AMİN MAALOUF: YAKINDA SANDIĞINIZ UZAK, UZAKTA SANDIĞINIZ YAKINDA OLABİLİR!

1

Mariam’ın beklediği çocuk, Mani idi. Babil gökbilimcilerinin takvimine göre, 257 yılın Nisan ayının 8. günü doğduğu söylenir. Hıristiyanlık çağına göre bu, 14 Nisan 216 Pazar gününe denk gelir. Ktesiphon’da son Parth hükümdarı Artaban hüküm sürüyor, Roma’da da Caracalla ortalığı kırıp geçiriyordu.

Babası çoktan gitmişti bile. Çok uzaklara olmasa da, yabancı ve kapalı bir dünyaya! Mardinu’nun aşağı kısmında, Dicle’nin doğusunda, eski insanlar tarafından kazılan büyük su yolunun üzerinde, iki günlük yürüyüş mesafesinde, Sittay’ın efendisi ve yöneticisi olduğu bir hurma bahçesi vardı. Orada her yaştan, her kökenden, abartılı törenler yapan altmış kadar adam yaşardı ve günün birinde yollarının üstüne Mani çıkmasaydı, çoktan unutulup giderlerdi. O tarihlerde Dicle, Asi, Fırat ve Erden Irmağı kıyılarında görülen diğer topluluklara özenerek, onlar da, Hıristiyan ve Yahudi olduklarını ileriye sürerlerdi ama sadece kendilerinin gerçek Hıristiyan ve gerçek Yahudi olduklarını söylerlerdi. Dünyanın sonunun geldiğini haber verenler de onlardı. Hiç kuşkusuz, sonu gelen bir dünya vardı.
Ülke dilinde onlara “Halle Heware” denilirdi. Aramca’da “Beyaz-Giysililer” anlamına gelirdi bu sözcükler. Bu adamlar, su yolunu yurt edinmişlerdi, temizliği ve selameti oradan beklerlerdi. Vaftizci Yahya’yı ve Adem’i Nasıralı İsa’yı ve onun ikizi dedikleri Tomas’ı tanırlar, ve Elkasai diye bir peygambere inanırlardı.

Kutsal kitapları ve öğretileri bu peygamberden gelir ve şöyle derdi:

“Ey insanlar, ateşten sakınınız, düş kırıklığı ve yalandan ibarettir, yakında sanırsınız oysa uzaktadır, uzakta sanırsınız oysa yakındadır, ateş, büyü ve sihir demektir, ateş, kan ve işkencedir. Kurban ateşinin yükseldiği tapınakların çevresinde toplanmayınız, yaratıcının hoşuna gider diye yaratıkların boğazını kesenlerden kaçının, kurban kesenlerden ve öldürenlerden ayrılın. Ateşin görüntüsünden kaçın, daha çok suyun yolunu izleyin, su neye dokunsa ilk günkü saflığını verir, her hayat suda doğar. Aranızdan biri kötü bir hayvan tarafından ısıtıldığında hemen en yakın suya koşsun, Ulu Tanrı’nın adını söyleyerek ve ona inanarak suya dalsın, aranızdan biri hastaysa, nehire yedi kez dalsın, ateşi suyun serinliğinde geçecektir.”

Pattig, hurma bahçesine geldiğinin ertesi günü, törenle vaftiz çadırına götürüldü. Bütün topluluk ona eşlik ediyordu. Birkaç çocuk, birkaç saçı ağarmış adam vardı ama büyük çoğunluğu yirmi-otuz yaşındaydı. Her biri yüzüne bakmak ve ona doğru okuyup üflemek üzere yeni gelene yaklaştı.

Sittay’ın bir işareti üzerine Pattig giysileri ile suya atladı, alnına kadar daldı, sonra doğruldu ve günahkâr günlerinden kalma giysilerinden her birini iğrenerek attı ve akıntının onu götürmesini bekledi. Gökyüzünde bir ezgi yükselirken, genç adam üzerine dikilen gözler karşısında çıplak ve utangaç, titrek elleriyle örtünmeye çalıştı, ilkbahar güneşi sıcaksa da, Dicle’nin suları Toros karlarının serin anılarını taşıyordu.
Ama bu daha ilk sınamaydı. Suya bir ikinci kez dalmak, sonra sakalını tıraş etmek, saçlarını kestirmek ve kafasını sonuncu kez suya sokmak gerekiyordu. Bir yandan şu sözler tekrarlanırken:
“Eski adam öldü, yeni adam doğdu, arındırıcı suda üç kez vaftiz edildi. Kardeşlerin arasına hoş geldin. Yaşadığın sürece şunu unutma: Topluluğumuz zeytin ağacı gibidir. Bilmeyen, meyvesini kopartıp ısırır. Onu acı bulup uzağa fırlatır. Ama bilenin koparttığı aynı meyve, olgunlaşır, işlenir, nefis bir tadı olur ve ayrıca, yağ verir, ışık verir. Bizim dinimiz böyledir, ilk acı tadda cesaretin kırılırsa selamete asla ulaşamazsın.”
Pattig, tövbe ederek dinlemiş, elini kazınmış kafasına ve arta kalan sakalına sürmüş ve kendi kendine geçmişteki yaşamına sırt çevireceğine ve topluluk kurallarına en ufak bir kuşku duymadan uyacağına söz vermişti. Ancak, hurma bahçesinde zamanın, bir zorluklar zinciri olduğunu biliyordu. Önce dua, ilahiler ve töresel hareketler, günlük vaftizler, tütsü yakmalar ve gusül almalar vardı ve gerçek bir kirlenme ya da kirlenme kuşkusu yeniden aptes alınmasını gerektiriyordu. Sonra, sıra kutsal kitapların incelenmesine gelirdi; Tomas’a göre incil, Filipus’a göre incil, ya da Petrus’a göre Vahiy’i. Yüz kez okunmuş, Sittay tarafından yorumlanmış ve en güzel yazıya sahip iki “birader” tarafından kopya edilmiş olurdu. Pattig’in hoşuna giden ve doyumsuz merakını gideren bu zorunluluklara, hiç de hoşuna gitmeyen başkaları ekleniyordu.

Beyaz-Giysililer, çevredeki en bakımlı ve verimli topraklara sahip olmakla övünürlerdi, onlara rızklarını verir ayrıca gidip sattıkları önemli bir fazlalık sağlardı bu topraklar. Hele de bu sonuncu işi yapmaktan Pattig nefret ederdi, sabahın erken saatinde kavunları veya kabakları yüklenip köy pazarında sergilemek, güneşin altında kel kafalı bir müşteri beklemek, binbir alaya göğüs germek… Bir Parth soylusu buna nasıl katlanabilirdi? Bu konuyu bir gün Situay’a açtı, onun yanıtı kesin oldu: “Duayı ve okumayı sevdiğini biliyorum, bundan zevk alıyorsun. Tarlada çalışmak ve köyde ürünlerimizi satmak, Ulu Tanrı’nın hatırı için yapılıyor ve sen o işten kaçmak mı istiyorsun?” Yanıt açıktı. Uzun yıllar 19 topluluğun tarlalarını sürdü Pattig, oysa az ötesinde kendi köylüleri, ürününü almaktan vazgeçtiği kendi topraklarını sürüyordu.

Beyaz-Giysililer’in son derece katı yemek kuralları vardı; et ve içki yasağına uymaktan, sık sık oruç tutmak, hiç hoşnut olmasalar da, dışarıdan gelen yiyeceklere asla el süremezlerdi. Kendi fırınlarından çıkmış mayasız ekmek yerlerdi ve kaçak ekmek yiyen günahkâr sayılırdı.
Yine, yalnız kendi topraklarında yetişen meyveleri ve sebzeleri yerler ve bunlara “erkek bitkiler” derlerdi. Dışarıda üretilen her şey “dişi bitki” sayılırdı ve tarikatın üyelerine yasaktı.
Böyle bir adlandırmaya neden şaşmalı? Dişi olan yasaktır, yasak olan dişidir. Bu, oradaki erkekler için mükemmel bir denklemdi. Sittay’ın vaazlarında dişi sözcüğü, “uğursuz”, “şeytanî”, “karışıklık” veya “ruh için tehlikeli” anlamında kullanılırdı. Kendisi, neden oldukları felaketi açıklamanın dışında, kutsal kitaplardaki kadınların adlarını söylemekten sakınırdı. Kolayca Havva’dan, Saba Melikesi Belkıs’tan ve özellikle Salome’den söz eder ama Sara’dan, Meryem’den, Rebeka’dan konuşmayı istemezdi. Pattig, kısa sürede, hurma bahçesinde, anasından veya karısında söz etmenin iyi karşılanmadığını öğrendi, hatta “doğum” sözcüğü topluluktaki vaftiz töreninden söz ediliyorsa uygundu, yoksa “geliş” sözcüğünü kullanmak daha yerinde sayılıyordu. Oysa, su yolundaki öteki topluluklarda, evliliği yasaklamak yadırganan bir şeydi:
— Vaftizci Yahya evlenmiş değil miydi?
Ancak Sittay, müminlerinin iftiharla sözünü ettikleri çok daha katı kurallar getirmişti; gökyüzüne ulaşmak için zor yol seçilmişse, en iyisi, en fazla acı ve yokluk vereni seçmek değil miydi?
Bu yüzden de Pattig, kendisi yokken Mariam’ın doğurup doğuramadığını ve ne doğurduğunu öğrenmeye kalkışmadı. Pişman olduğu, kararsızlıklar içinde kıvrandığı ya da eski yaşamına dönmek istediği izlenimini vermeden, yeni doğanın yanına gitmek iznini Sittay’dan nasıl alabilirdi ki? Bu yüzden boynunu bükmüş, merakını bastırmış ve artık hiç düşünmez ya da pek az düşünür olmuştu, işte bu nedenle de, Sittay, ailesinin yanına gitmesini emrettiğinde çok şaşırdı.
— Doğan kızsa anasıyla kalsın, ama erkekse yeri bizim yanımızdır, onu sonsuza dek günahkâr ellerde bırakamazsın.
Pattig, Mardinu’ya doğru yola çıktı. Ama yanında koruyucu iki “birader” vardı.
Evinin önüne geldiğinde, parmaklıkların dışında, seslenmek üzere durdu:
— Utakim!
Yalınayak, elinde kundak bezi ile gelen dadı, kazınmış ve sanki ufalmış kafayı tanımak için yaklaştı. Pattig tanımasını bekledi:
— Söyle bakalım Utakim, hanımın doğurdu mu?
— On üç ay gebe dolaşmasını mı istiyordun?
Pattig’in yanındakiler gülümsedi. Kendisi ise soru sormakla yetindi:
— Oğlan mı?
— Evet, obur ve yaygaracı bir oğlan.
Yeni doğandan söz edince, dadının yüzü aniden güldü ama Pattig görmezlikten geldi:
— İsim takıldı mı?
— Adı Mani, sen öyle istemiştin.
— Hanımına söyle, sütten kesilir kesilmez oğlumu gelip alacağım.
Söyleyeceklerini söyledikten sonra, uyurgezer gibi ağır adımlarla, gitmek üzere arkasını döndü. Utakim bağırdı:
— Hanımımın doğumdan sonra yaşayıp yaşamadığını biliyor musun?
Hemen etkisi görüldü. Pattig irkildi, geri döndü, işini tasarladığı gibi bitirememiş olmanın huzursuzluğu ile, konuşmak için kendini sıktı:
— Mariam iyi mi?
Sıra, Utakim’in arkasını dönmesine gelmişti. Tek bir sözcük etmeden yavaş adımlarla eve yöneldi, oysa Pattig kıpırdıyor, onu çağırıyor, durmasını söylüyor, cevap vermesini istiyordu. Dadı sanki sağır olmuştu. Pattig duraksadı, iki arkadaşına baktı, işlerin alacağı şekilden ürken arkadaşları ona gitmelerini önerdi. Ama nasıl yapabilirdi?
Ne olduğunu bilmesi gerekliydi. Çiti geçti, sanki tekrar kendi yuvası olmuş gibi eve yöneldi. İşte o sırada, mutfağın arkasındaki bostanda bulunan Mariam, elini ses borusu gibi tutarak koştu; Utakim çılgına dönmüş gibi umutsuz hareketlerle susmasını, ortadan yok olmasını işaret etti. Pattig’in eve girmesini, bir an için o iki adamdan uzak kalmasını istiyordu ama Mariam onu görmedi. Geri geldiğini sandığı kocasını çağırmaya başlamıştı bile… Pattig, onun hayatta olduğunu görünce, çoktan “kardeşlerinin” yanına koşmaya başlamıştı bile…
Her üçü, beyaz giysilerinin eteklerini toplayarak uzaklaştı. Mariam, onlara yetişemeyeceğini anladı. Genç kadın, gittikçe artan huzursuzluğu ile, Sittay’inkini dışlasa bile, hangi tanrıya sığınacağını bilemiyordu. Oğlunu, buradan uzaklara, kendi vatanı Med’e mi götürseydi? Ama hangi evde yaşayacaktı? Babası ölmüş, erkek kardeşleri evi bölüşmüşlerdi. Kendi evini, topraklarını, hizmetçilerini, günün birinde kocasının geri geleceği umudunu, terk edip, kendisini kabul edecek bir ev bulmak üzere yollara düşemezdi ya! Peki, ne yapsındı? Ortalarda görünmeyen bir babanın, oğlunu götürmesini, sonsuza dek beklesin miydi?
Mariam’ın bu sıkıntılı günleri, Mezopotamya’nın da üzüntülü günleriydi. Oysa o yıl, Romalılar ile Parthlar arasında barış olacağından söz edilmişti. Hatta imparator Caracalla, Artaban’ın kızını istemiş, o da kabul etmişti. Nikâh töreni, her iki hükümdarın bağlılık gösterdikleri tek tanrı olan Mithra Tapınağı’nda yapılacaktı. Kent hem barışı hem düğünü kutlamaya hazırlanıyordu.

Günün birinde, uzun Gaiya gömleği sırtında, muhafızları yanında, askerleri peşinde Caracalla çıkageldi. Selekueia Köprüsü’nü geçer geçmez, askerleri arasından bir çığlık yükseldi. Bu, her Romalı’nın en yakınında bulunan Parthlı’nın üzerine atılması için kararlaştırılan işaretti. Tören giysileri içinde bekleyen soyluların oğulları katledildi, aralarında Mariam’ın aşireti Kamsaragan’a mensup pek çok kişi vardı; sonra sıra, bu tarihi güne tanık olmak üzere gelmiş kadınlı, erkekli ve çocuklu kentlilere geldi. Romalılar yağmaladılar, heykelin uğursuz kehanetini haklı kılmak istercesine başta Nabu’ninki olmak üzere tapınakları ve sarayları yaktılar.

İşte o zaman, söylendiğine göre Artaban ile yedi büyük ailenin reisi, işgalcileri kovmak üzere birliklerini Aspanabra alanında toplamışlardı. Ama neye yarar? Bu bir işgal değildi, bu Caracalla usulü bir hilebazlıktı. Bir saat sonra Romalılar, Mahoze Boğazı’nda karargâh kurmuş olan asıl orduya katıldılar.

Ölümsüzler, seçkinler, peşlerinden gitmek istedilerse de Artaban, Caracalla’nın Parth ordusunu kent dışına çekmek için daha büyük bir tuzak hazırladığına inandığı için, onları alıkoydu.
Üç gün sonra, bir çatışma olmayışının düş kırıklığına uğrayan Romalılar intikam almaya kalkıştılar. Haftalarca, aylarca, Mani’nin birinci yaşı boyunca Caracalla fırtınası, Mezopotamya’yı yerle bir etti, eski kralların lahitlerini yıktı, bağları söktü, köylülerin ve hurma ağaçlarının kafalarını kesti.
Mardinu, mucize olarak kurtuldu. Romalılar kentin varoşlarına kadar gelmişlerdi. Mariam, oğlu, Utakim, hizmetçileri ve kölelerinden bazılarıyla evine kapanmıştı. Önüne geçilemezi, olacakları beklemekteydiler. Ama önüne geçilemez olan şey yol değiştirmişti. Bir gün, sokaklara nasıl yayıldığı bilinmez, Caracalla’nın öldüğü haberi geldi. Mezopotamya’nın kuzeyinde, Harran’da, kendi askerleri tarafından öldürülmüştü. Cinayet, pek de üzüntüyle karşılanmış değildi.
Bu karışıklıkların sürdüğü yıl boyunca Pattig, Mardinu’ya ayak basmadı, haber almaya asla gelmedi. Çok sonraları, Mani üç yaşına bastığında göründü. Önceki gibi, iki “birader” ile birlikte geldi. Önceki gibi, parmaklıkların dışında durdu:
— Utakim! Oğlumu almaya geldim.
Dadı hiç de konukseverlik göstermedi. Kapıya dayanıp, onunla uzaktan konuştu, küçük avlunun öbür köşesinden.
— Mariam ona meme veriyor. Dışarıda bekleyebilirsin. Onları görmek istersen, o başka tabiî…
Karısının, çocuğunu emzirirken çıplak olduğu düşüncesi bile, Pattig’in kızarmasına yetti, arkadaşlarına kendini bağışlatmak istercesine yakaran bir bakış fırlatırken gene de soğukkanlılığını yitirmedi.
— İçeriye girmeyeceğim Utakim, gerekmez. Onu uzun süre mi emzirecek?
— Karın daha yeni emzirmeye başladı. Birini bitirince, öbür memesini verecek. Vakit alır.
— Ben sadece bugünü söylemiyorum. Çocuk dört yaşına basıyor. Acaba daha ne kadar onu böyle beslemeye devam edecek?
— Git ona sor, haydi içeriye gir! Şimdilik yerinden kalkamaz ama bu seninle konuşmasına engel değil.
— Ben bu eve girmeye gelmedim. Sen cevap veremez misin? Sen de gençken çocuk emzirdin.
— Ben çocuğunu emziren onlarca anne gördüm.
Hiçbiri bir diğerine benzemez. Bazılarının o kadar az sütü vardır ki, oğulları doymamışken memeyi bırakır; başkaları çocuklarını yıllarca besler, dördünü bir arada!
Mariam’ın sütü bol, bembeyaz memeleri dolu, sütü kısa zamanda tükenmez.
— Ama çocuğu günün birinde memeden kesmek gerekecek.
— Haklısın efendi, uzun süre emmesi çocuk için de iyi değil. Nevruz’dan önce onu memeden kesmek gerekecek.
— Önümüzdeki Nevruz mu? Ama Nevruz Bayramı daha yeni bitti, daha bir yıl beklemem gerekecek.
— Mani belki daha önce de memeden kesilebilir ama on kere boş yere gidip gelmek neye yarar? Nevruz’da gelirsen çocuk gitmek üzere seni bekler, eşyaları da hazır olur.
Pattig, çiçek açmış badem ağaçlarının gölgesinde evden uzaklaşırken, “biraderler” onu suçladılar.
— Şu yaşlı büyücünün oyununa gelmek için pek saf olmalısın. Güneş altında iki uzun gün geçirdik, dönüşte daha iki günümüz var ve birkaç tatlı sözle baştan savılmayı kabul ettin. Babamız mir Sittay ne diyecek? Beklememiz gerekse bile, çocuğu görmek için diretmelisin.
En azından yaşadığından emin olmak için!
Herhangi bir karar veremeyecek kadar üzgün olan Pattig, geri dönmeyi kabul etti. Utakim’in durduğu küçük avluda Mariam bir denk üzerine oturmuş, taze bir nane demeti tutuyor ve kurumuş yaprakları ayıklıyordu.
“Biraderler” işi iyice alaya almıştı. Pattig kendini aşağılanmış hissetti.
— Yani, Utakim beni aldattı.
Mariam kızardı:
— Oğlumu emziriyordum, şimdi bitti.
— Geldiğimde yeni başlamıştı, uzun sürecekti; daha arkamı döner dönmez bitti, bu naneleri toplayacak vakti buldun, yarısını da ayıkladın bile, öyle mi? Hiç olmazsa oğlumu görebilir miyim?
Mariam telaşla Mani’yi çağırınca çocuk kapı eşiğinde göründü. Orada durdu, inceledi, incelendi. Yüzünde, elbette ki, çocukların ince, henüz olgunlaşmamış hatlarını görmek mümkündü. Ama ilk dikkati çeken, kalın ve kara kaşlarıydı. Burnunun üst kısmında üçüncü bir kaş gibi, bir yay oluşturmaktaydı. Sonra da dik bakışları dikkat çekti, bastırılan heyecan ve binlerce soru dolu bakışlar!
Birkaç saniye sonra yabancıya doğru ilerlediğinde, sağ bacağını sürüyerek yürüdü. Ölü bir dal gibi değil, haşmetli biçimde, bir tören giysisinin kuyruğunu sürürcesine…
Pattig suçlarcasına:
— Topallıyor, dedi.
— Böyle çarpık bacakla doğdu. Onu hâlâ istiyor musun?
Annesinin sesindeki hırçınlığı fark eden çocuk ilerleyip ona sarıldı. Pattig’e parmağını uzatarak:
— Caracalla dedi.
— Ne diyor?
— Caracalla! Onlara söz dinletmek için, babaları olmayan çocuklar Mardinu sokaklarında böyle korkutuluyor. Uyumadıkları, yemek yemedikleri, evden çok uzaklaştıkları, yatağı kirlettikleri zaman Caracalla gelip boğazlarını kesecek. İki yıl önce kuzenlerimi boğazladıkları gibi, küçük büyük burada neredeyse herkesi boğazlayacakları gibi…
— Romalılar’ın Mardinu’ya kadar geldiklerini bilmiyordum.
— Nasıl bir dünyada yaşıyorsun Pattig?
— Ateşsiz, savaşsız bir dünyada.
Sonra duygusuzca devam etti:
— Mani bu dünyada büyüyecek.
— Ya ben Pattig? Kocasız, oğulsuz, nasıl bir dünyada yaşayacağım?
— Tanrı’nın isteklerine güven. Bu çocuğu daha fazla alıkoyma, onu bana ver, ben babasıyım, o bana ait.
Çocuğu almak üzere yaklaşınca, Mariam titremeye başladı. Utakim yetişti:
— Bana önümüzdeki Nevruz’da alacağına söz vermiştin.
— Bana yalan söyleyip aldatan sen, vaatlerden nasıl söz edersin?
Mariam hıçkırıyordu:
— Lütfen Pattig. Yaşadığın yerde onu emzirecek bir sütnine bulamazsın. Birkaç ay daha izin ver, bütün bir ömür onu alıkoyacak değil misin?
Pattig’in yanındakiler binbir çeşit işaretle oğlunu almasını istediler ama Pattig, onca acı çektirdiği karısının gözyaşlarına ve kendisine bir canavar gözüyle bakan çocuğun korkusuna dayanamadı.
Hurma bahçesine döner dönmez, suçlu, Sittay’ın yanına çağrıldı. Kendisini diz çökerek dinlemesini emreden Sittay:
— Bu görevi sana verdimse, en iyi biçimde yerine getireceğine inandığım içindi, dedi. Ama sakın yanılma Pattig, bil ki bu oğul senin değil, bizim topluluğumuzun çocuğudur. O Tanrı’ya ait, yoksa evini ve karını terk ettiğin sırada neden dünyaya gelmesine izin versindi? Bunda, Yüce Tanrı’nın bir işaretini, bir emrini görmüyor musun? Kararımı verdim, bundan böyle Mardinu’ya gitmeyeceksin, çocuğu ben getireceğim. Yarın yola çıkıyorum, on iki birader benimle gelecek ve kadınlarla tartışarak vakit kaybetmeyeceğim.

Amin Maalouf
Işık Bahçeleri
Fransızcadan Çeviren: Esin Talu Çelikkan, Telos Yayıncılık

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz