teorisyenleri tarafından ortaya konulmuş her kavram ve tanım egemenliği kutsayıcı rengi içerisinde barındırır. Bu yüzden her kavram ve tanım devrimci eleştirel kuşkuyu haketmektedir. Devrimci eleştirel bir tutumla tüm kavramlar yeniden ele alınarak açıklanmalıdır.

F.B. : 7. Gerçek bir sol muhalefet/hareketi estetik faaliyetin metalaşması, paralılaşması, soysuzlaşması karşısında nasıl bir yaklaşıma sahip olabilir/ veya olmalıdır?

B.P. : Sosyalist muhalefet, tüm sorunlara olduğu gibi sanatsal alana bakışını da gerçek anlamda gözden geçirmelidir. Sosyalistler, burjuva sol muhalefetin olmazsa olmazı olan kavram ve eylemleri gözden geçirmeli ve farklılığını kalın çizgilerle belirlemelidir. Kuşkusuz bu, sosyalistler, burjuva demokratlarla birlikte yürümesinler demek değildir. Sosyalistler ancak kendi ilkelerini belirledikleri ve diğer sol muhalefet güçleri ile aralarındaki ayrım çizgisini kalın çizgilerle belirledikleri oranda, yürüyüşün yönünün gerçek kurtuluşa çevrilmesine öncülük edebilirler.

Sosyalist sanatçılar öncelikle, kapitalist pazardan kopmalıdır. Bunun için; sanat ürünleri geçim kaynağı olmamalıdır. Sanat ürünlerinin “getirisi” yeni ürünlerin yaratılması için kullanılabilir ve bunun için özel organizasyonlar yapılabilir.

Sosyalist gerçekçi sanatçının ilk düsturu, burjuva değerlerden kopuşu ve burjuva pazardan uzak duruşu gerçekleştirmek olmalıdır. Halkın yerleşik, egemenliği kutsayıcı, boyuneğici vasfını yansıtan değerlerinin burjuva değerler olduğu gerçeğinden hareketle sosyalist gerçekçi sanatçı “halkın değerlerine” karşı körü körüne bağlılık ve zaafla yaklaşmaktan uzak durmalıdır. Sosyalist sanatçılar inkarcılığa düşmeden, bugüne kadar yaratılmış sanat ürünlerinin insanlığın değeri olduğunun kabulü üzerinden hareketle, bu sanat eserlerinin de; kapitalistler tarafından gasb edilmiş tüm değerler gibi burjuvazinin elinden alınarak halkın kullanımına sunulmasını ilke edinmelidirler. Ve en önemlisi burjuva elitçiliğe karşı çıkmak gereklidir. Sanat özel uzmanlık alanı olmaktan çıkarılarak tüm insanların gerçekleştirebileceği bir eylem olmasının olanakları yaratılmalıdır. Sosyalizm, insanların tümünün sanat yapma olanaklarına kavuşmasını sağlayacak bir toplumsal düzenleme olmalıdır. Tam da bu nokta da belirlemek önemli; Burjuva, küçük burjuva sanatçılar, “sanatçı” olmanın “üstün” yaratıcılık gerektirdiği iddiasıyla, sanat eserini herkesin yaratamayacağını söylüyorlar. Bu elitçi yaklaşımla da “öteki” sanatçılara tepeden bakarak onları yok saymak istiyorlar. Sosyalistler bu elitçi yaklaşımdan uzak durmadırlar. Burjuva düzenin idolü olma yarışında rekabet şansını artırmak için, kendi sanat eserleri dışındaki sanat eserlerini yok saymak, burjuva sanatçılara has bir davranıştır. Maddi ve entelektüel olanaklar sunulursa, her insanın sanat yaratımını gerçekleştirmesi mümkündür. Sanatçıyı “özel ve kutsal yaratıcı” ilan etmek, sınıflı toplumun ayrımcılığını onaylamak anlamına gelir. Sosyalistler bu ince tuzağa düştükler taktirde; küçük burjuva kirliliğine bulaşırlar.

F.B. : 8. Sanat, genel olarak estetik etkinlik neden var? Çünkü insan sıradanlığın, tekdüzeliğin, monotonluğun, bayağılığın ötesine geçmek istiyor, hayata bir anlam, bir güzellik katmak istiyor da ondan. Velhasıl insan yaşamı estetize etmek, güzelleştirmek istiyor. O zaman sanat herkes için gereklidir demektir. Başka türlü ifade edersek, bir uzmanlık alanı ve ayıcalık olmaktan çıkarılması gerekiyor. “Sayın seyirci” olmaktan çıkmanın yolu bir kültür devrimiyle mümkün. Herkes tiyatro yapabilir, bir filmde oynayabilir, bir müzik aleti çalabilir, resim yapabilir, vb. Öyleyse bu günün kapitalist toplumunda geçerli her türlü sosyal/kültürel hiyerarşinin, her türlü ayrımın ve ayrımcılığın aşılması durumunda estetik faaliyetin her birey tarafından içselleştirilmesi olanaklı hale gelebilir. Bu konuda neler söylemek istersin?

B.P. : Tüm insanların yaşamında estetik yer almalıdır. Tekdüzelik ve monotonluğu aşmak isteyen insanın hayatını sanat güzel kılmalıdır. Kapitalizm buna karşı değil; ancak bir şartla; sanat dışsal bir olgu olarak insanların yaşamlarına sokulmalı diyor burjuvazi. Çünkü sanat çoğunluk için dışsal bir olgu olarak kaldıkça, kapitalist pazarın bir unsuru olabilir. Ve elbette ki özel uzmanlık gerektiren bir eylem olması da sanat eserinin pazar değerini artıracaktır. Bu savunu sanatçıların ve kapitalistlerin kârınadır. Çünkü herkesin sanat eylemini içselleştirdiği bir toplumda; sanat eseri pazar için cazibesini kaybedecektir. Herkesin resim, heykel yaptığı, şiir söylediği, şarkı bestelediği, saz çaldığı, filmde oynadığı bir yerde, “özel” sanatçılar olmayacağı için, meta vasfını da yitirecektir sanatçı ve eseri. İşte o zaman İnsanlar seyirci olma hastalığından kurtulacaklardır. İnsan sanat eylemini içselleştirdikçe gerçek anlamda yaşamına lezzet katabilir. Sanat eyleminin içselleştirilmesi her insanın sanat eyleminin içerisinde bifiil olmasıyla gerçekleşecektir. Bu mümkündür.

Bu noktada bir vurgu yapmak gerekiyor; Çoğu sosyalist sanatçı; mücadele içerisinde sanatın alacağı rolün önemi ve gücünü doğru olarak belirlerken; sanat eyleminin “özel” bir yaratıcılık olduğu savını da genel bir doğru olarak saydılar ve kabullendiler. Oysa sorunun can alıcı noktası sanatın “özel” olmaktan çıkarılarak “genel” hale getirilmesidir. Sanatın “genel” kılınması; sanat ürünlerinin tüm insanların seyrine açık hale getirilmesi değil; tüm insanların sanat eylemini gerçekleştirmesidir. Sosyalizmin yükümlülüklerinden biri de tüm insanların sanat eylemini gerçekleştirme olanaklarını yaratmak ve yaygınlaştırmaktır.

F.B. : 9. Önümüzdeki dönemde sanat ve sanatçıya dair ufukta görünen ne?

B.P. : Kapitalist pazarın etkisinin yoğunlaştığı bir dönemdeyiz. Topluma ait her değer alınır satılır duruma geldi. Din açısından kutsal ilan edilen değerler dahi meta haline geldi. Kutsal kitapların parasal bir değeri var. Ezan ve dua dahi cami imamı tarafından ücret karşılığı okunuyor. Dinsel değerler yalnızca pazarın değil egemen siyasanın da kullanılabilir değeri oldu. Dinsel değerlerin mali ve siyasi alanın argümanları oluşu; bu yolla geçimin sağlayan şeyhlerin, üfürükçülerin ve medyumların çoğalmasına yolaçtı. Sanatçılar da paraya tapınma noktasına geldi. Sanat ürünlerinin geçim kaynağı olması, sanat şeyhlerini, üfürükçülerini, pezevenklerini yarattı. Her alanda olduğu gibi sanat alanında da “kimin eli kimin cebinde belli değil” durumu yaşanmaktadır. Kuşkusuz özel olarak Türkiye de bu durumun tetikleyicisi olarak 12 eylül askeri rejimini görmek gerekiyor. Toplumsal muhalefetin “ilerletici” vasfı, sanatçıları etkileme gücünü de içerisinde barındırır. Bu vasfın kırılması ile birlikte toplumsal dayanağını yitiren ilerici sanatçılar da, birey olarak burjuva pazarın baskısı karşısında boyuneğer. Bu durum 12 eylül sonrası yoğun olarak yaşandı. Pazara karşı direnen sanatçı sayısı azaldı. Bugün demokrat, ilerici olduğunu söyleyen sanatçılar dahi burjuva pazarın esiri olmuş ve “eski” yaratıcı gücünü yitirmiştir.

Dünya’da ve Türkiye de kapitalist sisteme karşı toplumsal, sınıfsal muhalefetin etkileyici gücünün artmasına bağlı olarak sanatçıların da, burjuva pazardan uzaklaşma gücüne ulaşabileceklerine inanıyorum. Ki bu olmayacak bir şey değildir.

F.B. : 10. Bizzat kapitalizmin mantığı sanata ve sanatçıya karşı değil mi? O halde kapitalizmin aşılmasını dert etmeyen ama sürece “uyum sağlamayı” yeterli sayan bir yaklaşım hakkında neler söylemek istersin?

B.P. : Kapitalizm sanata ve sanatçıya karşı değil; yanılsamalı bilince sahip toplumun bu halinin devamını sağlama eyleminde rol almak istemeyen sanatçıya karşı. İnsanın, kapitalizmin nesnesi olmasını reddeden sanatçıya karşı. Binyıllardır belleklere kazınan; “sınıflı toplum, doğanın varolması gibi kaçınılmaz ve mutlaktır” düşüncesine karşı duran ve sanat eylemini bu tavırla sürdüren sanatçılar kapitalizm tarafından “düzen bozucu” “ yıkıcı” olarak adlandırılıyor ve lanetleniyor. Yani burjuvazi kendi sınıfsal egemenliğinin etki alanından çıkan ve egemenliğin değerlerinden kopan sanatçıya karşı. Bu noktada sanatçıya özel vurgu yapmamın nedeni var. Sanat eseri sanatçıdan uzaklaşan bir ürün olduğu ve yazgısı tamamıyle sanatçının elinde olmadığı için sanatçının duruşunun tersine farklı bir akibete gidebilir. Kuşkusuz eserin niteliği değişmez; ancak eser pazarın bir unsuru haline gelebilir. Bu durumda, burjuvazi için bu eser de kabul edilebilir (alınır satılır) bir konum alır.

Meta haline getirebildiği ölçüde; özgürlük değerine sahip sanatçıların eserlerini dahi pazarlayacak kadar gözü kar hırsı bürümüştür kapitalistin. Kapitalist pazarda değer bulacak her şey burjuvazi için “iyi” ve “kullanılabilir” şeydir. Kapitalist pazarda değer bulmayan eser “kötü” dür ve hatta sanat eseri değildir.

Pragmatik bir yaklaşımla, “sürece uyum sağlamanın” anlamı; üretilen eserin kapitalist pazara uygun vasıflarda üretilmesidir. Ki kapitalistler de bu uyumu istemektedirler. Sürece uyum sağlayayak, kapitalist pazarla uzlaşan sanatçı özgürlüğünü yitirir. Genel bir uyumun sağlandığı ortamda; güçlü olan ötekini kullanır ve onu kendi hizmetine sokar. Bazı sözde “sosyalist” sanatçılar burjuvaziyi “kullanarak” yaşamlarını idame ettirdiklerini söylerken; nerede oturduklarını görmememiz için özel gayret gösteriyorlar. Bu bayların “burjuva sanatçıların özgür olmadığını ama kendilerinin özgür ve sosyalist olduklarını söylemeleri büyük bir yalandır.

F.B. : 11. Sanatla ilgilenmenin bir ‘ayrıcalık’ veya ‘uzmanlık’ konusu olmaktan çıkarılması gerekmiyor mu? İnkârcılığa düşmeden bu soruna yaklaşım nasıl olablir?

B.P. : Bir tüketici olarak belli bir düzeyde ve kısıtlı olsa da sanatla ilgilenmek her zaman mümkündür Kapitalist Pazar ve Pazar için üreten sanatçılar da sanata ilginin yoğunlaşması için gereken gayreti gösteriyor. Ama asıl olan, eser üreticisi olarak herkesin sanat alanında yerini almasıdır. Bu mümkündür. Bu ilişki üretim sisteminin bu ilişkiyi sağlayacak biçimde yeniden şekillendirilmesinden geçiyor. Yani bunun için öncelikle kapitalizmden kurtuluş şart.

Her bireyin sanat eseri üretimi yapabileceği savına öncelikle sanatçılar karşı çıkıyorlar; (ki çoğu sosyalist sanatçı da bu karşı duruşu benimsiyor) Çünkü herkesin sanatsal yaratıcılığını geliştirmesi; sanat alanının da “uzmanlığın” sönmesi anlamına gelir ki; bu durum, ekmeğini, statüsünü sanatçı olmakla edinmiş insanların saltanatının yıkılması demektir. Hiçbir burjuva, küçük burjuva sanatçı, yarı peygamberlik ve elit vasfının elinden alınmasına rıza göstermez. Diğer yandan herkesin sanat eseri üretmesi; sanatın meta değerini düşürecektir. Sanat eseri kapitalist pazarda cazibesini yitirdikçe ve her bireyin ulaşabileceği bir eylem oldukça “özgürleşecektir. Herkesin sanatsal faaliyeti içerisinde olduğu bir yerde; sanat eseri “özel” önem kazanamayacaktır. Bu durumda, her insan yaşam ilişkilerinin estetik forma ulaşmasını sağlayacak ürünü kendi üretecek, bu üretim sürecinde kendini de “güzelliği” içselleştirmiş olarak yeniden yaratacaktır. Ve insan, ürününü diğer insanlarla paylaşma olanağını ve gücünü elinde bulundurmanın keyfini yaşayacaktır.

Her şeyin metalaştırıldığı bir toplumda bu ilişkinin gerçekleşmesinin zor olduğu açıktır. Ancak Pazarın ve sanatçıların ayak diremesine karşın, herkesin sanat eseri üretebilme yeteneğine sahip olduğu gerçeği açıklanmalıdır. Ben, sanat faaliyetinin insan yaşamı için önemli ve yararlı olduğunu ve insanın sanatla ilişkisini doğrudan sağlayacak siyasi, iktisadi, ideolojik olanakların sağlanması için sosyalizmin gerekli olduğunu savunuyorum. Sanatı ve sanatçıyı kitlelerden ayrı bir yere koyan anlayışın sosyalizmle bağdaşmıyacağına inanıyorum. Sanata sınıflı toplumun sağladığı statünün sönmesi ise, sanatın herkes tarafından gerçekleştirilebilir bir eylem olmasını sağlamakla mümkün olacaktır.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz