Tezer Özlü: Odalardaki antika demir karyolalar, duvardaki tablolar -her şey ölüyor

Uzakta şimşekler çakıyor ve havada bir serinlik seziliyor. O kente gittiğimde de böyleydi hava. Yağmur yağıyordu. Ufukta şimşeklerin çakıp çakmadığını bilmiyorum yalnız. Odam beton bir avluya bakıyor. Dört yönde de büyük yapılar yükseliyor, çevreyi kapatıyor.

Gökyüzünü görebilmem için başımı kaldırmam gerekiyor, oysa bana başımı eğmek daha kolay geliyor. Taş avluya bakıyorum. Evlerin her birinin balkonları var. Kullanılmayan birtakım eşyalar buraya atılmış. Her birinde üzerleri tozdan sararmış çiçekler var. Bu balkonlarda birbirlerine benzeyen ihtiyar kadınlar görüyorum sabahları. Saçları ağarmış. Kısa kollu giysileri var. Sabahları balkonda halıları dövüyorlar. Hep bu seslerle uyanıyorum. Konuşmalarını anlamıyorum. O da bir başka gürültü. Sonraları odamın camının dışardan tahta kepenkleri olduğunu ve bir de içeriden tahta kapakları bulunduğunu farkettim. Yatmadan önce bunların hepsini kapatıyordum. Çünkü bu büyük kentte de en büyük kaçışı uykuda buluyordum. Ev sahibesi çok ihtiyar bir kadin. Ama bıyıkları çıkmamış —sokaklarda ve kahvelerde gördüğüm ihtiyar kadınların çoğu bıyıklıydı. Bunlar ya köşe başlarında kendileri gibi yaşlı bir dostlarıyla uzun uzun konuşuyorlar, ya da yaşlı kocalarıyla —bunların hemen hepsi bastonlu ve şapkalı— kahveye geliyorlar, bir köşeye oturup, hemen hiç konuşmadan, hiç bir şey yapmadan, öyle bakınıyorlar ve sonra küçük adımlarla kolkola çıkıp gidiyorlardı.
Benim ev sahibem sokağa çıkamayacak kadar yaşlıydı. Kahvede kendisi gibi yaşlıların oturduğunu söyledim ona. «Ben öylesine yavaş yürüyorum ki, herkes bana bakıyor,» dedi. Bu büyük karanlık evin birçok odaları var. İçeride her şey eskimiş, yaşlı sahibesi ile ölmek üzere. Karanlık uzun koridor. Gıcırtıyla açılan kapılar. Odalardaki antika demir karyolalar. Duvardaki tablolar — her şey ölüyor. Caddenin yüksek ağaçları ön odaların camlarını örtüyor. Hiç durmadan akan otomobillerin yalnız gürültüsü duyuluyor. Arasıra uğrayan kapıcıdan başka gelip giden kimse yok. Yatak odasının camının önüne kuşlar birikiyor, ihtiyarın koyduğu yiyecekleri bitirince uçup gidiyorlar.
Kuşları aptal buluyorum, dedi bana.
Onlara ne anlatmak istediğini anlayamadım.
Akşamları onun masasının kenarında oturuyorduk. Evin ışıkları da soluktu. Odada antika eşyalar var. Duvarda büyük bir saat asılı. O, bu saati oturduğu yerden bastonunun ucuyla düzeltiyor, ikimizin konuşabileceğimiz bir dil var, ama o ağır işittiği için beni duymuyor zaten. Duyabildiklerini de hemen sonra unutuyor. —Ne büyük bir mutluluk.— Bu dili çok eskiden öğrenmiş. Bana her gün aynı şeyleri söylüyor. Ara sıra yeni bir sözcük veya bir cümle buluyor, o anda çok seviniyor.
İşittin mi, çok uzaklardan kelimeler gene geliyor, anımsıyorum, diyordu. Anlattıklarında kendisi hep ufacık bir çocuk. Gözlükleri ve titreyen dudaklarını görüyorum. Beyaz yüzü çok buruşuk. Burnu büyük. Kamburu üzerinde siyah bir şal. Bu kadın çocukluğunda da bu kadar ihtiyardı, diye düşünüyorum. Çoğunlukla o da konuşamıyor. Bugün kelimeleri kaybediyorum, diyor.
