Schopenhauer: “Rahatsız etmeyin de dinleneyim” uyuyanların ve ölülerin şiarıdır”

SchopenhauerOkumuşların Cehaletine Dair
Kendileri dışında sair herkes hakkında en az fikre sahip insanlar yazmaktan ve okumaktan başka işi olmayan insanlardır denebilir. Eğer elinden okumaktan ve yazmaktan başka bir şey gelmeyecekse insanın okuma yazma bilmemesi daha iyidir. Umumiyetle elinde bir kitapla dolaşan aylak bir adam gerek etrafında olup bitene, gerekse kendi kafasının içinden geçenlere dikkat kesilme gücünden veya isteğinden o ölçüde mahrumdur (bundan emin olabiliriz). Böyle birisinin idrakini-anlayışını kendisiyle birlikte cebinde dolaştırdığı yahut evinde kütüphanesinin raflarında bıraktığı söylenebilir. Herhangi bir konuda özgürce aklını kullanıp bir yargıya varmak ona zor gelir. Okunabilir birtakım şekiller üzerinde gözlerini gezdirirken mekanik bir şekilde nazarı dikkatini celp etmedikçe’ herhangi bir tespitte/müşahedede bulunmak, neticesini bir mülahaza olarak ortaya atmak ona ağır gelir.

Düşünce yorgunluğu onu yıldırır; böyle bir alışkanlığı olmadığı için bu ona tahammül edilmez gelir. Bu yüzden o zihnin boşluğunu dolduran ve mütemadiyen birbirini iptal eden sözcüklerle yarı yarıya biçimlenmiş imgelerin birbirini sınırsızca bıktıncı takip edişinden hoşnut, yan gelip yatar.
Birçok durumda öğrenim aklıselim için bir kaplama yahut ciladan, hakiki bilgi için bir ikameden başka bir şey değildir. Kitaplardan tabiata bakarken kullanılacak “mercekler” yerine, çok kere onun güçlü ışığını ve biteviye değişip duran manzarasını zayıf gözlerden ve tembel mizaçlardan uzak tutmak için perde olarak yararlanılır. Kitap kurdu etrafına kelimelerden örülü basmakalıp hükümlerden bir ağ örer ve etrafındaki eşyayı sadece başkalarının zihinlerinden yansıyan pırıltılı gölgelerinden görür. Tabiat onu şaşırtır. Kelimelerin ve uzun, basmakalıp tariflerin kisvelerinden sıyrılmış gerçek nesnelerin bıraktığı izlenimler onu sersemleten darbelerdir; onların çeşitlilikleri dikkatini dağıtır, süratleri onu mecalsiz bırakır; etrafındaki dünyanın (ki ne onu şaşırtıcı değişimleri içerisinde takip edecek gözlere, ne de onu değişmez ilkelere irca edecek idrake sahiptir) telaşı, gürültüsü, pırıltsı ve baş döndürücü hareketi onu yıldırır ve çarnaçar ölü dillerin dünyasının yeknesaklığına ve durgunluğuna, alfabenin harflerinin daha az irkiltici ve daha fazla anlaşılabilir terkiplerine sığınır.
Güzel, tam isabet. “Rahatsız etmeyin de dinleneyim” uyuyanların ve ölülerin şiarıdır. Felçli bir kimsenin altından koltuğunu çekip değneklerini bir tarafa bırakmasını, yahut bir mucize olmaksızın, “döşeğini sırtlanıp yürümesini” istemek ne ise, bilginim diye geçinen okurdan kitaplarını bir tarafa bırakıp kendi kendine düşünmesini beklemek de odur. O kitaplarına zihni-fikri dayanak diye sıkı sıkıya sarılır; ve onun kendiyle baş başa kalma korkusu bir boşluktan duyulan ürküntü yahut dehşete benzer, nasıl ki diğer insanlar alelade havayı teneffüs ederlerse, o da ancak bilgi addettiği şeylerin atmosferinde yaşayabilir. Onun aklı ödünç alınmış bir şeydir. Kendine ait fikirleri yoktur, ve başka insanların fikirleriyle yaşamak zorundadır. Sert içki alışkanlığı nasıl midemizi tahrip ederse fikirlerimizi yabancı kaynaklardan devşirme alışkanlığı da “içimizdeki bütün tefekkür kuvvetini bitkin ve mecalsiz düşürür”. Aklın melekeleri kullanılmadığı, yahut alışkanlık ve otorite ile kısıtlandığı zaman, kayıtsız, uyuşuk, düşünce yahut eylemin amaçları için elverişsiz hale gelirler. O halde okumuşların tembelliği ve cehaleti ile örülü bir hayatın, gözler boşluğa kapanıp kitap cansız elden düşünceye kadar, mısralar ve heceler—öyle ki bilinmeyen bir dilin yazıları olmuş olsaydılar ancak bu kadar fikir ya da alaka uyandırırlardı—içine gömülerek geçen bir ömrün hâsıl ettiği bitkinlik ve bezginliğe hayret edebilir miyiz? Hayatımı böyle rüya görmekle uyanıklık arasında tüketmektense, “bütün gün Phoebus’ün gözü önünde ter döküp, geceleyin Elysion çayırlarında uyuyan” bir ağaç oymacısı, yahut en hakir bir rençper olmayı tercih ederdim.
