.
|
“ÖLÜ KADIN SURETLERİ”
Judy Brady, Ah Bir Karım Olsa! adlı makalesinde, kendisinin her türlü ihtiyacı ile ilgilenecek bir kadından; bir erkeğin ondan beklentilerinden söz eder. Bu kadın evi temiz tutacak, çocukların ve kendi arkasını toplayacak, giysilerin temiz ve ütülü olmasını sağlayacak bir kadındır. Her şey ile ilgilenecek olan bu kadın aynı zamanda yemek yapacak, konukları ağırlayacak, tüm bunlardan sıkılıp dırdır da etmeyecektir. Eğer ederse bir kenara atılacaktır. Bununla birlikte her zaman eskisinin yenisi ile değiştirilme durumu da söz konusudur. Bu da erkeğin tekelinde olan bir şeydir. Beğenip beğenmemek, konuşup konuşmamak, duymazdan gelmek, dinlermiş gibi yapmak… Fakat tüm bunlar bir yana kadınının kadına özgü özelliklerinden korkulduğu da bir gerçektir. Çünkü kadın konuşur ve duygusal yakınlık bekler. Erkek de bunu kendi iktidarına bir tehdit olarak görür. Bu en az hoşlandıkları şeyi yapmanın kendi iktidarlarını sarsacağı düşüncesi de iki taraf arasında çatışmalara neden olur. Kimi kez aldığımız kısa ve net cevaplar çileden çıkarır pek çoğumuzu. Ki bizler ayrıntılar ustaları bir günün nasıl geçtiğinin hesabını yapar ve olayları en ince ayrıntısına kadar anlatırken onlardan aldığımız ‘evet’, ‘hayır’, ‘iyiydi’ şeklindeki cevaplar onulmaz yaralar açar içimizde. Erkek içinse ‘etkinlik’ önemlidir. Bu duygusal bir paylaşımdan çok eşya taşırken ona bir yardımcı ya da ‘kavga çıktığında size destek verecek kişidir.’
Bu uzun sessizliğe öteden beri çözüm bulamamış kadın bir yandan da zayıflığına ve korunmaya muhtaçlığına da inandırılmıştır. Bu kadın itaatkâr, sessiz, pasif bir kadındır. Dikiş diker, ortalığı süpürür yemek yapar nerdeyse çocukları ve eşi için saçlarını süpürge eder.
Kendine güvensizliği tarih boyunca süren kadından hayata ilişkin her şey de esirgenmiştir. Artık kendine biçilmiş rolü en iyi biçimde oynamakla yükümlüdür. Ev içindeki toz sürekli alınır, yerler hep silinir, çarşaflar ütülü, ayna parlatılmıştır. Peki ya erkek? O nerdedir? Tabii ki yanı başımızda… Ama bir farkla: Altı toz ve kirden arındırılmış terlikleri ile ev içinde dolaşmaktadır. Toz ve kir umurunda olmayan bu iktidar sahibi için kadın gerçek bir tüketicidir. O, yani kadın; “kendini tüketme okulunun” başarılı bir öğrencisi olarak ya hayattan hırsını alırcasına halıları siler ya da sisteme tüketici olarak yardımcı olur. Bu konumlandırmada dayatmaların rolünün büyük olduğu da bir gerçektir. Havva’nın Âdem’e yasak meyveyi vermesi ile başlayan bu konumlandırma kadının şimdi bile kendini kirli sayması ve bu kirlerden arındırma isteği medyanın da desteği ile sürmektedir. Bu nedenledir ki kadın olarak doğmak bir anlamda erkeklerin biçimlendirdiği dünyada onların istediği biçimde yaşamak da demektir. Mutfak denilen küçük odayı kimse ile paylaşmak istemeyen kadın için bu mekân iktidarının gerçekleştirildiği yer olarak görülür kimi kez. En iyi yemeğin yapıldığı en temiz bulaşığın yıkandığı en iyi deterjanın seçildiği mekân hep enlerle doludur. Bu mutfak denen oyuncak belki de kadının kendini gerçekleştirdiği en önemli mekân olarak şimdi de varlığını sürdürmektedir. Koyar, kaldırır, eskitir, atar; yerine yenisini alır. Bu şekilde de pek çok alanda elde edemediği iktidara burada sahip olur, en iyiyi yapıyorum dürtüsüyle. Fakat bu en iyiyi yapıyorum iç sesiyle gerçekleştirdiği şeyler bir yandan da oğul anası olarak yetiştirdiğini de olumsuzlar niteliktedir. Bu nedenle de hep bekleyen bir erkek tiplemesi ile karşılaşırız kimi zaman.
İstekler, edimler, hüzünler bir yana bu çok susmuş kadın için edebiyat dünyasında karşılaşmış olduğu olaylar da pek farklı değildir. Yoksanma hep sürer. Sennur Sezer, İfade Özgürlüğü Karşısında Kadın Yazar başlıklı yazısında: (Varlık, Mart 1998) “15. 16. yüzyıllarda yaşayan, Türkçede kadın duyarlığı ile şiir yazan ilk ozan Mihri için çağdaşları “gerçi kadındır ama aşkta, şiirde cife kadındır” (erkeğe denktir) övgüsüne, hemen “bu kadar içten, coşkuyla severken bile eli erkek eline değmemiştir.” yargısını eklemek gereğini duyarlar.” der. Şair olacaksın ama elin erkek eline değmemiş olacak. Hep ölçülü hep hanım hanımcık. Onlar gülebilir kahkaha atabilir ama sen atmayacaksın yoksa yanlış anlaşılabilirsin. Es kaza yanında bir erkekle görülmüşsen bu sevgilin olabilir. Yanlış anlaşılma olasılığın her zaman fazladır. Sennur Sezer’den yola çıkarak bu arada Aritoteles’in kadınlar hakkında söylediği şu söz de akla gelebilir: Ona göre kadın: “bazı özellikler kendisinde eksik olduğu için” kadındır ve “kadının doğasından gelen bozukluklar olduğunu kabul etmemiz gerekir.” Yazdığı şiirlerini eleştirmesi için Robert Shouthey’e gönderdiği zaman Charletto Bronte ise şu cevabı alır: “Edebiyat bir kadının asıl işi olamaz, olmamalıdır da.” Henry James‘in Bir Lady’nin Portresi‘nde ideal bir genç kızı “boş bir sayfaya” benzettiğini bilmeyenimizse nerdeyse yok gibidir. Bu boş sayfa; dırdır etmeyecek, sökükleri dikecek, saçlarını süpürge edecek, az konuşacak, akşam eşini kapıda güzel giyinip karşılayacak, vücut ölçüleri hep aynı kalacaktır. Yüzü güzel olanlarsa makbuldür; bir de yaşça genç olanlar. Öğreten durumunda olmak bir anlamda iktidarı güçlendirecek erkeği nerdeyse tanrı – kral konumuna getirecektir. Bu çok biliyorum, ben öğrettim, benden gördün demekler ne ise işte o gerçekleşecektir. Ama ya boynuz kulağı geçerse? Ya erkek düzenine boyun eğilmez onun sözcülüğü yapılmaz kendi diliyle konuşursa kadın! İşte o zaman tüm ipler kopar. Kadını erkeğe, erkeği kadına rakip eden bir tavır sergilenmeye başlanır artık hayat denen sahnede. “Sinek kadar kocam olsun başımda bulunsun” söylemi ise yerini başka bir söyleme bırakır. Ki Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda adlı kitabında kadın yazarlığı sorunsalını geniş bir şekilde ele almış: kadının yazabilmesi için kendisine ait bir odasının var olması gerçeğini vurgulamıştır. Çünkü oda demek kadının kendisine biçilen rolden kurtulması yeni bir kimlik edinmesi anlamına gelmektedir. Oya Batum‘un deyişiyle “evdeki meleğin öldürülmesi”dir bir yerde. Ki melekler kanatsız olur. Yemeleri içmeleri, özel istekleri yoktur. Bu anlamda kadın soy sürdürücü olma özelliği dışında meleğe benzetilmiş eve hapsedilmiştir. Her ne kadar melek odaya hapsedilmişse de artık evden dışarı çıkma zamanıdır.
Ne ki hayatımız karton bir valizdir. Sanki açsak içindekiler ortalığa dökülüverecek; sanki içinde ne varsa… Ama her şey çok düzenli… Ayrıntılara dikkat edilmiş. Hiçbir şey eksik değil. Buna diş fırçalarımız dâhil. Çoraplarımız bir yanda, bir mendil ve iç çamaşırlarımız. Tüm bunlara ya soğuk olursa diye aldığımız kalın boyunlu kazak da eklenmeli. Bir de bir çift eldiven dağa çıkılır düşüncesiyle. Ama dikkat edin kolay yıkanır cinsinden olsun.
Şimdi de sözü bu giriş yazısından sonra Virginia Woolf‘un Kendine Ait Bir Oda kitabından hareketle şiirimizin usta şairi Gülten Akın‘a getirmek istiyorum. Çoktandır ama daha çok da Kestim Kara Saçlarımı adlı kitabından bu yana eve, eşine direnen kadını anlatmış Akın şiirlerinde. İlk başlarda usul ama kendini bulmuş bir sesle. Dirençli ama öfkeli değil. Asla böyle bir kimlikle okur karşısına çıkmıyor. Rüzgâr Saati‘nde belki de ne yaptığından ya da sözünü ettiklerinin ne yaptıklarından, nasıl yaşadıklarından haberi yok. Çünkü hayat dayatıyor. Nerdeyse “yarımla dışa düşmüşüm yarım suskun / Çizginin üstündekilerle yüz yüze / Koca bir gün ne yapmışım nasıl yaşamışım / Haberim yok” derken de bu sezilebiliyor. Bir de kadının yazgısı şu dizelerde daha belirgin bir hal alabiliyor. Yani gitmek isteyip de gidemeyen zincirlerini kırmak isteyen kadının yazgısı. Ki burada “annecik” derken oradaki “cik” eki anneye acınması gereken bir anlam da yüklüyor. Sanki gittikçe küçülmüş, orada bir yerde ufalmış bir şekilde duruyor anne. Hayat onu savurdukça o toparlanıyor bir dahaki savrulmaya kadar. Gitmek isteyip de gidememek arada kalmışlık duygusu aslında her kadının yaşadığı bir durum da değil mi? Terk edilmek! Paylaşımsız acılar… Beklentiler neler acaba? Bir şarkının başını unutmak istemek kadar zor mu yaşamak? “Annecik terk edip gitmek istiyordu / Şarkının başını unutmak istiyordu / Terk edemezdi unutamazdı / Biliyordu“. Fakat bu bilmeme hali bundan sonraki şiirlerde yerini nerdeyse başka bir insana bırakacak. Fakat yine de ara sıra şöyle de diyecek: “Uzaktı dön yakındı dön çevreydi dön / İçinde dışında yanında değilim / İçim ayıp dışım geçim sol yanım sevgi / bu nasıl yaşamaydı dön“. İşte bir kıstırılmışlık hali yine… Gitse gidemiyor kalsa kalamıyor. Ayıplarla örülmüş dünyasında geçim denen sıkıntı var. Ayıplar içinde o sıralar aşklar bile gizli yaşanıyor. Ki Deniz Durukan Cumhuriyet Cumartesi Eki (Ağustos, 2005)’de Ağzı Bozuk Kadın Şarkıları başlıklı yazısında şöyle diyor: “Utangaç zamanların şarkılarında, aşk kadınlar içindi. Kadın bol bol ağlar, dönmeyecek erkeği beklerdi. En fazlası, ‘kalbinin işine son verirdi’. Bugün ise hayatı topyekûn isteyen, ama çabuk sıkılan kadınları anlatıyor şarkılar. Göndermeler cinsellik yüklü, küfür ve argo ise cabası. Hem kadın şarkıcılar, hem de dinleyenler için romantizm eski bir masal artık.” İşte Gülten Akın bizlere o utangaç zamanların şiirini söylüyor. O utangaç zamanlarda kestiği ise “kara saçları”dır. Kara saçlarını kestiğinde kurtulmak istediklerinden kurtulabilecek midir? Töre, eş, aile baskısı, çevre baskısı onu onca boğmuşken. Evet, burada bir reddiye var ama o kadar keskin bir reddiye değil. İşte Kestim Kara Saçlarımı adlı şiirden bazı dizeler: “Tutsak ve kibirli- ne gülünç – / Gözleri gittikçe iri gittikçe bunaltı / Gittim geldim kara saçlarımı öylece buldum / Kestim kara saçlarımı n’olacak şimdi / bir şeycik olmadı – Deneyin lütfen – / Aydınlığım deliyim rüzgârlıyım / Günaydın kaysıyı sallayan yele / Kurtulan dirilen kişiye günaydın / Şimdi şaşıyorum bir toplu iğneyi / bir yaşantı ile karşılayanlara / Gittim geldim kara saçlarımdan kurtuldum.” Kesildiğinde her şeyin değişeceğine inanılan fakat değişmeyen şeyler… Kesildiğinde ise bir kenarda bırakılan sadece kara saçlar. Ya da erkeksi olana yönelme, onun gibi olma isteği. Sanki onun gibi olununca güçlü olunacağı düşüncesi. Ondan ötesi ise beklemeler, kırılmalar, yoksanmalar…
Çocuklar nasıl oyun oynar ve oyalanırlarsa o da kendine belki hepimizin yaptığı gibi sığınacak, oyalanacak bir yer bulur. Ki burada Judy Brady‘nin yazısında sözü edilen hep erkeği mutlu etmek için çalışan kadın; toza, yağa lekelere saldıran kadın anımsanabilir. Çünkü ev yorgunluktur kimilerince ev hanımları çalışıyor sayılmasalar bile. “Ne yapar çocuk yadırgandığında / örgülerden küçük ev işlerinden / Bir kaçma kalesi bulurum“. Evet kaçma kalesi bulunur bulunmasına da ne güneşe ne de denize bakılabilir. İnsan kimi kez burnunun ucunu göremez hayat denen karmaşadan, yoksanmaktan. Çünkü egemen ezer de ezer. Nerdeyse tanrılaşmış erkek önünde kadın kul durumuna düşmüştür. Onu mutlu etmekle yükümlü bir kulunsa kendine bakacak hali kalmamıştır. Fakat zamanı gelir gözde büyütülen erkeğin tanrılığı da kalmaz. “Biz güneşe bakamazdık demek öyle / Küçük turuncu solgun / Şu adamı ölçüsüz Allah bilirdik / Demek öyle bodur yuvarlak solgun“. Ama “demek öyle bodur yuvarlak solgun” demenin de bir zamanı vardır. O zaman gelecek, görülmesi gereken de görünecektir. İşte görünenler: “Onlar / Yalınkat adamlar kalabalık adamlar / En yalnız kadınlara söz arasında / Ya da boş gözleriyle aralıksız / En kötü sevgilerini sunuyorlar / – Bana gel sonra git bana gel“. Burada erkek düzenine boyun eğen kadın tiplemesi söz konusu olan. O gel deyince gidiliyor; o git deyince gidiliyor. Erkek de bundan haz duyuyor. Aşk bile tekelinde. Kendini bu şekilde gerçekleştiren erkek bir anlamda iktidarını da sağlamlaştırıyor. Sevgi ise öyle kolay kazanılacak bir şey değil. Ancak paylaşılarak çoğaltılabilen bir şey olan sevgi paylaşılmadıkça azalıyor. Oysa istenen sürekli bakışsız bir göz ya da konuşmasız bir masa da değil. Böyle olunca aşk da kalmıyor. Ki istenilen tabii ki böyle bir durum da değil. En azından bizler açısından. “Şöyle bir korkmadan uyumadır“. “Bazı adamlar aşkı / itip odalara karartır / Bazı kadınlar aşk için / Şöyle bir rüyasız sere serpe / Şöyle bir korkmadan uyumadır“. Ama bu korkmadan uyuma nasıl olacak? Ya aldatılma düşüncesine ne demeli? Bir kâbus gibi insanı saran bu düşünce kimimizi ne zaman sarıp sarmalamıyor ki? Kendine eş tutulmuş, denk görülmüş… Ama hayır bu böyle olmamalı. Ama nasıl?
Radikal’in Cumartesi ekinde ise (Ağustos 2005) “Tanrı beni özene bezene yaratmış” başlıklı bir yazı var. Söyleşi bir zamanların Mösyö Alain Delon’u Salih Güney ile yapılmış. Kendisi ile yapılan söyleşide “Bilhassa görevim, hanımları mutlu etmek” diyor ve hemen ardından da şunları ekliyor: “Çekici bir erkek olmak, hâlâ kadınlar tarafından bu kadar beğenilmek kadar bir erkeği onore eden bir şey olmaz. Kültür varlıklarına sahip çıkmaktan sonraki görevim, kadınları mutlu etmek.” Burada egemen söylemin izlerini bulmak olası. Tabii kadın mutlu edilecek dolayısı ile o da mutlu olacak. Ama ya bu kadınların sayısı? Sunulmuş iyi sevgi ile sunulmuş en kötü sevgi arasında ne gibi bir fark vardır? Peki ya bunu nasıl ayıracağız? Nasıl ayırtına varacağız bu aşk ya da sevginin gerçek olduğunun. İşte Gülten Akın “bazı adamların aşkı itip odalara karartır” demesiyle diyelim ki bazı erkeklerin kadın ruhunun inceliklerini anlamadıklarını; aslında sadece kararttıklarının kadınlar değil; erkeklerin de kendi ruhları olduğunu söylemeye getiriyor bu dizelerle. Çünkü bu şekilde bir davranışla sadece bir tarafın mutsuz olacağı beklenemez. Mutluluk varsa ya da yoksa iki taraf için de geçerlidir. Ki baştan beri söylemeye çalıştığım kadın ve erkek arasındaki ayırım burada da göze çarpar. Taraflar çaba vermedikleri sürece bu farklılık hep sürecektir de. Tabii ki hırçınlık da…
Kimi yerde erkeklere eleştirel bakış açısı ile yaklaşan Gülten Akın kimi yerde de kadınlara eleştirel bakış açısı ile yaklaşıyor. Çünkü görmek istedikleri farklı… Öyle evinde hanım hanımcık oturan, konuş denince konuşan, kendini evine, eşine adamış bir kadın değil anlatmak istediği. Fakat gördükleri farklı… Kadınlar ağlayan şarkılar söylüyor, kocalarının önünde el pençe divan duruyor nerdeyse adları gizli söyleniyordur çarşılarda. Ki artık egemenin istediği de gerçeklemiştir. Alımlı ama içi boş kadınlar korosu hep bir ağızdan bir şarkı söylüyordur artık; ama hep aynı şarkıyı bir ağızdan. Utanç ve karşı koyma… Çoğunlukla binlerce yıldır… “Yüzünle bir olmaz hatırlıyorum sen kimsin / Bir yanından öbür yarın görünüyor bomboş / Yeni çarşılar gibi alımlısın geçiyorum / Çarşılarda erkek adları söylenir kadınlar gizli / Sana kim taktı bu sorumluluğu kadınsın / Nerden aldın “olmaz”ları o “geçilmez”leri / Bir yanından –senin değil öbür yanın– geçiyorum / Bu senin yüzünden gülmelere bu ne bu / Tüm karşıyız binlerle yıl çoğunlukta / Kara tartılarda ağırlığımız / Tüm kadın tüm utanç tüm korku“. Kendi egemenliğini başkasını ezerek sağlayan nerdeyse onun sırtından geçinerek başarı elde eden erkekler ve ezilmiş kadınlar dünyasında artık çığlıklar vardır her ne kadar bu şiirde adları gizli söylense de. Ellerine mikrofonu aldıklarında artık şarkı söyleyen kadınlarsa daha cesurdurlar “onu alma, bana ne, beni al” diyecek kadar ya da erkeğin peşinden yas tutmayacak, adlarını bağıra bağıra söyleyecek kadar. Evet; güçler dengesi zaman zaman değişiyor. Önemli olan bu dengenin sağlam kurulması. Fakat denge henüz sağlam kurulmamış. Kadınlar hâlâ egemenin ağırlığı altında ezilmekte ve gözlerini açıp pencereden dışarıya bakmamakta ya da bakamamaktadır. Kendini tüketme okullarının öğrencisi konumunda olan kadın bu şekliyle bir anlamda belki de farkında olmadan erkeğin iktidarını sağlamlaştırmakta nerdeyse ölüm bile ondan umutlanmakta, ürkmektedir. “O kadınlar kendini tüketme okullarının / Ezberci küçük kızlarıdır hiç değişmezler / Oynar kara kılıcıyla saçlarından / Ölüm, umutlanır ama ürker“. Ve yenilgiler… Alınan ağır yaralar… Bir odaya kapanmanın o odadan çıkmamanın durumları… O kurs senin bu kurs benim, gitmeler gelmeler… Kadın kendini keşfetmek şöyle dursun eline bir kitap alıp okumuyor. Kendi yaşam biçimine bir müdahale durumu söz konusu değil. Oysa müdahale etmeli bunu tersine çevirmeli. Ya da çaba vermiş de düş kırıklığına uğramış. Biri tüm güneşleri almış da vermiyor. Belleksiz, kimliksiz taşınmaz malları gibi evlerin bir köşesinde öylece duruyor. Engel olmanın tadına varan dengeyi bozansa ortada yok. Neden? Nerede? “Yorgun savaşçıları, yengiler eskitti bizi / Utanırız tadına varmaktan içkilerimizin / Biri bütün güneşleri toplar, vermeye bekletir“. Fakat kadının bu kötü gidişata dur demesi de gerekir. Çünkü insan bu şekilde nereye kadar gidebilir? Kendine yaşam alanı açmalı, yalnızlığına sonsuz isyanları ile dur diyebilmelidir. İşte bunun için belki de yazmaktır kendi sözcüklerine sahip çıkmak, kendi ruhuna bedenine sahip çıkmak için yazmaktır. Elbette kendine özgü bir duyarlılıkla. “Sürgündür o kadın hayata sonsuz isyanlarıyla / Git, gidemez. Dur, duramaz. Oysa / İnsanın gidip durmaya belli bir noktası olmalı“. Ki isyan derken bu hırçınca bir isyan değildir. Sadece kadının sesini duyurabilmesi anlamında yapılmış bir isyandır. Bunu atılmış bir çığlık olarak da algılayabiliriz. Ama haklı bir çığlık olarak. Ki o farklı anlamda olsa bile zaten gerginliği sevmeyen biridir. Yücel Kayıran’ın kendisi ile yaptığı söyleşide (Yücel Kayıran, Gösteri, Mayıs 2003) “Gerginliği sevmem. Kendimde sıklıkla başarmışımdır bunu. Belki ilişkiler ortamının o kadar fazla içinde olsaydım bunu başarmam mümkün olmazdı. Ben de herkesler gibi olur muydum bilmiyorum. Öyle ilişkiler şiiri bulandırır. Benim seçmece tavrım, seçme ilişkiler şiirimi besledi. Hiçbir zaman öyle ilişkiler içine girerek şiiri bulandırmak istemedim. Şiir yaşamımı, kafamdaki şiirsel alanı, yeri işgal etmesini istemedim bu tür şeylerin. Bulandırırdı” demiştir. Kocalarımızın ilk oğlumuz olduğunu söyleyecek kadar cesur olan bu şairin; cinsiyeti ne olursa olsun kimi zaman erkek kimi zaman bir kadın bir çocuk, ağaç, kuş hayata ilişkin pek çok şey kimliği ile de yazdığı söylenebilir. Bunu da ustalıkla başarır. Fakat tüm bunları söylerken üzerinden hüznün elbisesini çıkarmaz. Çünkü bu elbise ona belki de çocukluğundan bu yana biçilmiş, giydirilmiş elbisedir. Egemenin zirvede olduğu ve koltuğuna kendisinden başka kimseyi oturtmak istemediği bu süreçte onun elbisesinin de hüzünden biçilmiş olması kaçınılmazdır. Mesleği nedeniyle Anadolu’nun pek çok yerini görme imkânı bulmuş Akın’ın gördüklerinden etkilenmemiş olması ise düşünülemez. Mesafeler, Anadolu’nun ücra köşeleri ve burada yaşayan kadınlar, yaşananlar… Mekânlar değişir ama yaşananlar değişmez. Köyden kente göçün sıkıntıları bir yana kadın olmanın ona yüklediği ağır sorumluluk kadını biraz daha çıkmaza sokar. Artık kentin onca sunduklarına karşın; ölü kadın suretleri ile nerdeyse yolda yürünmez bir hal aldığı da görülür. “Birisi diyordu: Ölü defter / Ölü kadın ölü kin ölü sinek / Kentlerdeki anaç ölüleri / Hangi sıkı taban götürecek“. Ve yine Van, Gevaş, bir koca bozkır Ankara ve gidip gördüğü dolaştığı pek çok yer… İnsan yüzleri, ezilmiş kadın ve çocuklar onu ve şiirini beslemiş nerdeyse bütün hayatlara dokunarak ve pek çok şeyi özümseyerek büyük bir şiire varmıştır. Bu büyük şiire varan şairin şiiri yaşamdan hiç de kopuk değildir. Nerdeyse bir şehrin arka sokaklarını yazacak kadar gözlemci; bir o kadar lirik arka bahçelerde ötekilerle olacak kadar da içtendir. Herkesle birlikte olur, tüm sokaklara girer çıkar, herkesin elinden tutar, gözünün içine bakar. Sonra İşte Yaşlandım adlı kitabındaki “Kent Bitti” adlı şiirinde “erkekler / kanına alkolden kıymıklar batıran / erkekler doğuyor çığlıklarından / kadınlarsa / katıp kendilerini rahimlerine / sırlarıyla oynuyorlar” der. Burada kentin insanı boğan öyküsünden de söz edilmiştir. Kıymık nasıl can acıtırsa kent de insanı acıtır. Ki buradaki kıymık kent olsa gerektir. Erkek de olsa kent denen kıymık onu da acıtmış kadın da her zaman olduğu gibi bundan nasibini almıştır. Hep olunan, üretilen yer olarak bildiğimiz rahim ise nerdeyse kadının kendi içine kapanıp sırları ile oynadığı yer olarak zamandaki yerini almıştır. Anladığımız hep yalnızlıktır. Yaşanılan yer kent de olsa bu kent insanın girdabı haline gelebilir ve onu içine çekip boğabilir. Yalnızlıksa hep vardır. Buna “Uzak Bir Kıyıda” adlı kitabı dâhil olmak üzere. Fakat bu aşılmayacak bir yalnızlık da değildir. Bir iken iki olmak ya da birileri ile birlikte hareket edilerek çözümlenecek bir sorundur. Kendi kuşakdaşları hızla politik bir şiirden uzaklaşırken, o politik olandan yana bir tavır sergilemiş fakat şimdiye kadar da bu konu üzerine yeterince eğinilmemiştir. Ki bu şiirlere sadece toplumcu şiir gözüyle bakmak da yanlıştır. Erkek egemen anlayışın çoğalttığı yaşamın ve beraberinde getirdiği sorunların yansımaları şeklinde de görülebilir bu şiirler. Bu yaşamdan kopuk olmayan dizelerde nerdeyse bencil, ezen bir erkek modelini ise görmek her zaman olasıdır; İşte belki onun ezen erkeği değil ama daha çok da politik yanını imleyen şu dizeler: “Biz de yandık / Çünkü yandı halkımız / Boğulduk halkın boğulduğu sularda / Ve çocuklarımı z / Onlar birer birer vurulduğunda / Can, evinden yozudu binlerce“. Onun politik duruşunu kanıtlar niteliktedir. Fakat yaşam ve dildeki kirlenme dile de yansımaktadır. Şair de bundan nasibini almaktadır. Bu nedenledir ki şair dönüştürme işini ya da belki de sorunu gösterme işlevini yerine getiremeyebilir. Bu nedenle burada şiirin umut ya da umut olamayacağı konusunda durup düşünmek gerekecektir. Ki bu da bir başka yazının konusu olabilir. Yeniden Gülten Akın’ın toplu şiirlerinin yer aldığı “Seyran” ve öteki kitaplarına dönecek olursak Akın şiirinin insandan kopuk bir şiir olmadığını görebiliriz. Onun kitapları bunun örnekleri ile doludur. Yücel Kayıran’ın kendisi ile (Gösteri, Mayıs, 2003) yaptığı söyleşi de ise “Şiir yaşamın aynası değildir ama ondan kopuk da değildir.” der. İşte yaşamdan hiç de kopuk bir şiir yazmayan bu şairin belki de şimdiye kadar yazdıkları ve bundan sonra yazacakları da elbette ki bu ezeli rekabet üzerine kurulu olacaktır. Ta ki cinsler arasındaki gereksiz ayırım sona erinceye dek. Bu nedenle de o: *”Yaratıcılık bir başkaldırı olabilir, demiştik. Kadının yaratıcılığı bu yüzden kesinlikle bir başkaldırıdır. Bu başkaldırı, cinsler arasındaki gereksiz ayırım ortadan kalkıncaya dek sürecek inanıyorum.” der. Evet; hâlâ yanıtlanmayı bekleyen onlarca soru var kafamızda. Bunca soru yanıtlanmayı beklerken yollarımızın çiçekli bahçeye düşmesi hiç de olası değil. Hayattan umut kesmeden ama dikkatli adımlarla… Kendimize söylediğimiz şarkılarla başka sokaklarda dolaşmak dileğiyle.
*Gülten Akın, Şiiri Düzde Kuşatmak, s.70 Y.K.Y., 2001