Geç saatlerde odama çekildiğimde her şey sessiz oluyor. İçinde yaşadığım kent, bugüne değin içinde yaşamış olduğum tüm kentler siliniyor, geriye çocukluğum bile kalmıyordu. Yalnız bu ihtiyarın kendisi gibi yaşlı bir adamla, karanlık bir odada, geniş bir yatakta yattığını, ikisinin de bedenlerinin çok gevşemiş olduğunu, her şeyi unuttuklarını, ara sıra yerlerde sürünerek camdan kuşlara yem verdiklerini, hiç bir şey yemediklerini ve sürünerek benim odama değin gelebileceklerini, kim ve ne olduğumu anlayamadan, ikisinin birden üzerime eğilip gülümseyeceklerini, belki de bana yapışacaklarını düşünüyordum. Bu bana korku veriyordu. Yatakta öyle yatıyorum. Simsiyah dar koridor. Eski kokan, havasız boş odalar. Giriş kapısının yanındaki kimsenin bir şeyini asmadığı tahta elbise askısı. Kapkara bir sessizlik. Sabaha doğru ihtiyarın öksürdüğünü duyuyorum. Ardından hiç bir şey.
Yatağımın altına değin sızan otomobil gürültüsü uyandırıyor beni. Şimdi odam gece gibi karanlık. Ev sahibesi öksürmüyor. O şimdi pencerenin başına oturmuş, her gün bir başka yanını diktiği sararmış gömleği dikiyordur. Ve sabah kapıcının getirdiği reçeli mutfağa koymuş, gidip onu kaşıklıyordur. Günlük uğraşıları arasında en büyük yeri alır bir kutu reçel kaşıklamak.
Caddeleri biliyorum. Büyük gürültü çıkaran arabalar şimdi kentin ve ülkenin her bir köşesini sarmış durumdalar.
Bugün pazar.
Meydana ilk geldiğimde gecenin geç bir saatiydi. Yağmur yağdığı için, arabadan iner inmez şemsiyeli bir garsonla karşılaşmış, ister istemez kahveye girmek zorunda kalmıştım. İstasyonlarda da yağmurlu günlerde insanları şemsiyelerle karşılayıp, pahalı otellere götürüyorlardı. İçerisi kalabalıktı. Barın önünde durmuş, içenler vardı. Köşede üst kata merdivenler çıkıyordu. Orada da oyundan dönmüş tiyatro oyuncuları içiyorlardı. Çevresi kapalı bir meydandı bu. Gizli.
Şimdi orayı arıyorum. Bir kiliseyi kendime yön olarak alıyorum. Oysa her sokakta bir kilise var. Her sokak dar. Birden nehre kadar geliyorum. Derinde akışı belli olmayan bir su. Üzerinde birçok köprüler var. Geri dönüyorum. Bir tiyatronun arka kapısının önünden geçiyorum. Karanlık bir barın içine doluşmuş, televizyonda maç seyreden birçok adam. Kapalı antikacı dükkânları. Kahverengi uzun giysili ve ayağı sandallı bir papaz. Gene dar sokaklar ve birden meydandayım.
Aynı kahveye oturuyorum. Meydana inen sekiz ayrı sokak var. Şimdi bunların her birine ayrı ayrı bakıyorum. Oval bir meydan burası. Çevresi eski yapılarla kaplı. Bir kilise, birkaç lokanta, iki de kahve var burada. Her iki uçta, birbirinin eşi büyük beyaz çeşmeler. Çeşmelerin çevrelerine oturtulmuş insan heykellerinden sular fışkırıyor. Tam karşımda yüzleri solmuş kırmızı yapılar. Çatı katlarını çiçekler sarmış. Ortada, insanlar ve atlar üzerinde bir sütun, yükselen üçüncü bir çeşme. Sıralardan birinde ihtiyar bir adam uyuyor. Laternasını at arabasına yerleştirmiş bir dilenci geliyor. Biraz çalıp, para toplamadan gene gidiyor.
Her gün buraya geliyorum. Her kez meydanı bulmakta güçlük çekiyorum. Ya birden karşıma çıkıyor, ya da beni dar sokaklarda dolaştırıyordu. Eve dönmek için de yola çıktığımda, bazen dönüp dolaşıp, ana caddeyi ararken, gene meydana gelmiş oluyorum. İşe gidermiş gibi geliyorum buraya. Hiç bir şey yapmadan oturup bakıyorum. Karşıda gazeteci kulübesinde şişman bir kadın çalışıyor. Gazete satışıyla ilgilendiği yok. Ufacık delikten her zaman birisiyle konuşmakta. Faytonlar içinde Amerikalı turistler —çoğu ihtiyar ve