Sadece okuyarak yazan bir yazarın bütün etkinliği okumaktan ibaret okurdan farkı, birinin okuduğunu diğerinin bir başka yerden okuyup yazıya dökmesinden ibarettir. Okumuşlar edebiyat âleminin ağır işçileridirler sadece. Özgün bir eser vücuda getirmek üzere onlardan çalışmaya koyulmalarını isteseniz yapamazlar, başlan döner; nerede olduklarını şaşırırlar. Yorulmak bilmez kitap okuyucuları bütün ömrü suret çıkarmakla geçen tablo kopyacılarına benzerler, ki kendilerine ait bir şey yapmaya kalkıştıklarında tabiatın canlı biçimlerini çizebilecek kadar çevik bir göze, sağlam bir ele ve parlak renklere sahip olmadıklarını görürler.
Klasik eğitimin mutat sınıflarından geçmiş ve her şeye rağmen cevvaliyetini kaybetmemiş olan herhangi birisi kendisini çok sınırlı bir kurtuluş imkânına sahip biri olarak düşünebilir. Okulda parlak çocukların büyüyüp de hayata atıldıklarında aynı basanların arkasını getiremedikleri hep söylenegelmiştir. Bir çocuğun okulda öğrenmeye gönderildiği ve basan değerlendirmesinde esas alman şeyler aslında aklın ne en yüksek ne de en yararlı melekelerinin kullanımını gerektirmez. Hafıza (onun da en aşağı türü) ihtiyaç duyulan temel melekedir; gramer, diller, coğrafya, aritmetik vs. derslerini belleyip ezbere tekrar ederken onun için bu kadarı yeterlidir. O kadar ki, böyle bir teknik hafızaya en yüksek derecede sahip olup da çocuk dikkatinden daha güçlü ve daha doğal bir ilgi talep eden başka şeylere karşı çok daha az yatkın olan bir çocuk okulda en başarılı, en gözde talebe olacaktır. Konuşulan dilin bölümlerinin tariflerini, dört işlem kaidelerini, yahut Grekçe bir fiilin çekimlerini ihtiva eden düsturlar toplamının on yaşındaki bir okul çocuğu için hiçbir cezp edici tarafı yoktur, meğer ki bir vazife olarak bunlar ona başkaları tarafından yükleniyor, yahut başka şeylere karşı yeteri kadar ilgi ya da iştiha duymamasından kaynaklanıyor olsun. Ancak kendisine belletilenleri muhafaza edebilen, ve ne ayırt etme yeteneğine ne de oynayıp eğlenme ruhuna sahip, cevval bir akıldan mahrum, bünyece hastalıklı bir çocuk genellikle okulun tam aradığı çocuktur.
Diğer taraftan okulda tembel, haylaz bir çocuk, sağlığı ve neşesi yerinde, kan dolaşımını ve kalbinin vuruşlarını hisseden, bir nefeste ağlamaya da gülmeye de hazır çocuktur. O küflü imla kitabı üzerinde uyuklamak, öğretmeninin peşi sıra kaba ve incelikten yoksun beyitleri tekrarlamak, yazı masasında saatlerce çakılı oturmak, kayıp zamanının ve çocukça eğlencelerinin ödülünü Noel ve Yaz tatillerinde değersiz mükâfat madalyalarıyla almak yerine, top veya kelebek peşinde koşmayı, yüzünde açık havayı hissetmeyi, engin vadileri yahut gökyüzünü seyretmeyi, bir kır patikasını takip etmeyi, tanıdıklan ve arkadaşlarının küçük kavgalarına karışmayı, peşinde koştukları şeylere katılmayı tercih edecektir. Elbette çocukları mutat dersleri öğrenmekten alıkoyan, yahut bu değersiz takdir payelerine ulaşmalarını engelleyen bir aptallık derecesi vardır. Fakat aptallık addedilen şey çoğu kez ilgi eksikliği, dikkati belli bir nokta üzerinde yoğunlaştıracak yeterli saikten yoksunluk, okul eğitiminin kuru ve anlamsız meşguliyetlerine katlanmayı sağlayacak bir özdisiplin becerisi noksanlığıdır. En yüksek kabiliyetler bu değersiz meşguliyetlerin ne kadar fevkinde ise, en kör ya da küt olanları da o kadar altındadır. Hep biliriz, en büyük deha sahibi insanlarımız, okulda yahut üniversitede elde ettikleri dereceler bakımından en seçkin olanlar değildir.

“Ateşli hayal gücü öteden beri hep mektep kaçağıdır.”

Gray ve Collins bu serazat mizacın örnekleri arasındaydı. Bu tür kimseler katı okul disiplininin faydalarına ne çok fazla itibar ederler, ne de hayal güçlerini onun dizginlerine böylesine kölece itaate zorlarlar. Zekânın, sözcüklerin kök saldığı fakat şeylerin yol bulup nüfuz edecek güce sahip olmadığı belli bir türü ve derecesi vardır. Belli bir ahlaki bünye cılızlığı ile birlikte yetenek vasathğı deneme yarışmalarında başarılı olanların ve Greklerin veciz ve nükteli sözlerini bulup iktibas edenlerin en parlak örneklerini yetiştiren mümbit topraktır. Unutmamak gerekir ki çağdaş siyasetçiler arasında en az saygın şahsiyetler Eton (College)’da en parlak olan çocuklardır.
Eğitim-bilgisi2 genellikle başkalannın bilmediği şeylerin bilgisidir, ve biz onu ancak kitaplardan yahut diğer suni kaynaklardan ikinci el olarak devşirebiliriz. Önümüzde yahut etrafımızda duran şeyin bilgisi, ki bizim tecrübemize, tutkularımıza, meşguliyetlerimize, insanların iç âlemlerine ve işlerine hitap eder, eğitim bilgisi değildir. Eğitim-bilgisi okumuş/eğitim görmüşlerin dışında kimsenin bilmediği şeylerin bilgisidir. Böyle bir bilgiye sahip kimse müşterek hayattan ve fiili müşahededen en uzakta olan, yani amelî faydası neredeyse sıfıra yakın ve tecrübî sınamaya en az dayanıklı veya en uzak olan ve birsürü ara aşamadan geçerek aktarıldıkları için belirsizlik, güçlük ve çelişkilerle dolu olan şeyleri en iyi bilen kimsedir. O başkalarının gözleriyle görür, başkalarının kulaklarıyla işitir ve herhangi bir konudaki kanaati onların anlayışlarıyla destekler. Okumuşlar insanların yahut eşyanın değil, isimlerin ve tarihlerin bilgisiyle övünürler. Kapı komşularını ne düşünür, ne onlar için kaygılanırlar, ama söz Hinduların ve Kalmuk Tatarlarının kabile ve kastlarından açıldı mıydı kılı kırk yararlar. Sokakta yürürken yollarını zar zor bulurlar, ama İstanbul ve Pekin’in coğrafyası hakkında eksiksiz malumata sahiptirler. Ta-
2 (Yani okuma ve öğrenimle elde edilen bilgi.) 14 nışlan arasında en eskisinin bir düzenbaz mı yoksa bir budala mı olduğunu bilmezler, ama tarihteki belli başlı şahsiyetler hakkında çalımlı, gösterişli bir konferans verebilirler. Bir nesnenin siyah mı beyaz mı, yuvarlak mı dört köşe mi olduğunu söyleyemezler, ama ışık biliminin yasaları ve perspektif kuralları hakkında sözüm ona bir uzmandırlar. Oysa kör birisi renkler hakkında ne bilirse bunların konuştuklarının kıymeti de ondan öteye geçmez, ne en basit meseleye tatminkâr bir cevap sunarlar, ne de önlerine gelen herhangi gerçek bir mesele hakkında savundukları görüş bir kez olsun doğruluk payı taşır. Böyle iken onlar ne kendilerinin ne de yaşayan başka herhangi birisinin zan ve tahmin dışında en küçük bir bilgi kırıntısına sahip olamayacağı her konuda, kendilerini şaşmaz yanılmaz bir hâkim olarak takdim ederler. Ölü dillerin tümünde ve yaşayan dillerin çoğunda bir uzmandırlar; fakat kendi dillerini ne akıcı bir şekilde konu-şabilir ne de doğru bir şekilde yazabilirler.
Bu türden bir kimse, zamanın ikinci sınıf bir Grekçe bilgini, Milton’ın Latince üslubunda dilbilgisinin kuralları dışına çıktığı birkaç yeri göstermeye kalkışıyordu; ama kendi imlasında kurallara uygun İngilizce bir cümleye zor rastlanıyordu. Dr. – – böyleydi. Dr. – – böyledir. Porson3 böyle değildi. O genel kuralı pekiştiren bir istisna, yetenek ve bilgiyle öğrenimi birleştirerek aralarındaki farkı daha çarpıcı, daha hissedilir hale getirmiş bir adamdı.
Kitaplardan başka bir şey bilmeyen kuru malumat sahibi bir bilgin kuvvetle muhtemeldir ki kitapların bile cahilidir. “Kitaplar bize kitapların faydasını öğretmez.” Konusunun tamamen gafili olduğu bir eserden o kimsenin nasibi ne olabilir ki? Okumuş, bilgiçlik taslayan birisi ancak başka kitaplardan yararlanılarak hazırlanmış kitaplara aşinadır. O bir papağan olarak başkalarının papağan gibi tekrarladıkları şeyleri tekrarlar. Aynı sözcüğü on farklı dile çevirebilir, ama bunların herhangi birinde onun ifade ettiği şey hakkında hiçbir şey bilmez. Kafasını otoriteler üzerine bina edilmiş otoritelerle, iktibaslardan iktibas edilmiş iktibaslarla doldurur, buna karşılık duyularına, idrakine ve yüreğine kilit vurur. Düsturlardan bihaber, dünya ahvaline biganedir; insanların karakterleri hakkında hiçbir şey bilmez. O doğada yahut sanatta güzelliği görmez. “Gözün ve kulağın muazzam dünyası” ona kapalıdır; tek giriş hariç bilginin “kapıları ona bütünüyle kapalıdır”. Gururu cehaletinin bir parçasıdır; kibri değerini bilmediği ve dolayısıyla değersiz diye hakir görüp kale almadığı şeylerin sayısıyla büyür. Resimden bir şey anlamaz—Tizia-no’nun renklerinden, Raphaello’nun zarafetinden, Do-menichino’nin saflığından, Correggio’nun corregiolu-ğundan, Poussin’in engin bilgisinden, Guido’nun tavrından, Caracci’nin zevkinden veya Michael Angelo’nun contorno grandiososunûan—hülasa insanların gözünü zevkle dolduran ve araştırılmasına ve taklidine on binlerin beyhude yere hayatlarını adadıkları İtalyanların bütün bu büyük isimlerinden. Flaman Okulumun mucizelerinden hiçbir şey anlamaz. Bunlar onun için sanki hiç varolmamış, ölü bir harften, kuru bir sözden ibarettir; ve aslında hiç şaşırmamak gerekir, çünkü o bunların tabiattaki ilk örneklerini ne görür ne anlar. Rubens’in Sulama Yeri, veya Claude’un Efsunlu Şato’su onun duvarında asılı olabilir, ama aylar geçer bir kez olsun bunlara başını kaldırıp bakmaz bile. Gösterecek olsanız yüzünü çevirir. Tabiatın veya sanatın (ki bir başka tabiattır) dili onun anlamadığı bir dildir. Apelles ve Phidias’ın isimlerini tekrarlar, çünkü bunlar klasik yazarlar tarafından zikredilir; onların eserleri hakkında -mucize” vb. gibi büyük laflar eder, çünkü bunlar günümüze ulaşmamıştır veya önündeki Elgin Mermerlerinde (FarthnenonJ Grek sanatının en güzel kalıntılarını gördüğünde bunlarda okumuşların kendi aralarında bir tartışmaya veya (ki bu da aynı şeydir) bir Grekçe edatın anlamına dair bir kavgaya yol açmalarının dışında başka bir şey ilgisini çekmez. Müziğin de bir o kadar cahilidir; çokyönlü usta Mozart’ın ezgilerinden çobanın dağlarda koyun güderken çaldığı kavalın ezgisine kadar “tek bir notasından” bile anlamaz. Onun kulakları kitaplarına mıhlanmıştır; Grek ve Latin dillerinin sesiyle ve okul öğreniminin gürültü patırtısıyla sağırlaşmıştır. Sanki şiirden daha fazla mı anlar? Bir manzumedeki hece adedini, bir oyundaki perdelerin sayısını bilir, ama onun ruhu hakkında hiçbir şey bilmez. Bir Grekçe şarkıyı İngilizceye çevirebilir veya bir Latince taşlamayı nazım olarak Grekçe ifade edebilir; fakat her ikisinin de bu zahmete değip değmediğini eleştirmenlere bırakır. Hayatın “théorique” yanına göre “practique”ini daha mı fazla bilir? Hayır. Serbest ya da mekanik sanatlardan habersizdir. Elinden ne ticaret gelir ne zanaat. Ne hünere ne şansa dayanan oyunlardan anladığı vardır. O ne tababette, ziraatta, inşaatta, ne de ahşap veya demir işlemede bir maharet sahibidir. Kendi el emeğiyle bir alet yapamaz, yapılmış olanı kullanamaz. Onun eli ne sabana küreğe, ne çekice iskarpelaya yakışır. Ne avcılıktan ne balıkçılıktan anlar, ne atları ne köpekleri tanır, ne eskirimden ne danstan hoşlanır. Bütün sanatların ve bilimlerin okumuş profesörü bunların hiçbirinde bilfiil bir beceri sahibi değildir, ama her biri hakkında bir Ansiklopedi maddesi kaleme alabilir. O ne ellerinden ne ayaklarından faydalanır; ne koşabilir, ne yürüyebilir, ne yüzebilir; bu vücut ya da kafa sanatlarının herhangi birinden bilfiil anlayan ve onu icra ede-bilen herkesi bayağı ve banausik kimse diye yaftalar— her ne kadar bunlardan birini mükemmelen bilmek, aslen bunlar için uygun güçler ve özellikle bunlara tahsis edilmiş düşünce tarzıyla birlikte, uzun zaman ve uğraşmayı gerekli kılsa da. Okumuş namzedinin zahmetli bir çalışmayla bir doktora derecesine ve hayatının geri kalanı boyunca yiyip içip uyumaya ulaşmasını sağlamak bundan fazlasını gerektirmez.
Mesele açık. İnsanların gerçekten anladığı her şey çok küçük bir saha ile sınırlı; günlük işleri ve tecrübeleriyle; bilme imkânına/fırsatına, çalışma veya uygulama saikine sahip oldukları şeyle. Geri kalan yapmacıklık ve sahtekârlık. Sıradan insanlar uzuvlarını kullanırlar; çünkü onlar emekleriyle veya hünerleriyle hayatlarını kazanırlar. Onlar kendi işlerini ve alışveriş içerisinde oldukları kimselerin karakterlerini anlarlar. Çünkü bu onlar için gereklidir. Duygularını anlatacak belagata, istihzalarını istedikleri gibi ifade edip güldürecek nüktedanlığa sahiptirler. Ne kendi hallerinde konuşmaları kullanılmayan eski bir dile takılı kalıp taklit ve alay konusu yapılabilecek malzemeler sağlar; ne de gülünç olana dair hisleri, ya da onu ifade edecek dokundurmaları bulup çıkarmaya hazırlıkları gülünç anekdotlar veya fıkralar derlemelerine gömülüdür.

William Hazlitt
Çev. M. Sim Erer
Kaynak: Arthur Schopenhauer
Okumaya ve Okumuşlara Dair

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz