OTOMOBİLLERDEN VE BUNLARIN BÖCEKLERE BENZEYİŞLERİNDEN SÖZ ETTİM AZ ÖNCE; oysa insanlar hakkında aynı şeyi söylemekle işe başlamalıydım. Bizleri karıncaya, ateşböceğine, arıya, sineğe ya da peygamber devesine benzeten masalları kastetmiyorum.
Ben, fiziki benzerlikten söz ediyorum.
Her karşılaştığım insanı, bir böceğe benzetme gibi bir huyum var. Nitekim, Andre’nin arkadaşı bana, antenleri ölçüsüz biçimde yassılaşmış körpe bir kızböceğini hatırlattı. Bunu yazmaktan utanıyorum çünkü birkaç yıl sonra bunu ona söylemiştim ve o da o böceği göstermemi isteyerek gülmüştü.
Ona, insanları tanımakta, marazi bir yeteneksizliğim olduğunu söylemiştim. Her gün Müze’de gördüğüm bir meslektaşıma yolda rastlayıp da kim olduğunu çıkartamadığımı, çünkü onu her zaman gördüğüm yerden farklı bir yerde, sırtında beyaz gömleği olmadan, karısı ve çocukları ile gördüğümü; öğrencilerim konusunda belleğimin gülünç denecek kadar ayırımcı olduğunu, öğrencilerimden biriyle yaptığım konuşmayı ve ileri sürdüğü fikirleri, on yıl sonra ayrıntılarıyla anımsadığımı ama bu öğrencileri konuşmamızdan bir saat sonra sokakta gördüğümde tanıyamadığımı anlattım. Sanki benim için insanlar, manevi ve fikri yönden bütün netliği ile tanınabilecekken, fiziki yönden belirsizdiler.
Bu yüzden, sayısız düşman edinince, kendi bulduğum bir bellek tekniğini geliştirmeye başladım. Binlerce kınkanatlının özelliklerini, diğerlerinin ancak mikroskop altında seçebildiklerini daha ilk bakışta ayırdedebildiğimden ve her beşeri varlığın bir böcek türüne benzediğini saptadığımdan, sorun, benim için çözümlenmiş oldu. Artık her bireyin şifreli bir adı vardı. Söylediklerime inanmak zorunlu değil ama eczacıma fırında rastladığımda, onu tanımanın tek yolu bu oluyor.
Andre’nin arkadaşına gelince, sanırım adının Emmanuel Liev olduğunu söylemedim. O tarihte, hemen hemen tanınmıyor gibiydi. Karşılaştığınızda, ilk sözlerini hâlâ anımsıyorum:
—Size, benimle birlikte yaşlanan ağaçları göstermek isterdim ama bizim cinsimiz soğuğa hiç dayanıklı değildir; özellikle Vallauris cinsi! Bak sen Andre! Seni, kasımdan marta kadar bir koltukta kış uykusuna yatarken görür gibiyim. Ama belki de genç dostunun önünde böyle konuşmamam gerek. Bizi affedin efendim, ben Ândre’yi on iki yaşındayken tanıdım, ben de on dört yaşımdaydım. Ona, sırf canını sıkmak için “Ufaklık” derdim ve bu üstünlüğümü hep korudum.
Bu iki yetişkin arasında kendimi yeniyetme gibi hissetmekten daha doğal ne olabilir? Ama Andre’ye bir tuhaf bakmış olmalıyım. Orada öyle şaşkın, suskun, sıkılmış, büzülmüş duruyordu. Ona öyle bakarken aniden çocuğu, dostunun söylediği “ufaklığı” görür gibi oldum ve ona sanki asla çocuk olmamış, kundakta bebek olmamış gibi hep koltuğunda oturan zaman dışı bir sfenkmiş gibi baktım. Omzuna vurulan birkaç samimi darbe, yetişkin kabuğunun ardından ufaklığın meydana çıkması için yetti. Eve girdikten sonra bundan sıyrılabildi ve kendini en geniş koltuğa bırakınca, görüntü silinip her zamanki Andre ortaya çıkmış oldu.
Emmanuel Liev Cenevre’deki çocukluk günlerini bir yana bıraktı, neşeli gülüşleri duruldu, yerini düşünceli bir gülümseyişe bıraktı. İki kaşının arasında iki bilge çizgisi! Konuşmaya başlayınca, Vallauris’e özellikle döndü ama bakışları, kibarca birimizden diğerine gitti:
—Anlattıklarını, dünden beri azıcık düşündüm ve sanırım kaygıların benim çok eskiden duyduğum endişelerle aynı. Belirtileri aynı biçimde okumasak da aynı kötülüğü görebiliyoruz.
“Şu Hintli doktorların söz konusu ettikleri “Erkek çocuklar hastahanesi”ni ele alalım; konu vahim ve seksenli yıllara kadar uzandığına göre eski! Böyle bir uygulama iğrenç de olsa, genelde yasal olduğuna göre, doktorlar, aileler ve aynı zamanda resmi makamlar için ahlaki bir çıkmaz oluşturmaktadır. Doğacak çocuğun kız olduğu anlaşılınca, çocuk düşürücü bir hap yutuluyor.
Ne anne, ne de doktor bunun cinsiyet ayırımcılığı olduğunu itiraf edecektir. O iş, kadın hakları savunucusuna düşer. Ahlaki bir çıkmaz ama bugüne kadar nüfusa büyük etkisi olmamış. Çocuğun cinsiyetini kesin ve erken olarak saptamak artık bugün olasıdır ama pahalı bir yöntemdir. Sadece zengin ülkelerde yaygındır. Diğer ülkelerde, ufak bir kesim, sadece zengin olanlar bu yönteme başvurmaktadır. Kadınların hemen hepsi, ister zengin ülkelerde ister fakir ülkelerde yaşasın, çocuklarının cinsiyetini merak ettikleri için, babaya “kız olacakmış” ya da “erkek olacakmış” veya “üçüz doğacakmış” demek için öğrenmek istemektedirler. Ama aralarından kaçı, şu cinsiyetteki çocuğu istemediği için işi kürtaja kadar götürür? Sanırım pek azı! Ahlaki açıdan çıkmaz, aynı çıkmazdır ama nüfus sayısı açısından anlamlı olduğunu pek sanmıyorum. Gerçi elimde kanıt yok, “çoğunluk” gibi, “çok” gibi ya da “çok az” gibi sözcükleri rasgele söylediğimi biliyorum. Ancak yargıç gibi konuşacak olursam derim ki: samimi düşüncem, tehlikenin başka yerde olduğunu söylemektedir.
O sırada, bir servis arabası iten yaşlı bir hanım girdin içeriye. Öylesine şık ve zarifti ki, gençliğinde bundan fazlasını olamazdı. Gelen İrene Liev idi. Andre elini öptü, sonra gülerek iki yanağını. İrene hepimize kibarca selam verdiyse de asıl Vallauris’e seslendi:
—Size tabaklarda bir şeyler hazırladım. Böylece, yiyeceklerin azlığını farketmeyeceğinizi düşündüm. Şarap da getirdim.
Tabağını ve bardağını, bunlara el sürmeden bırakan Emmanuel’in yanına oturdu.
—Biz başlayabiliriz dedi. İhtiyar konuşurken ne içmesini, ne de nefes almasını bilir.
“İhtiyar” sevecenlikle, okşayarak bileğini tuttu:
—Tehlike başka yerde demiştim. Bir süre, senin dikkatini çekenden farklı bir alanda var olduğunu düşündüm. Yetmişli yıllarda, Afrika’da, bir kızıl salgını kadar doğal ne olabilir? Az kurban, az sıkıntı, medyaya hiçbir şeyin yansımaması! Ancak bazı bilim adamları için bir fırtına!
“Kızıla yakalanan kadınların sadece erkek doğurdukları gözlemlenmiştir. Başka ülkelerde, başka gözlemlerde bulunuldu, her türlü salgın hastalık ile durum biraz daha iyi anlaşılır oldu. Konuyu size açıklayabilecek kadar yetenek ve bilgi edinmedim ama ana fikir şudur: kadın, hastalıkla savaştığı dönemde, bazı antikorlar üretiyor ve bunlar bir virüs ile savaşırcasına kadının taşıdığı cenine saldırıyor. Bazı hastalıklar da Afrika’daki kızıl gibi – kızlara saldırıyor, bazılarında da oğlanlara. Yani kuramsal olarak bir kadın kızlara ya da oğlanlara karşı bağışıklık kazanabiliyor. Bu konuda araştırmalar sürdürülmüş ve sanırım bir ara bir aşı yapımına da gidilmiş. Evet ya, aşı! Bir iğne, bir hacamat ya da belki bir hap! Oğlan olması istenilirse, kızlara karşı aşı olunuyor ve artık hiçbir dişi cenin gelişemiyor.
“Ama şu “erkek çocuk hastahanesi” üzerinde durmama izin verin. Pahalı bir teknik uyguladıkları ya da çocuklarının cinsiyetini öğrenince hüsrana uğrayanların gebeliklerine son vermede duraksadıkları için tehlikenin azaldığını söylemiştim. Ancak bu aşı imal edilecek, yaygınlaştırılacak olursa, cinsiyetin erken saptanmasına ya da kürtaja hiç gerek kalmayacak. Bu ayırımcı doğum hapı almak gibi bir şey! Bazı ülkelerde, bazı çevrelerde, cinsiyet dengesi ağır bir darbe yemiş olmaz, ama dünyanın büyük bir kısmında bir felaket yaşanır. Sonuçlarını düşünmek bile istemiyorum.
Sustu. Birkaç saniye düşünceye daldı. Gülümsemeden önce ilk şarap yudumunu içti.
—Neyse ki araştırmalar sürüncemede kaldı. Bir meslektaşım çok zorlu teknik güçlükler olduğunu söyledi.
Günün birinde bu teknik güçlükler aşılacak olursa, işte o zaman felaketlerin en büyüğü! Ama aşının imal edilmediği ve bu yakınlarda imal edilmeyeceği hemen hemen kesin gibi. Bir yıldır, bu konuda içim rahat. Ne var ki başka endişe konularım var.
Bakışlarını kadehinin dibine dikti, geleceği okumak istercesine…
— Bu kız-karşıtı aşı düşüncesi canavarca bir düşünceydi ama bazı kafalarda daha canavarca düşüncelerin oluşmasına yol açtı.
“Her şey, inekler üzerinde yapılan, görünürde zararsız bir deneyle başladı. Birkaç yıl önce, laboratuvarlarda hazırlanan yapay döllenme yoluyla, boğaların spermlerinin dişi veya erkek üretecek biçimde değiştirilebileceği keşfedildi. Diğer cinslere, bu ara insanlara da uygulanabilecek bir yöntemdi. Sonra, cinsiyeti değiştirecek bir madde zerkiyle, doğrudan hayvanın üzerinde deney yapılıp yapılamayacağı araştırıldı. Araştırmalar nispeten hızlı oldu. Boğaların gücünü ve verimliliğini artıran, bir bakıma erkek doğurtan spermalara, dişi doğmasını olanaksız kılan bir çeşit “doping” yapıldı.
“Sonuç istenilenin tersi oldu çünkü başlangıçta amaç, süt verdikleri ve doğurdukları için daha fazla kazanç sağlayan ineklerin doğmasını sağlamaktı. Araştırmacıların çoğu, tasarının rafa kaldırılmasını uygun gördüler, kaldı ki deney yapılan hayvanlar, tehlikeli biçimde saldırgan olmuşlardı. Ama bir takım açıkgözler, özellikle boğa güreşinde, bu işin kazançlı olabileceğini düşünerek o maddeyi, deve gibi, horoz gibi diğer güreşen hayvanlara da uygulayabileceklerini ileriye sürdüler. Neden günün birinde insanlara da uygulanmasın?
Sadece ringlerde boy gösterecek canavarlar yetiştirmek için değil, ama aynı zamanda milyonlarca ailenin geleneksel arzusu olan erkek çocuğa sahip olma “zorunluluğunu” da tatmin etmek için!
“Bu aşamada, işler daha ileri gitmeden birileri müdahale etti. Söylendiğine göre bazı biyoloji uzmanları telaşlanıp, tanınmış bilim adamlarını, din adamlarını, siyasetçileri harekete geçirdiler. Bunları sizlere söylenti olarak aktarıyorum çünkü ne isim, ne laboratuvarın bulunduğu ülke hakkında – bir tahmin olsa da – fazla bir şey biliyorum. Ama önemli değil. Önemli olan, bir kararın alınmış olması. Proje durduruldu, fonlar başka alanlara kaydırıldı ve ekip dağıldı. O günden beri ayırımcı doğumdan her söz edilişte, kulakları dikiyorum.
Çünkü bilgiler hazır, alıcılar var ve kazanç hırsı soydaşlarımızı kör ediyor. Nasıl kaygılanmazsın?
—Sizi dinleyen, bu işten kaçınılmayacağını sanacak.
Bu çıkışımdan yararlanan Emmanuel Liev, bir yudum daha içti sonra başını salladı.
—Dostum Andre, benim gibi, bütün canavarların olasılığından ve önlem alınmazsa hiçbir şeyin kaçınılmaz olmadığından sözedecektir. Soruya, daha doğrudan cevap vermek gerekirse, b uygunsuz maddenin teknik açıdan imal edilebileceğini ve belki de doksanlı yılların ortalarından itibaren imal edilmiş olduğunu söyleyebilirim. Günün birinde, tamamiyle kullanılır hale geleceğinden eminim. Asıl sorun bunun ne zaman olacağıdır.
Asıl soru, erkekler ile kadınların, bunu bilinçli biçimde kullanabilecekleri olgunluğa eriştiklerinde, gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini bilmektir. İnsanları olgunlaşmamış diye nitelemek için, kim oluyorum diyebilirsiniz. Yanıtım, yetmiş üç yaşında yaşlı bir keçi olduğum ve yıllar geçtikçe insanlığın en eski davaları en modern araçlarla nasıl çözümlediğini gözlemek fırsatını bulduğumdur, 1000 yılının savaşları, 2000 yılının silahları ile çözümlenmeye çalışılıyor. Atomda müthiş bir enerji bulunuyor ve bununla yok edici mantarlar üretiliyor. Şu “madde” imal edilecek olursa, uzun çalışmalar sonucu en hassas tekniklerin meyvesi olmayacak mı? Neye yarayacak? Beş kıt’ada milyonlarca ve milyonlarca kız çocuğunun yok edilmesine yarayacak; çünkü hıyarlar döneminden kalma aptalca bir geleneğe göre, aile erkek soyundan iniyor. Bir kez daha, eskimiş bir davanın emrine giren çağdaş bir araç!
“Evet biliyorum, zihniyet tekniklerle gelişir, birbirini sürükler ve izler. Ancak her biri aynı hızla gelişmez. Bazen, tehlike görüldüğünde, tekniklerin ilerlemesini ya da yayılmasını durdurmak gerekir. 1945 yılında atom bombası kullanılır hale geldiğinde, onu tam bir bilinçsizlikle kullandılar. Savaşın sonucunu değiştirmedi, sadece Pasifik’teki savaşı kısaltarak binlerce ölüme yol açtı. 1943’te kullanılabilir olsaydı, Hitler onu Londra’ya, Moskova’ya, New-York ve Washington’a karşı kullanırdı. Tarihin akışı değişir ve ailelerimiz, sevgili Andre, İsviçre’ye sığınmaya fırsat bile bulamazdı. Burada yeni bir gerçeği açıklamıyorum, sadece zaman faktörü üzerinde durmak istiyorum. Bombanın hiç yapılmamış olmasını isterdim, ya da iki yüz yıl sonra yapılmasını. Ama iki yıl önce gelmemiş olmasına seviniyorum. Ağır ve pahalı bir teknik olmaya devam ettiğini biliyorum ve şayet yayılacaksa, olabildiğince yavaş olmasını diliyorum. Şu lanet madde için de durum aynı. Otuz yıl sonra yaygınlaşacak olursa, insanlığın onu kötüye kullanmayacağını ümit etmek istiyorum. Ama bugün? İçinde yaşadığımız dünyayı görmüyor musunuz?
O tarihte neyi kastettiğini pek anlamadığımı itiraf etmeliyim. Andre’ye kaçamak bir bakış fırlattım, dalmış, sakalını sıvazlıyordu. Sonra İrene Liev’e baktım.
Soru sordu:
—Bu uğursuz sonuca ulaşılacağı bilinirken, araştırmaları daha önce kestirmek gerekmez miydi?
—Her şey olup bittikten sonra bunu demek kolaydır. Bugün bile hiçbir bilim adamı, hiçbir resmi makamın burnunu araştırmalarına sokmasını istemez. Genç dostumuz da bunu doğrulayacaktır. Kaldı ki, suçlanan, araştırmanın kendisi değil. Kaymasın diye bir arabanın dört tekeri çıkartılmaz. Kullanım biçimini değiştirmek daha kolay değil mi?
“Kendi dalımdan örnek vereyim. Meslektaşlarım arasında ömrünün yirmi yılını, daha ağır çeken, gittikçe daha ağır çeken elmalar yetiştirmeye vermiş biri var.
Gerçi daha ağır çeken, tatsız ve tek meziyeti pek de namuslu olmayan bağcılara daha fazla para kazandırmak olan elmalar. “Bir diğer meslektaşım, Venedikli bir kadın. Otuz yıllık deneyimden sonra, belirli bir pirinç biçiminin hacmini, içerdiği vitamini değiştirmeden, artırmayı başardı. Onun sayesinde iki yüz milyon insanın beslenme biçimi daha iyi oldu.
“Bu iki araştırmacı aynı kitapları okudular, aynı temel keşifler yaptılar, aynı teknikleri kullandılar. Ama aynı biçimde yararlanmadılar.
Amin Maalouf
Beatrice’den Sonra Birinci Yüzyıl
Çeviren: Esin Talu – Çelikkan, Telos Yayıncılık