serin havalarda bacaklarının üzerlerine battaniye örtüyorlar— çevreye sırıtarak bakıp, meydanda bir kez dönüp gidiyorlar. Akşam üstleri çeşmelerin çevrelerini çocuklar sarıyor. Havalar ısındıkça, meydan sessizliğini yitiriyor. Ama çevredeki yapılar gene bomboş sanki. Ve çeşmelerden sular hep aynı yavaşlıkta akıyor. Artık bütün milletler buraya geliyor. Almanlar açık arabalarda balonlar uçurarak, durmadan meydanın çevresinde dönüyorlar. Hollandalılar büyük uzun otobüslerde gelip, karınca gibi meydanı sarıyorlar. İngilizler iki katlı otobüslerde gelip, tek tek meydana akıyorlar. Amerikalılar tüm lokantaları sarmış, durmadan yiyiyorlar. Çocuklar oyunlarını gecenin geç saatlerine değin kesmiyorlar. Fotoğrafçılar Amerikalıların resimlerini çekiyorlar fayton üstünde. Otomobiller düdüklerine basarak meydanın çevresinde dönüyorlar. Çocuklar da düdükler çalıyor. Papazlar bile geç saatlere değin kahvelerde şaraplar içip, sonra durmadan çeşmelerin arasında geziniyorlar. Ve bütün bu insanlar çok keyifli.
Meydandan ayrılıyorum. Orayı sarmış olan insanların gürültüsü kapalı meydandan dışarı sızamıyor.
Odamdan hiç çıkmıyorum. Öylesine yavaş yürüyorum ki, insanlar bana bakıyor. Perdeleri bile açamıyorum. Perdeler çok eski, ben çektikçe yırtılıyorlar. Onları babam satın almıştı. Ben çocukken. Kuşları vardı babamın. Büyük bir oda dolusu. Onlara İsmail bakardı. Gilda benden daha gençti. Çok da güzeldi o. Telefonun zilini duyabileceğim gibi ayarlattım. Ama açınca konuşanların sesini duyamıyorum. Kim bana ne söyleyebilir? Ben kimi duyabilirim? Her gün reçelim geliyor ve mutfağa gidip gelip onu kaşıklıyorum. Gazetede sokaklarda uzun saçlı erkeklerin dolaştığını okudum. Acaba kadın mı onlar? Ne kadar isterdim görmeyi uzun saçlı adamları. Koridorun sonundaki sandık odasına gidip, merdiveni getirebilsem. Saati kurabilmek için. Ama üzerime düşer de bacağım kırılır diye korkuyorum. Gilda’nın da bacağı kırılmıştı. Sonra öldü. Yoksa o öteki kızkardeşim miydi? Bastonla saati kurarken, yelkovanını kırmaktan korkuyorum. Günler ve ayları saate göre hesaplıyorum. Bunu nasıl yaptığımı bilmiyorum ama arasıra elime gazete geçtiğinde, gazetenin tarihi benim hesabıma uyuyor.
Bütün olaylar benim dışımda olup bitti, ben yalnız günleri ve saatleri bildim. Güneşli pazar günlerinde Gilda’yla kahveye giderdik. O çok konuşkandı. Her şey donuk ve zaman dışında oluyor. Ama ben niçin bastonumu saate uzatıyorum? Şimdi sokaklarda uzun saçlı erkekler dolaşıyormuş.
Öğleden sonraları uzanıp yatıyorum. Uyuyup uyumadığımı bilmiyorum. Üzerime bir gazete örtüyorum. Gözlüklerimi çıkartmıyorum. Vücudum öylesine gevşedi ki, kuşlara yem verebilmek için artık iki elim ve bacaklarım üzerinde pencereye değin emekliyorum.
Dizlerimin üzerinde durup, camdan bir an elimi uzatabilmek çok güç. Yemlerin yarısı kafamdan aşağı dökülüyor. Böylece emekleyerek mobilyalar arasında dolaşıyorum.
Yere damlamış reçelleri yalıyorum. İhtiyar ev sahibesi öksürmüyor. Belki de çoktan öldü. Gözlüklerim gözümde. Onu görüyorum işte. Aralık kapıdan içeri giriyor. Sırtında, kamburunun üstünde siyah şalı. Emekleyerek birbirimize yanaşıyoruz. Kuş yemlerini birbirimizin ağzına vermeye çalışıyoruz.

(1967)

Tezer Özlü 
Navona Alanı
Eski Bahçe Eski Sevgi

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz