Hikâyeyi belki Pazar Postası ite başlatmak gerekiyor. İlk sayısı 4 Şubat 1951’de, yani Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “tarihin bu acayip dönemeç yeri, bu her türlü rüzgârın birbirine karıştığı bir anafor noktası” dediği bir dönemde, 1950’de CHP’nin seçimleri kaybetmesinden sonra yayınlanmış. Dergiyi Kemalist bürokrasinin kendisini, bu koşullara uyarlama çabalarından bîri olarak değerlendirmek mümkün. Birinci sayfa yazar; olmayı sürdürecek olan Falih Rıfkı Atay’ın “Savaşımız” başlıklı birinci sayı yazısı, derginin üstlendiği misyonun kapsamı hakkında daha net bir fikir sağlayabilir: “Bizde her şey, din bile, politikaya âlet edilmektedir. Halbuki politika kendisi fikre âlet edilmekle, memleketin işine yarar. Politika için politika, ileri, zengin ve güvenliği yerinde memleketler için bir lükstür. Geri, yoksul ve güvenliği yerinde olmayan memleketlerde ise, bilinerek veya şuursuzca olduğuna göre, cinayetle intihar arasında vasıflandırmak lâzımdır.” Falih Rıfkı’nın yazısı bir çağrı niteliğinde; bir yandan CHP’yi “karakterlilelerin ve prensip adamlarının bütün kadrolarına hâkim olduğu siyasî bir kuruluş tekâmülüne erme“ye çağırırken, bir yandan da aydınları “idare”yi yeniden ele geçirmek üzere CHP etrafında toparlanmaya çağırıyor.
İlk yayınlandığında edebiyata ve genel olarak kültüre ayırdığı sayfalara rağmen Pazar Postası’nın bu alanda büyük bir iddiası yok gibidir. Gerçi Nurullah Ataç birinci sayıdan itibaren “Okuruma Mektuplar“! yayınlamaya başlar ama onun derginin bünyesinde bir “şöhret” olarak yer aldığı, derginin edebiyat politikasını belirlemede tayin edici bir rol oynamadığı anlaşılıyor. Pazar Postası’nda ilk yayınlanan telif şiir Yusuf Mardin’indir. Yusuf Mardin yalnız şiir yazmakla kalmaz; 9. sayıda “kıymetli şair Mehmet Çakırtaş“ın, 12. sayıda ise Tosun Bayraktaroğu’nun kitaplarını tanıtır; Tosun Bayraktaroğlu 18. sayıda Yusuf Mardin ve “Göyceli”den (?) sonra Pazar Postas’ında şiiri yayınlanan üçüncü Türk şairi olur. Ancak Pazar Postası daha sonra yayınlanacak kimi magazinler gibi, kalitesizliğe de angaje değildir. Yusuf Mardin’in yazılarının yanında Salah Birselin “Şiir Üzerine Düşünceleri” de yer alır, Muzaffer Tayyip Uslu’nun şiirleri de ve gelecekteki gelişmeler açısından belki de en önemlisi, Can Yücel’in Dylan Thomas, Auden ve Eliot çevirileri de.
Dönüm noktasının 1956 olduğu söylenebilir. 15 Nisan sayısında, birinci sayfanın manşeti “Kurtuluş Yolu Solculuktur” du. Bir sonraki sayıda, artık derginin ortasını işgal etmekte olan Sanat ve Edebiyat sayfalarının dibinde küçük bir not yer alır: “Ataç Pazar Postası ile ilişiğini kesmiştir. Okurlarımıza bildiririz.” Bundan böyle eskiden Ataç’ın yazısının yer aldığı köşede, bîr süre, dönüşümlü olarak İhami Soysal ve Muzaffer Erdost’un yazıları yer alacak, çok geçmeden imzalar iyice çeşitlenecektir.
Örneğin 3 Haziran sayısında köşede yer alan yazı Ahmet Oktay’ındır; yazının hemen yanıbaşında ise Cemal Süreya’nın “Kanto” şiiri vardır. Yaklaşık 3 ay sonra Ece Ayhan ve Turgut Uyar da katılırlar Pazar Postası’ına. Artık dergi, adının bugüne kalmasını sağlayacak “II. Yeni’nîn beşiği olma” nitelemesine kavuşmak üzeredir.
Oysa, 1956’da ve daha sonra dergide yer alacak imzalardan çok azı bugün hâlâ II. Yeni akımı bağlamında anılıyorlar: Tektaş Ağaoğlu, Talip Apaydın, Doğan Avcıoğlu, Ece Ayhan, İlhan Berk, Asım Bezirci, Muzaffer Buyrukçu, Hüseyin Cöntürk, Tevfik Çavdar, Asaf Çiyiltepe, Orhan Duru, Ferit Edgü, Muzaffer Erdost, Yılmaz Güney, Yılmaz Gruda, Tarık Dursun K., Metin Eloğlu,Ceyhun Atıf Kansu, Bilge Karasu, Sezai Karakoç, A. Korkut (Korkut Boratav), Ahmet Oktay, Erdal Öz, Demir Özlü, Özdemir Nutku, İihami Soysal, Güner Sümer, Cemal Süreya, Ülkü Tamer, Turgut Uyar, Can Yücel.
O halde iki soru sormak gerekiyor: Barındırdığı bu heterojen ve dinamik nüfusa rağmen Pazar Postası bugün niçin öncelikle II Yeni’nin adıyla anılıyor? Ve çok daha zor olan ikinci soru: 1970’e kadar, şöyle ya da böyle ama bir şekilde sürdürülmeye çalışılacak olan bu büyük buluşmanın sırrı, tılsımı neydi?
II. Yeni’yi yalnızca merkezinde Edip Cansever, Cemal Süreya ve Turgut Uyar’ın durduğu bir şiir akımı olarak değil, daha çok gerçekleşmemiş bir imkânın adı olarak yorumlarsak, belki iki soruyu birden yanıtlamak mümkün olabilir. Geçmişte, bir şiir akımı olarak II. Yeni’yi eleştirenler, maddeci bir tarih görüşüne bağlı olduklarını iddia ettiklerinde bile, yorum, açıklama ve eleştirilerini sözkonusu şiirin politikayla, sözgelimi DP döneminin baskıcı uygulamaları ile ilişkisine dayandırdılar. Oysa 1950’ler sıradan insanların gündelik hayatlarını alt üst etmekte olan maddî dönüşümlerin, politik kerteden kaynaklanan etkileri kat kat aştığı bir dönemdi. Belki bunun en çarpıcı göstergesi 1950’lerin, şehre göçün ve dolayısıyla mülksüzleşmenin, sonraki yıllarla bile karşılaştırılamayacak bir ivme kazandığı dönem olmasıydı. Ancak bu dönemde şehirleşme yeni bir imkân, yeni bir ufuk vaat etmekten çok bir “vasıfsızlaşma” anlamına geliyordu,Vasıfsızlaşma, yani aynı zamanda o güne kadar itaati, denetlenebilir olmayı mümkün kılmış olan özelliklerden de arınma…
Turgut Uyar (1927-1985)
“Beni bir gün bir yerde bulurlar” diyor birisi
sağında
gazetesi solunda bir ağustos bahçesi
göğsünde
dünyayla ilişkisi darmadağınık saçma sapan toz
Bir rengi noktası olarak kabul ettiğimiz 1956’dan sonra yazılmış olan edebiyatı önemli kılanın da benzer bir başarı olduğu, bir tür “zincirlerinden boşanma“yı temsil ettiği söylenebilir. Ama yaratılan ses, bir geleceğe işaret etmekten çok, bastırılmış olanın geri dönüşüne hizmet ediyordu.
Bir şiir akımı olmasına rağmen, II. Yeni’.nin Türk edebiyatındaki öncülleri arandığında, yönelinmesi gereken ilk isim bir hikâyecininki, Sait Faik’inki… Öldüğü yıl (1954) yayınlanan Alemdağ’da Var Bir Yılan’da Sait Faik, dili ve öyküyü kırma, parçalama tarzıyla II. Yeni ile aynı iklimde barınmaya başlamıştır bile. Eğer bu son kitap olmasaydı, resmî edebiyat tarihlerinin Sait Faik’i değerlendirme tarzlarını deşifre etmek (ve dolayısıyla II. Yeni’nin “anlamsız” edebiyatı ile onun arasındaki ilişkiyi kurmak) çok daha güç olabilirdi. Çünkü ilk kitaplarında Sait Faik yine de içerilebilir bir unsurmuş gibi görünmeye gayret eder. “Birinci Cumhuriyetin baskı aygıtlarının, o baskıyı bilfiil uygulamakta olanların dışındaki kesimleri de içerebilecekmiş gibi, böylesi bir içermeyi mümkün kılacak bir ideoloji varmış gibi davranır; resmî ideolojinin dilini zorlamadan, onun sınırlarını genişletecek bir hümanizm varmış gibi yapar. Alemdağ’da Var Bir Y ilan’ım koyu ve karanlık diline, parçalanmış yapısına varana kadar…
Bu mirası ondan Ece Ayhan, Edip Cansever ve Bilge Karasu devraldılar. Kuşkusuz söyleyiş düzeyinde değil, daha çok bir cüret düzeyinde… Gerçi bu cüret edebiyat düzeyinde de bazı dayanaklardan yoksun değildi. Ece Ayhan’ın deyişiyle, Sait Faik “alaylı“ydı, dışarlıklıydı; dile, o güne kadar ifade imkânı verilmemiş, edebiyat dışı bırakılmış insanları, hayatları seferber ederek müdahale ediyordu. Ama II. Savaş ertesinde, resmî ideolojiden beslenen edebiyat “mekteplileri” de tatmin edememeye başlamıştı. Garip çıkışının devralınmış “şairane” ligi teşhir etmesiyle, edebiyat geleneği kendi içinden de kırılmıştı. Garip, şiiri diriltebilecek kaynağa, sıradan insanın somut yaşantısına işaret etmişti. Gerçi Orhan Veli’nin erken ölümü (ve dolayısıyla kahramanlarştırılmasi, ehlîleştirilmesi) Garip’in dilinin de yeni bir resmiyete dönüşmesi tehlikesini yarattı ama Oktay Rıfat ve Melih Cevdet Türkçe’yi, bir somutluğun, kendi yaşanmış somutluklarının dili haline getirmek uğruna giriştikleri uğraşı, II. Yeni’ye çok da uzak olmayan biçimler aracılığıyla sürdürdüler. Bir Ece Ayhan’la, bir Edip Cansever’le kıyaslandığında işleri, bir bakıma, daha zordu.
II. Yeni’ciler tam da bastırılmış, dilsiz bırakılmış olduğu için bakir kalmış bir hayatın sesini yakalamaya çalışıyorlardı; oysa Oktay Rıfat ve Melih Cevdet için, edebiyat geleneği ve resmî ideoloji tarafından bir şekilde tarif ve tahrif edilmiş hayatın berisindeki hakikati yakalamaktı sorun. Belki bu yüzden onlar Pazar Postası’ndaki büyük buluşmanın taraflarından biri olmadılar; U. Yeni ile ancak yeni bir ses, yeni bir dünya perspektifinin artık görülebilmeye başlandığı 1960’dan sonra, Yeni Dergi’de buluşabildiler.
“Bastırılmış olanın geri dönüşü” demiştik. Pazar Postası çevresindeki buluşmayı mümkün kılan kişilerden birinin, Muzaffer Erdost’un deyişiyle “bu ayrılıkların biraraya geldiği ve yeni bir birliğin oluşmasının çekirdeğinin de içinde filizlendiği” bu ortamın kurucu unsurlarından biri, o güne kadar görünmez kılınmış ve yok olmakta olan bir azınlık hayatının sağladığı imkânlardıysa; bir diğeri de, 30 küsur yıllık bir baskı tarihine rağmen, kendilerini Türkçe aracılığıyla ifade etmeyi başarabilen Kürt aydınlarıydı. Gerçi ne Yaşar Kemal ne de Ahmed Arif Pazar Postası dendiğinde ilk akla gelen isimlerden, ama Yılmaz Güney ilk hikâyelerini Pazar Postası’nda yayınlamış. Dahası Halkın Dostları 1970’de II. Yenici şairleri gerici ilan ederek, anlatmaya çalıştığımız hikâyeyi sona erdirecek olan çıkışını yaptığında Ahmed Arif derginin kendisine yönelttiği iltifatları reddedecek, Halkın Dostları’na Cemal Süreya’nın sözlerine gönderme yaparak cevap verecekti.
Artık birinci soruya, bu dinamik ortam içersinde ön plana çıkanın, ortama damgasını vuranın neden II. Yeni olduğu sorusuna bir cevap vermeyi deneyebiliriz. Devraldıkları geleneklerdeki bütün çeşitliliğe karşın II. Yenici şairleri birleştiren ve sık sık öznelcilikle suçlanmalarına yol açacak olan tavır, somut, tekil ve maddî olanın şiirin) kurma konusundaki kararlılıklarıydı. Merkezî devletin iktidar sorunu çevresinde şekillenmiş ve bu yüzden de (tekil bazı çıkışlar dışında) hep genelleştirici, bütünleyici ve normatif olagelmiş Türk edebiyat geleneğindeki bu kopuş, edebiyata ilk kez kendi bilincine varma,kendi özgüllüğünü kurma imkânını verdi.
Cemal Süreya (1931-1990)
Ölüyorum tanrım
bu da oldu işte
her ölüm erken
ölümdür
biliyorum tanrım
ama ayrıca aldığın şu
hayat
fena değildir
üstü kalsın.
Pazar Postası’nm orta sayfalarında bu imkân gerçeklik kazanırken, birinci sayfada da “Niçin Sosyalizmde Israr Ediyoruz?” diye manşetler atılmaya devam ediyordu. Başlangıçta aydınları CHP çevresinde kenetlenmeye çağırmak için çıkarılmış olan dergi, evrimi içersinde bir yandan ilk kez mevcut kutuplaşmaların dışında, edebiyatın kendine özgü varlık alanını keşfeden yazarların yayın organı haline gelirken, bir yandan da politikaya mevcut kutuplaşmaları aşacak bir özneyi çağıran bir ideolojinin (derginin çıkışında taşıdığı devletçiliğin yol açtığı deformasyonlarla da olsa) propagandasını yapmaya başlamıştı.
Ancak aralarındaki bu “ünsiyef“e rağmen, gücünü tekil ve maddî olanın, kavramsallaştırılmamış olanın sesi olmaktan alan yeni edebiyatın, herhangi bir dünya tasarımıyla, ideolojiyle, politikayla kuracağı ilişkinin sorunlu bir nitelik taşıması kaçınılmazdı.
Sorunu kendi terimlerimizle anlatmaya çalışmaktansa,ilk kez Pazar Postası’nm ilk ve orta sayfaları arasında ortaya çıkan gerilimin, her şeye rağmen, aynı biçimler içersinde korunabilmiş, yaratıcı bir biçimde sürdürülebilmiş olduğu yaklaşık 15 yıllık dönemin sona ermek üzere olduğu bir sırada, Mayıs 1969’da Cemal Süreya’nın yazmış olduğu bir yazıya başvuralım: “Doğa ahlâkı kovuyor. Nerde bir ahlak türemişse orda doğayla ahlâk çatışma halinde. Sanatı doğuran mutlaka bu çatışmadır demiyoruz. Ama sanatı besleyen kaynakların başında hep bu çatışma gelmiştir. Doğa sanatla kurulu düzene başkaldırıyor. (…) Bugün şiirin bir ucu toplumsal plânda insanın kavgasını, haklarını kolluyor. Bu onun çekirdeğinde ahlâkî bir kaygı olduğundan değil, belki kurulu düzene aykırılık niteliği ağır bastığından oluyor. Çünkü insan haklarındaki ilkeler daha yürürlükte değil. Çünkü o ilkeler kurulu düzenle çatışma halinde. Ama onların bir gün toplumlarda geniş olarak uygulandığını, kurulu düzen içinde kaynaşarak onun ayrılmaz bir parçası haline geldiğini düşünelim. O zaman şiir kollamıyacak artık onları. Yeni değerler adına, yeni bir devrimci yönseme adına, karşı çıkacak belki de onlara. Şiirsel gerilimin dairesi yeniden kurulacak. (…) Hiç bir zaman bir toplumdaki ahlâk ve hukuk düzeninin kişioğlunun doğasına tam uygun olduğu görülemez. Daha uygun olabilir, çok daha uygun olabilir, çok uygun olabilir, ama tam uygun olduğu görülemez (…) kişioğlunun doğasına iyice bitişik olan şiir o ahlâkla, o hukukla sürekli çatışma durumundadır. (…) Evet, şiir insan doğasına iyice bitişiktir.
Şiirsel yetenek düşünceyi kapsayan, ama onu yer yer aşan bir nitelik gösterir; yukardan, aklın bol pencereli odasında güneşlenirken, aşağıdan, vücudun, yan! doğanın kandamarlı, karanlık, karmakarışık sokaklarında dolaşır, sularında yıkanır, ölülerini sever, hayvanlarını önüne katıp denize götürür. Düzyazı, biz nasıl düşünüyorsak öyledir. Şiir, biz nasılsak öyle.” (“Şiir ve Devrim”,Papirüs, sayı 35)
Kuşkusuz, bunlar 1950’lerde Pazar Postası’nda daha söylenemeyecek, ancak aradan geçen yaklaşık 15 yıllık deneyimden sonra, o deneyim üzerine formüle edilmiş olgun görüşler. Yazının başında sorduğumuz ikinci soruya dönelim: Sosyalizan bir propaganda ile kendisine resmiyetin dışında bir dil kurabilen edebî bir hareketlenmenin buluşmasının, daha doğrusu aynı çerçeve içersinde doğmalarının sırrını açıklamak bu yazıyı aşabilir; ama edebiyatla sosyalist politika, varlıkla irade arasındaki sorunlu ilişkinin sürdürülmesini, politik iradenin 1960’lar boyunca edebiyatın kaynaklarından beslenebilmesini mümkün kılan sırrı iki kelime ile özetlemek mümkün: Yeni Dergi.
Yeni Dergi’n’m birinci sayısında yayınlanan “çıkış amacı” bugünden bakıldığında şaşırtıcı gelen bir alçakgönüllülük barındırıyor: “Yeni Dergi, her şeyden önce, başka dillerdeki sanat olaylarını, düşünce tartışmalarını dilimize aktarmak amacını güdecek.” Bu aîçakgönülülüğüne karşın Yeni Dergi yayınlanır yayınlanmaz eleştirilmeye başlandı ve kışkırttığı eleştirileri içererek, sayfalarında yer vererek dinamizm kazandı. 4. sayısında yayın yönetmeni Memet Fuat her zamanki köşesinde, eleştiriler karşısında bir açıklama yapmak gereğini duymuş: “Benim işim politika değil, sanat. Ezra Pound faşist,ama dünyanın en büyük şairlerinden biri; Paul Eluard komünist, ama o da dünyanın en büyük şairlerinden biri. İşportamızda hep olacaklar, yan yana.” Bu sözler insana Memet Fuat’ın başlıca kaygusunun edebiyatın özerkliğini, politikanın karşısında kendine özgü değerlendirmelerinde, değer yargılarında ısrar etme hakkını savunmak olduğunu düşündürebilir. Oysa Memet Fuat’ın ve Yeni Dergi’n’m tavrı çok daha karmaşıktır. Derginin 1. sayısının merkezinde yer alan kavram, Sartre, Claude Simon ve İgnazio Silone’nin yazılarıyla “bağlanma” (engagement) kavramıdır. Hemen 2. sayıdan başlayarak yerli yazarlar da katılır tartışmaya. Daha sonra Halkın Dostları’m çıkaracak olanların neredeyse hepsi, Ataol Behramoğlu, Murat Belge, Asım Bezirci, İsmet Özel görüşlerini önce Yeni Dergi’Ae ifade etme ve geliştirme imkânını bulur. Taraflılığın anlamı üzerine sürdürülen bu tartışmada Yeni Dergi bir taraf değildir; sonuna kadar bir platform olma özelliğini korumaya çalışır.
Kuşkusuz Yeni Dergi’nin yegâne önemi edebiyatla muhalif (sosyalist) politika arasındaki ilişkinin sorunlu niteliğinin bilince çıkarılması için sağladığı imkânlardan kaynaklanmıyor. Beat kuşağı, bilinç akışı, Çin şiiri, Kafka, Lorca, Marcuse, Marksist edebiyat eleştirisi, özel sayılı” aracılığıyla derginin okurlara ulaştırmaya çalıştığı konulardan bazıları. Kem Dergi, 1930 ve 40’ların Varlık’tan beri hiçbir derginin yapamamış olduğunu, edebî ve entellektüel hayatın bütünlüğünü, üstelik bu kez devleten de bağımsızlaşmış olarak, temsil etmeyi başardı.
Ama Nisan 1975’te 127. sayısında “Yeni Dergi Değişiyor” başlığıyla yayınlanan yazı sonunu ilan ettiğinde Yeni Dergi gerçekten de misyonunu tamamlamıştı.
Cemal Süreya Mayıs 1869’ta yayınlanan, yazısında “Şiir için en elverişli dönem devrim-öncesi dönemi olmaktadır. Çünkü devrim-öncesî günlerinde hem kurulu düzene karşı devrim değerlerini tam üstlenebilmekte, bunu yaparken kendi içinde bir çelişme olmamakta; hem de devrim tasarısıyla anlaşmazlık noktaları belirmediğinden bu üstlenme olayı daha güvenli görünmektedir” demişti. Devrim 1970’te gerçekleşmedi, darbe de… Ordu “kılcını atmak” için 1971’e kadar bekledi. 1970’de kılıcını atan Halkın Dostları oldu. Aralık 1969’da Ant dergisinde Ataol Behramoğlu, Süreyya Serte, Özkan Mert ve İsmet Özel’in 3 sayı süren bir söyleşisi yayınlandı. İki ay sonra sözkonusu söyleşinin bir özeti Halkın Dostları’nm birinci sayısında derginin çıkış bildirisi olarak yayınlandı; gerici edebiyatın yanısıra “gerici görünemediği halde gerici olan” edebiyat da mahkûm ediliyordu. Gerçi bildiride isim verilmiyordu ama aynı sayıda yer alan, derginin yayın yönetmeni İsmet Özel’in “Tanrı Mezarını Isıtsın” başlıklı yazısı, bu nitelemeyle kimin kasdedildiği konusunda, şüpheye yer bırakmayacak kadar açıktı: “ne bu toplumların gelişimi ne diyalektiği, ne de kendi toplumunun varlığından haberdar olduğu içindir ki sonuçta şiirin yeni tadından duyduğu heyecan dönemi geçince ya Turgut Uyar gibi toplumun tutucu gerici safında yer alıyor, ya Cemal Süreyya gibi niteliksiz bir anlama bel bağlıyor ya da Edip Cansever gibi bir şiir fetişisti olup çıkıyor.“
Ama Halkın Dostları yeni bir dönemin başlangıcı olduğu kadar bir sondur da. Derginin boyut değiştirdiği 13. sayısının başyazısında “bir kültür ve edebiyat dergisinde, siyasî bir toplulukta bulunması gereken disiplini aramak yersizdir” denir. Her nekadar dergiye egemen olan dili, 1974 sonrasının edebiyatı bir fraksiyonun stratejisinin uğraklarından birine indirgeyen sosyalizm anlayışını Haber veriyorsa da, hâlâ edebiyatın bir tür özgüllüğü olduğu söylenebilmektedir.
Edip Cansever (1928-1987)
Belki bir söz yığını, yıllar var konuşulmamış
Çıkarlar
kar yangını her biri duyduğu yerden
Yüzleri, saçlarıyla
bir de gözbebekleri
Asılırlar boşluğa çocuksu seslerinden
Bir takım dünyalarla, önce ve güzel
Kış güneşi, sarmaşık, kim ne anlıyor sanki ölümden?
Yeni Dergi’nin son yazısı “arkamızda boşluk bırakmıyoruz” diyordu. Bir anlamda doğruydu bu yargı. Çünkü Yeni Dergi’nin kendisi bir boşlukta duruyordu. Sınıflı toplumların tarihinde (ve belki daha sonra da) doldurulmasına imkân olmayan, ama diğer yandan ancak birileri ısrar ettiği takdirde görünürlük kazanabilen bir boşluk; teoriyle pratik, varlıkla irade, sanatla sosyalizm arasındaki boşluk. Ama belki şunu da söylemek mümkün, hatta gerekiyor- andığımız kutupların her iki ucu da, ancak birileri o boşluğa işaret ettiği, onu görünür kıldığı, kutuplar arasındaki gerilimi yaşadığı takdirde, işlerlik kazanıyor.
Yeniden mümkün olacak mı? Her iki tarafın, sosyalizmin de edebiyatın da büyük bir yenilgiyi içselleştirmek durumunda olduğu koşullarda, kimbilir, belki yeniden…
Türkiye’de 1968 | STMA S. 2086-2087