Amacım, Hessen Eyaletinde yüksek okullardaki bilimsel öğretmenlik stajyerlik sınavının bir parçası olan, felsefe genel sınavı üzerine birkaç şey söylemek. Bu sınavlar sırasında son 11 yıldır gözlemlediklerim, sınavın anlamının yanlış algılandığı, amacına ulaşamadığı yolunda beni gittikçe kaygılandırdı. Bunun da ötesinde sınava girenlerin zihniyeti üzerinde düşünmek zorunda kaldım, onların sınavdan duyduğu hoşnutsuzluğu, ben de duyumsamaya başladım sanırım. Çoğu öğrenci daha baştan kendilerini bu sınav için yeterli bulmuyor ve yabancılık hissediyor, bazıları ise sınavın anlamından kuşku duymakta. Sınav sonuçları, adayların çoğunca açıklıkla bilinçlenilmemiş ve pek çok kez karşılaştığım bazı momentlere bağlı olduğundan, bu konu üzerine konuşmak zorundayım. İşlevi, öğrenciler hakkında karar vermeye onu zorlayan bir eğitmen, aslında onlara yardım etmeye çalışmazsa, her ne kadar böyle bir yardımın bir dikeni olsa da, o eğitmenin tutumu yanlış olurdu.
Sözlerim için yalnızca ben sorumluluk taşıyorum; yine de meslektaşlarım pek çok konuda bana katılacaklardır; özellikle Horkheimer’in aynı sonuçlara vardığını biliyorum. Bu endişelerin yersiz olduğu pek çok aday var elbette. Bunlar genellikle felsefeye kendiliğinden özgül bir ilgi duyanlardır; seminerlerimize katılarak felsefeyle sahici bir ilişki kazanmışlardır. Bu çevre dışında da ufku ve tinsel duyarlılığı olan öğrenciler yok değildir. Esaslı eğitilmiş insanlar olarak, bu parça buçuk ve yetersiz sınavla var ya da yok olduğu ortaya çıkarılmak istenenleri, önceden birlikte getiriyorlar. Ne var ki eleştirimle hiç de yalnızca sınavda başaramayanları hedef almış değilim. Bunlar genelde ancak daha beceriksizler, ama biçimsel ölçütler nedeniyle geçmesine izin verilen çoğunluktan daha az nitelik sahibi değildirler. Daha ziyade neredeyse talihsiz durumun – gerçekten tek tek başarısızların bireysel suçu olmayan bu durumun – göstergesidirler, öyle ki, sınavı kolaylıkla ya da aslında zaten onur kırıcı bir deyim uyarınca, iyi bir ortalama ile başaranlar bile, bunun izlerini taşırlar. İnsan sık sık, somut ve denetlenebilir soruların çoğunu şöyle veya böyle doğru yanıtlamış olduğu için, bunu ya da onu geçirmelidir duygusuna kapılır; ama o birey için ne kadar hoş olsa da, bu karar insanı sevindirmez. Eğer sınav yönetmeliğinin sözel değerine değil de, kesin anlamına göre sınarsa insan, sonuç olarak bir gün öğretmen olduklarında onların sorumluluğuna verilecek ve doğallıkla kendimi özdeşleştirmek için henüz pek de yaşlı bulmadığım o gençliği düşünerek, bu tür adayların olumsuz. değerlendirilmeleri gerekirdi. Öğretmenlere duyulan yalın ihtiyaç, yapıları gereği muhtemelen o ihtiyacın beklentilerinin tam tersi etkiyi doğuracak olanların işine yaramamalıdır. Bütün durum, asıl bu genel sınavın konulmasını gerektiren görüşler bakımından kuşku uyandırıcı. Sınavı yapanlarda kaçınılmaz biçimde kanıksama ve teslimiyete yol açan ve adaylarda, kendilerinden isteneni hafifsemeye, küçük görmeye iten bir uygulamaya sessiz sedasız katlanmaktansa, bunu açıkça dillenmeyi ve etraflıca düşünmeye teşvik etmeyi, daha iyi buluyorum; sözünü ettiğim hafifseme ve küçük görme ise aslında kendini küçük görmenin ince bir kılıfıdır yalnızca. Sınava girenlerin bilinç düzeyinde kendilerindeki daha iyi olanaklara düşman olanı, ki her birinin daha iyi olabileceğine güveniyorum, toplumsal geçerli bir edayla umursamadan göz ardı etmek yeterince kolay olsa da, kaba olmak daha dostane olurdu. İyilikseverlik ve saygı, insancıllık için olağandır; üniversitemizde felsefe sınavı yapanlar arasında bunları göz ardı edecek kimse yoktur. Ama biz yalnızca korkularını gayet iyi tahmin edebildiğimiz adaylara karşı değil, aynı zamanda bir gün onların karşısında oturacak, bizim görmediklerimize karşı ve biçimlenmemiş ve eğitilmemiş zihin yüzünden, bizim tinsel beklentilerimizin herhangi birinden çok daha büyük haksızlık tehdidi ile karşı karşıya kalacak olanlara karşı da insancıl olmak istiyoruz. Bunun için Nietzsche’nin “en uzağını sevmek” olarak adlandırdığına hiç gerek yoktur; birazcık imgelem gücü yeterlidir.
Sınavla başa çıkabilecek durumda olduklarını gösterenlerin, genellikle felsefe seminerlerinde aktif katılımda bulunduklarını söylediğimde, bununla kurumsal bir baskı uygulamak istiyor değilim. Akademik özgürlük düşüncesini son derece ciddiye alıyorum ve bir öğrencinin kendisini ne yolla yetiştirdiğini pek önemsemem, ister seminer ve derslerde bulunsun, isterse yalnızca kendi kendine okusun. Bu sınavın anlamını, hiçbir şekilde felsefe uzmanlık eğitimi ile eşdeğerde tutmuyorum. Sadece, tek tek bilimsel işletmelerin ötesinde, o tinin bilincine kendiliğinden ısrarla itilenlerin, ki bu da zaten felsefedir, genelde sınavın tasarımına uyduklarını söylemek istedim. Herkesin profesyonel bir filozof olmak isteyebileceğini ya da olabileceğini beklemek, çocukça olurdu; işte asıl bu kavrama karşı temelli bir güvensizlik beslemekteyim. Öğrencilerimizden, kendi alanlarını otomatik olarak dünyanın merkezi sananların mesleki deformasyonlarını talep etmiyoruz. Felsefe ancak bir uzmanlık dalından fazla bir şey olduğunda, kendi kendine yeterli olur. Pek çoklarının kılı kırk yararcasına uydukları sınav yönetmeliğinin 19. paragrafında, genel sınav, “adayın kendi uzmanlık alanının eğitim anlamını ve eğitim güçlerini kavramış olup olmadığını ve bunları zamanımızın canlı felsefi, pedagojik ve politik sorunsalları açısından görebilme yeteneği olup olmadığını ortaya çıkarmalıdır” der (s. 46). Buna, “ama felsefe ağırlıklı sınav, felsefe uzmanlık sorularına dalıp gitmemeli, tersine günümüzde canlı eğitim için asal olan sorulara yönelmelidir, bu arada adayın uzmanlık dalı da asıl yönü belirlemelidir” tümcesi vurgulanarak eklenir. Başka türlü söylersek genel sınav, eğer böyle bir şey bir sınavda olanaklıysa, adayların kendi uzmanlık alanlarında akıl yürütmeleri, yani ne yaptıklarını etraflıca düşünmelerini ve kendileri üzerine akıl yürütmeleri sırasında da, kendilerini somut olarak edinilen bilginin çerçevesi ötesine çıkarabiliyorlar mı, bunun belirlenmesini istemektedir. Eğer “tinsel insan” sözünde bir tür kibir, eliter iktidar olma arzularını anımsatan bir çağrışım olmasaydı, en basit biçimiyle, bunlar tinsel insanlar mıdır, denebilirdi; oysa bu tür arzular akademisyenleri kendi kendini bilmekten alıkoyar. “Tinsel insan” deyişi iğrenç olabilir belki, ama böyle bir şeyin var olduğunu insan ancak, birisinin tinsel insan olmadığını gördüğünde olduğu gibi, daha da iğrenç olan bir durumla karşılaştığında anlar. Demek ki bu sınavda, yüksek okullarda öğretmen olarak Almanya’nın tinsel ve somut gelişmesi gibi çok ağır bir sorumluluk üstlenenlerin, entelektüeller olup olmadığı ya da Ibsen’in daha seksen yıl önce adlandırdığı gibi yalnızca meslek adamları mı oldukları belirlenecektir. Bence “Entelektüel” sözünün nasyonal sosyalistler sayesinde kötü bir ün kazanması, onu olumlu kabul etmek için bir neden daha oluşturuyor: umursamazlığı ve ataleti kendisi için daha yüce bir etik olarak üstlenmemek, aydınlanmayla alay etmemek, tersine entelektüellere karşı sürdürülen kışkırtmalara, ne kadar gizli yürütülürse yürütülsün direnmek, kendini bilme yolunda bir ilk adım anlamına gelir. Ne var ki, birisinin entelektüel olup olmadığı, her şeyden önce kendi işiyle olan bağlantısı ve bir parçasını oluşturduğu toplumsal bütünle olan bağlantısıyla dışa vurur kendisini. Felsefenin özünü bilgi kuramı, etik ya da hatta felsefe tarihi gibi özel alanlarla uğraşı değil, tersine işte bu bağlantı oluşturur. Özel felsefi disiplinlerdeki yetkinliğini kimsenin kolay kolay yadsıyamayacağı bir filozof, bunu böyle formüle etmiştir. Berlin yakınlarında kurulacak bir yüksek eğitim kurumu için – üniversite kastediliyor – gerekçe gösteren tümdengelimci bir planda Fichte şöyle diyor: “Bütün tinsel faaliyeti, bununla da bütün özel ve daha ayrıntılı belirlenmiş dışa vurumlarını bilimsel olarak kapsayan felsefedir: buna göre felsefi sanat eğitimi açısından her özel bilime kendi sanatı verilmelidir ve içlerinde şimdiye kadar yalın, şansa kalmış doğal vergi olanların, artık derinlemesine düşünülerek bilinen ve yapılanlar katına yükseltilmesi gerekir; felsefenin tini, önce kendi kendini ve sonra kendi içinde diğer tüm tinleri anlayan bir tindir; özel bir bilimde sanatçı olan her şeyden önce bir felsefi sanatçı olmalıdır ve onun öznel sanatı da sadece, genel felsefi sanatının daha kapsamlı belirlenmesi ve tekil uygulaması olmalıdır.” Ya da daha çarpıcı biçimde: “Bilginin arı biçimi olarak böyle gelişmiş felsefi tinle, artık bütün bilimsel malzeme kendi organik birliği içinde bu yüksek okulda kavranmalı ve derinlerine inilmelidir.” Bu sözler bugün yüz elli yıl öncesinden daha az geçerli değildir. Zamanın tini onunla birlikteyken Alman İdealizm hareketinin yöneldiği bu duygu ve heyecan vurgulu duyarlı felsefe kavramı, felsefeyi bir bölüm olarak bilimlere eklememiş, tersine onu bilimsel tinin canlı biçimde kendi üzerinde düşünerek kendine gelmesinde aramıştır. Ama gittikçe artan bir biçimde maddeci olan bu değiş-tokuş toplumuyla birlikte bu felsefe ilkesini, tinin de metaya dönüşmesinin bir dışa vurumu olarak, gerçekten kötü bir şey olarak kutlama konuşmacılarının boş laflarına indirgeyen uzmanlaşma sürecine baktığımızda, bunlar sözü edilen uzmanlık felsefeleri de olsa, bireyin bilgilerin dar kafalılıkla edinilmesine karşı kendi düşüncesiyle gösterdiği direnme gücünden okuyabiliriz.
Bu yanlış anlaşılmasın. Felsefenin tek tek bilimlere karşı kendini ayrıştırarak özerklik kazanmasındaki zorunluluğu takdir edemiyor değilim. Bu ayrışma olmasaydı, en azından doğa bilimleri o ivmeyi kazanamazdı. Hatta felsefe bile, en derin kavrayışlarını ancak, Hegel gibi, iradeyle ya da istemeden kendisini öznel bilimsel işleyişten ayırdıktan sonra kazanabilmiştir. Buna göre, ayrılanların yeniden birleştirilmesi sihirli bir değnek vuruşundan beklenemez; bu felsefe sınavı da kendini bu yanılsamadan korumalıdır. Bazı çok gelişmiş tinsel bilimler, örneğin eski dilbilimler, öylesine özgül ağırlık kazanmışlar, öylesine yerleşik yöntem ve konu gelişimi göstermişlerdir ki, onlar için artık felsefi kendi kendine yansıtma neredeyse kaçınılmaz olarak acemice gelmektedir. Kendi akıl yormalarından doğrudan felsefeye uzanan bir yol yoktur. Bunun tersine, felsefenin de özel disiplin olarak gelişmesi kolaylıkla göz ardı edilecek bir olgu değildir. Uzmanlık felsefesinin bir kere ürettiklerinin bilgisinden vazgeçerek tek tek bilim dallarının kendi üzerine akıl yormasının, kolaylıkla yapıntısal bir yanı olurdu. Malzemesinde aynı zamanda doğrudan doğruya felsefeye varmış olduğu sanısıyla davranan bilinç, yalnızca malzemenin ağırlığı karşısında çabucak sorumsuzluğa sapmakla kalmaz, bunun da ötesinde aynı zamanda çoktan aşılmış felsefi basamaklara amatörce geri düşmeye mahkumdur. Ne sınavlardaki bu nesnel güçlüğü görmezden geliyorum, ne de onu sessizce geçiştiriyorum. Ama kanımca bununla da yetinmemeli ve her şeyden önce de: kiliseyi köyde bırakmalıdır. Tekil bilimsel çalışma ile felsefe arasında öyle doğrudan bir yol yoksa eğer, bu ikisinin birbirleriyle hiç ilişkileri yok demek de değildir herhalde. Eski bir Alman dilbilimci ses kayması kurallarını cüretli ve sevinçli bir halde tarih felsefesi açısından yorumlaması gerektiğinde, buna karşı koymakta çok haklıydı. Ama şu sorun örneğin, Nibelungen destanındaki halk dinlerinin mitolojik mirasının Hıristiyanlık karşısında nasıl arkaik, aynı zamanda da Hagen söylencesinde orta çağ sonrası–Protestanca çizgiler edindiği varsayılırsa – Tuna’daki bu yan olayın buna benzer bir anlamı öngörülmüşse – bu dil bilimciler tarafından geçerli sayılır ve kabul edilir, aynı zamanda felsefe için de verimli olurdu. Ya da: on sekizinci yüzyıl sonlarından beri doğal lirik olarak, lirik kavramıyla öylesine iç içe geçmiş olanın, büyük orta çağ liriğinde büyük ölçüde eksik olması, o takdirde daha sonraki lirik bilinç için, uzun bir dönem boyunca neredeyse doğal olan bu momentin yokluğu, hem eski Alman dil bilimcileri de ilgilendirecek felsefi bir konu olurdu. Bu tür çapraz bağlantılar sayısızdır ve adaylar da pekala bu alandan konu seçebilirler. Ne de olsa Schiller’in anlaşılması için, Kant ile olan ilişkisi – ve bununla biyografik ve tin tarihsel ilişkiyi değil, tersine bunun dramlar ve şiirler biçiminde dışa vurularak gerçekleştirilmesini kastediyorum – önemlidir; Hebbel’in anlaşılması için ise dramatik kurgusunu taşıyan tarih felsefesel tasarımı önemlidir. Burada doğaçlama örnekler sunduğum türden konular sınav için bana neredeyse hiçbir zaman önerilmedi. Bütün bunlarla uzmanlık felsefesi konularının aslında dışarıda bırakılması gerektiğini, ya da bunların istisna olması gerektiğini söylemek istemiyorum elbette. Ama genel geçer önerilerle, tekil bilimsel kısmi problemlerle değilse bile, hiç olmazsa daha geniş bütünsellikler ve çalışma alanlarına ilişkin kendi kendine düşünme ve yansıtma önerileri arasındaki farklılık, başlangıç için yeterlidir. Konu önerileri, benim düşündüklerime sadece bir eğilim belirtisi bile ortaya koyacak olsa, ben kendi adıma çok memnun olacağım.
Sık sık, felsefe geleceğin öğretmenlerine başka bir uzmanlık dalıyla, üstelik pek çoğunun ilgisi olmayan bir dalla yükleniyor türünden yakınmalar duyarız. Bu suçlamayı tersine çevirmek zorundayım: bu sınavı bir uzmanlık alanı sınavı haline getirenler, asla biz değil, çoğu kez adaylar olmaktadır. Söylendiği üzere bana sınamam için bir aday gönderildiğinde, genellikle önce onun uzmanlık alanı üzerine sohbet ederim ve bu alandan yola çıkarak bir konu kristalize edebilmeye çalışırım, öyle ki buradan adayın çalışmasının tinsel doğallığı çıkarsanabilsin. Ancak bu bile yeterince sevinç ve coşku getirmez. Tam tersine. Adayların isteğine kalsaydı, yazılı sınav için her seferinde salt mesleki, felsefe tarihsel ya da felsefi aktarımlar getiren karakterde konular verilmelidir onlara. Ayrı ayrı filozofların ve ayrı ayrı yapıtlarının – güya özellikle kolay olduklarından – sevilip tercih edildikleri çıkar hemencecik ortaya; örneğin Descartes’in Meditasyonları, İngiliz Ampiristler, Shaftesbury, Kant’tan “Ahlakın Metafizik Temelleri üstüne” yapıtı, öylesine sınırlı bir kapsam ki, bu arada bizde her tür olası kuşku uyandırmaktadır. Bir Alman dilbilimci ya da tarihçi için Kant’ın çok isabetli biçimde adlandırdığı Locke’un, benim için de çabucak elden çıkarılacak bir okuma sayılmayan “İnsan İdraki üzerine Denemesi”nin aday için özel bir anlam taşıdığına ya da onu ilgilendirebileceğine beni ikna edemezler; yakın zamanda yaygınlaştığı üzere, aday neden common sense’in (sağduyu) bu geniş kapsamlı ilk metnini çalıştığı hakkında çabucak açıklamalar yapmaya hazır olsa bile, beni inandırmalarına izin vermem. Bu arada şunu da belirtmeliyim ki, kolay ve zor filozoflar ayrımı yapılması – bunun gibi kolay ve zor sınav öğretmenleri ayrımı yapıldığına dair kuşkum da var – bütünüyle isabetsizdir. Locke’un üstünden atladığı uçurumlar, metinlerinde ağzı açık esnemekteler ve kendi içinde tutarlı bir sunuşu bile yasaklayıcı biçimde zorlaştırıyorlar, oysa adı kötüye çıkmış Hegel gibi bir düşünür bile, özellikle problemler aklı selimle örtüşmediği, tersine dayanaksızca ileri sürüldükleri için, daha büyük ölçüde kesin kanıtlama gücüne ulaşmaktadır. Entelektüel ya da tinsel insan, hiç çekinmeden bu tür düşünceler üretebilir. Ama safety first (önce güvenlik) seçim sloganı uyarınca mümkün olduğunca az rizikoya girerek sınav geçmek isteniliyorsa, bu tinsel gücü özellikle pekiştirmez ve giderek zaten sorunlu olan güvenliği de tehlikeye sokar. Ama bu kez de bu yüzden sınava giren öğretmenlerin bir Hegel dalgasına maruz kalmalarını istemem doğrusu.
Yüzeysel değinmek yerine, gerçekten bir adayın özel ilgi alanıyla daha derinlemesine bağlantı içinde olan bir konu seçilmesinde ısrar edilirse eğer, o zaman da insan umulmadık güçlüklerle karşılaşıyor. Bir keresinde adayın birini böyle kendisini ilgilendiren bir alan söylemeye ikna edebilmek için çok büyük çaba harcamak zorunda kaldım; her şeyin kendisini ilgilendirdiğini söyledi ve bununla da bende kendisini hiçbir şeyin ilgilendirmediği kuşkusu uyandırdı. Sonunda belli bir dönem verdi ve aklıma tarih felsefesi bakımından yorum gerektiren bir yapıt geldi. Ona çalışmasını bu yapıt üzerine yazmasını önerdim ve onu dehşete salmış oldum. Bana, söz konusu bu yazarın gerçekten de sınavdan beklenenlerde belirtildiği gibi, çok mükemmel ve kendi uzmanlık alanı için gerçekten önemli bir filozof olup olmadığını sordu; bu paragrafın metni genelde orada amaçlanandan kaçınabilmek için bir araç olarak kullanılmak isteniyor. Sınav yönetmeliğinin sınavı yapan ve sınav edilen için yönlendirici kolaylık sağlayacak dayanak noktaları verdiği yerlere, bazı adaylar sanki bunlar asla karşı çıkılamaz normlarmış gibi sıkı sıkı sarılıp oraya dişlerini geçiriyorlar. Bir aday ilgi alanı olarak Lebniz’i ve onun Locke eleştirisini vermişti. Daha sonra sınavı yinelerken bir kez daha aynı konuyu önerdiğinde, sınav öğretmeni kendisiyle bir kez daha aynı konuda sohbet etmeyi uygun görmediğini belirttiğinde ise, ilk tepkisi şimdi yine başka iki filozofla daha mı uğraşması gerekeceği oldu. Hofmannsthal’in elbette korkudan içi içini yiyen Klytaemnestra’nın ağzına koyduğu sözlere göre davranılıyor: “Her şey için doğru dürüst gelenekler olması gerek.” Yanıt vermek durumundaki adayın bilinci her yerde koruma, yönetmelikler, önceden kanalize edilmiş şeyler arıyor; aynı zamanda önceden açılmış yollarda kendi yolunu bulmaya ve bununla da sınavın gerekçesi olan soruların aman gelmemesi için, sınavın gidişatını kendisi belirlemeye çalışıyor. Kısacası burada metalaşmış, şeyleşmiş bilinçle karşı karşıya insan. Bu ise bilgi ve deneyim edinebilme ve her hangi bir şeye karşı özgürce ve özerk davranabilme yeteneksizliğidir, açıkça sınav yönetmeliğinde yüksek okulların hedefi olarak gösterilen “gerçek tinsel eğitim” denenin, akla yatkın ve duygusallık olmadan anlaşılabileceği her şeye karşı bir çelişkidir. Konu seçimi üzerine pazarlıklarda, sanki sınava girecek olanlar Brecht’in “Ben zaten insan olmak istemiyorum ki” tümcesini kendilerine düstur edinmişler izlenimi ediniyor insan, üstelik ve bu nedenle kategorik emperatifi (koşulsuz buyruk) çeşitli yorumlarıyla ezbere öğrenmiş olsalar bile. Felsefe uzmanlık dalının beklentileri yüzünden hiddete kapılanlar, kendileri için felsefenin bir daldan öte anlam taşımadığı aynı kişilerdir.
Adaylara not verirken yazılı çalışmaları fazlasıyla değerlendirmemeyi ve sözlü sınava daha çok ağırlık vermeyi, birden fazla nedenden ötürü öğrenmiş bulunuyoruz. Ancak bu sırada görülen ve duyulanlar da pek cesaret verici değildir. Bir aday, entelektüel olma hak ve talebine karşı isteksizliğini, bütün sınav boyunca gösterişli vurgulamalarla yakınarak belli ederse, her ikisi de böyle bir adayın pay alamadığı ölçüde birbiriyle bağlantılı olsa da, herhalde bu tinin kendi sorunundan çok eğitimin bir sorunudur. Ama meslek adamlığı, bu contradictio in adjecto’ya (isimle sıfatın çelişmesi) izin verilirse, orjilerini sözlü olarak kutlar. “Aday” der sınav yönetmeliğinde “uğraştığı filozofların temel kavramlarını kavramış ve onların tarihsel dönüşümünü anlamış olduğunu göstermelidir.” Descartes üzerine soru yöneltilen bir aday, her zamanki gibi Meditasyonlar’ın düşünme yolunu gayet güzel anlatabilmişti. Konu giderek res extensa kavramına geldi, yani genişlemiş töze, onun yalın matematiksel uzamsal belirlenmesine, Kartezyen doğa tasarımında dinamik kategorilerin eksikliğine. Bu eksikliğin felsefi-tarihi sonuçları hakkındaki soru üzerine aday, gayet dürüst biçimde bunu bilmediğini söyledi; demek ki aday gayet akıllı uslu biçimde anladığı Descartes’i aşarak, Leibniz’in ve onunla Kant’a giden gelişmenin eleştirel olarak Kartezyen sistemin yetersizliğinin neresine parmak bastıklarını görebilmek için, hiç ama hiç onun ötesine bakmamıştı. Tanınmış çok büyük bir filozof üzerinde mesleki yoğunlaşma, onu sınav yönetmeliğinin istediğinden, sorunsalın tarihsel dönüşüm ve gelişimi bilgisinden alıkoymuştu. Buna rağmen sınavı geçti. Başka bir aday, rahatsız edici bir akıcılıkla ilk iki Meditasyon’un düşünce gidişatını anlattı. Anlayışının ne durumda olduğunu ortaya çıkarabilmek için ona, kuşku denemesinin ve kuşku edilemez ego cogitans üzerine sonucun onu bütünüyle tatmin edip etmediği sorusunu yönelterek, sözünü kestim. Aklımda, Descartes’da itiraz edilen söz konusu bu bireysel deneyci bilincin, Kartezyen gözlemleme anlamında, kaybolamaz bir artık olarak ortaya çıkacağı uzam-zamansal dünyaya bizatihi örülmüş olduğu tasarısı dolaşıyordu. Aday, Kartezyen tümdengelim üzerine düşüneceğine, daha çok beni tartarcasına bir an bana baktı. Sonuç apaçıktı, beni daha yüce şeylerden hoşlanan biri olarak algılıyordu. Benim beğenimi kazanma lütfunda bulunmak için: hayır – gerçek karşılaşma da vardır, dedi. Bu sırada gerçekten, örneğin bilincinin arka planında, tinin gerçekliğin dolaysız görülebilir bilgisini edinebileceği üzerine öğretileri anımsadığı gibilerden bir şey düşündüğü olasılığını varsayalım. Ne var ki, böyle bir şey kastetmiş olsa bile, bunu dillenmeyi becerememişti ve felsefe oysa, eski öğretmenimiz Cornelius’un tanımladığı üzere, kendini ifade etme sanatıdır. Ama yanıtta karakteristik olan, böylece bana düzeyini sergilemek ve bu arada hatta iyi bir zevk tattırmak inancıyla, o anda bulunduğumuz yerde bile kuşkulu olan ve yoksul düşmüş varoluşçu felsefeye ait sıradan bir boş lafı kafama fırlatmış olmasıdır. Prestij sözcüklerine ve günümüz Almanya’sında bütün bacalardan sızan asallık-özgüllük jargonunun büyülü deyimlerine inanma, söz konusu olmayan sorunlar üstüne her düşünceyi, bir rahatsızlık hatta bilimsel tine karşı bir saygısız tecavüz olarak algılayan meslek adamının maddi gerçeklik inancını tamamlamaktadır. Olguları kendinde yansıtmanın, bilimde tinsel akıl yürütmeyi dışladığı yerde, hemen asil idealistler cennete ve alçak maddeciler cehenneme gider yolundaki o sağlıksız Alman geleneğinin büyüsü içinde dünya görüşü lafazanlığı onun yerini alır. Tez çalışmalarında kendi görüşlerini de belirtip belirtemeyeceklerini soran öğrencileri, hiçbir ard düşünceye kapılmadan cesaretlendirdiğimde, işkencenin kaldırılmasını ısrarla zorlayan Voltaire’in aslında gerçek dinsel duyguları eksikmiş gibilerden tümcelerle kendi özgünlüklerini kanıtlamaya çalıştıklarına birden çok kez tanık oldum. Bu terre a terre’in (gündelik olağan olan) ruhsuzluğu ile stereotip olarak resmen izin verilmiş dünya görüşü arasındaki birleşmeyle, totaliter olanla yakın akraba bir tinsel tutum belirmektedir. Bugün nasyonal sosyalizm artık ilkelerine inanıldığı için değil, – bunun ne dereceye kadar doğru olup olmadığı da kuşku götürür ya – daha çok, düşüncenin belli biçimsel dokuları ve yapılarında yaşamaktadır. Bunların arasında, her geçerli olana çabucak uyum sağlama, koyunlar ve koçlar olarak çift değerli ayrışma, insanlarla, düşüncelerle ve eşyayla dolaysız ve teklifsiz ilişki kurma yetersizliği, saplantısal uzlaşımcılık, olana her ne pahasına olursa olsun inanmayı gösterebiliriz. Bu gibi düşünce yapıları ve sendromlar, bu halleriyle içeriklerine bakıldığında apolitiktirler, ama bunların hayatlarını sürdürmelerinin yol açtığı politik doku bağlantıları olur. Bu belki de aktarmaya çalıştıklarımın en ciddisi ve en önemlisi.
Benimsenmiş, burada genelde ezbere öğrenilmiş demek istiyorum, olgulardan ve dünya görüşü ifade eden tumturaklı konuşmalardan oluşan bu yamalı bohça, sorunsal ile yansıtma arasındaki bağlantının kopmuş olduğunu gösteriyor. İnsan bunu sınavlarda daima yeniden tespit ediyor ve buradan da doğrudan doğruya, eğitmek isteyenin muhakkak sahip olması gerekenin, ki bu da eğitimdir, yokluğu çıkarsanabiliyor. Bir kız öğrenci, sınav öğretmeninin uyarılarına karşın Henri Bergson üzerine sözlüye girmek istedi. Tin tarihsel bağlantı denen şeyin ne olduğundan haberdar olup olmadığını anlamak için, öğretmen ona bu filozofun döneminden ve yapıtlarının onun felsefesinin tini ile bağlantısı olan ressamları sordu. Öğrenci kız önce bunun Natüralizm olduğunu söyledi, adlarını vermesi istendiğinde ise önce Manet’yi andı, sonra Gauguin’i ve sonunda ısrar edilince de Monet’yi çıkardı. Öğretmen, 19. yüzyıl sonundaki o büyük toplu resim akımının ne olduğunu sorarak daha da üstüne gidince, kız başarı sevinciyle, Ekspresyonizm diye yanıtladı. Ah, ama o Empresyonizmi değil, tersine sadece Bergson’u istemişti, ne var ki canlı eğitim de işte asıl, yaşam felsefesi ile empresyonist resim arasındaki bu tür ilişkinin anlaşılmasından kaynaklanabilir. Bundan bir şey anlamayan, Bergson’un kendisini de anlayamaz; ayrıca aday sonunda, okumuş olduğunu söylediği “Metafiziğe Giriş” ve “Madde ve Bellek” kitaplarını aktarmada bütünüyle başarısız oldu. Pekiyi Bergson ile Empresyonizm arasında bağlantı kurmayı sağlayacak bir eğitim nasıl edinilebilir diye bize sormuş olsaydı, felsefeden sınav yapan biz eğitmenleri mahcup edebilirdi. Zira eğitim, doğru dürüst örf ve adeti olmayan bir şeydir; yalnızca genel öğrenim tipi kurslarla garanti edilemez, ancak spontan çaba ve ilgi ile edinilebilir. Aslında çabalara bile gerek kalmaz, tersine hiç hoş olmayan bir klişe uyarınca sadece öğrenerek konuyu ele almak yerine; açıklık, hoşgörü, herhangi tinsel bir şeyin kendisine yaklaşmasına izin verme ve onu kendi bilincine üretken biçimde mal edebilme yeteneği ister. Duygusallık benzeri bir yanlış anlaşılmadan çekinmesem, hatta eğitim için sevgi ve aşk gerektiğini söylerdim, buradaki kusur, bir sevgi yeteneği kusurudur. Bunun nasıl değiştirilebileceği üzerine tavsiyeler nazik bir konudur; bu genellikle çocukluk gelişiminin erken bir döneminde kararlaştırılan bir olgudur. Ama bundan yoksun olanlar da, asla başka insanlara ders vermemelidir. Böyle biri, yalnızca şairlerin atmış yıl önce yakındıkları ve herhalde haksız yere çoktan üstesinden gelindiği söylenen okuldaki o ıstırabı sürekli kılmakla kalmayacak, aynı zamanda bu kusur öğrencilerin içinde de ilerleyerek, benim masum naiflik olarak görmediğim, tersine nasyonal sosyalizm felaketinde birlikte sorumlu olan o tinsel tutumu sonsuza kadar olgunlaştıracaktır.
Sözü edilen eksiklik, en çarpıcı biçimde dile olan tutumda kendini ele veriyor. Sınav yönetmeliğinin 9. paragrafına göre, dil biçemine özellikle dikkat edilmelidir; ciddi dilsel eksiklik ve yoksunluklarda çalışmanın yetersiz yorumlanması ve öyle not verilmesi isteniyor. Sınav öğretmenleri bu tavsiyeye uysalardı, işin nereye varacağını düşünmeye bile cesaret edemiyorum; korkarım o zaman bu acil yeni öğretmen ihtiyacı bile karşılanamazdı ve bazı adayların da tam da bu duruma sığınıyor olmalarına, hiç şaşırmazdım doğrusu. İletişim aracı olarak dil ile, konunun kesin ve berrak ifade edilmesinin aracı dil arasındaki ayrımı, pek azı sezebiliyor; yazabilmek için konuşabiliyor olmak yetiyor sanıyorlar, oysa aslında yazamayan biri, konuşamaz da. Zamanı geçmiş sözler söyleyen biri sayılmayacağımı umarım, ama lise yıllarımı anımsadığımda dilsel duyarlılıkları – hayır, dışa vurumdaki yalın doğruluk ve isabetleri, bugünkü genel geçer savrukluktan çok daha farklı olan öğretmenler geliyor aklıma, üstelik bu öyle bir savrukluk ki, herhalde genel geçer dil alışkanlıklarına dayandığı ve gerçekten nesnel tini yansıttığı gerekçesiyle kendini haklı çıkarıyor. Okul müdürü benzeri titizlik ile savrukluk birbiriyle çok iyi uyum içindedir. Devlet sınavı tez konusu seçme görüşmelerinde, adayın dilsel sorumluluk duygusundan yoksun olduğunu anlar anlamaz – ki dil üzerine akıl yürütme her tür felsefi yansıtmanın tözüdür – sınav yönetmeliğinin ilgili kuralına onun dikkatini çekerek, bu çalışmalardan ne beklediğimi önceden anlatmaya başlarım. Bu tür uyarıların böylesine verimsiz kalması, olayın yalın gevşekliğin ötesinde yer aldığını göstermektedir: burada söz konusu olan, adaylar ile konuştukları dil arasındaki ilişki kaybıdır. Daha düşük dereceli tez çalışmaları ise dilbilgisi ve sözdizimi yanlışlarıyla doludur. “hemen hemen”, “gerçek amaç” ve “karşılaşma” türünden en bayağı klişeler hiç utanmadan kullanılmakta, hatta bundan da bu tür deyişler kullanmak sanki dönemin doruğunda olmakmış gibi bir tat da alınmaktadır. En kötüsü de tümcelerin bağlantısı kurulurken yapılıyor. Bilincin arka planında, felsefi bir metin mantıksal bir bağlantı ya da nedensellik ilişkisi kurmalıdır gibi bir anı var sanki. Oysa, düşünceler arasındaki ya da çoğu zaman düşünceymiş gibi gösterilen iddialar arasındaki ilişkiler buna asla uymamaktadır. Mantıksallıkmış gibi ve nedensellikmiş gibi ilişkiler, dilsel düzlemde tümceleri birbirine yapıştıran parçacıklarla oluşturuluyor, ancak konunun etraflıca düşünülmesi sırasında nesnel karşılıktan yoksun kalıyorlar; örneğin iki tümceden biri dilsel bakımdan diğerinin sonucu gibi sunulmakta, oysa mantıksal bakımdan ikisi de aynı basamakta durmaktadır.
Dilbilimi okumuş olsalar bile, biçemin ne olduğu pek çok adayın henüz ayırtına varmadığı bir şey; bunun yerine alışageldikleri konuşma biçiminden yapay bir çabayla, yanlışlıkla bilimin tonu sandıkları şeyi bulup çıkarmaya çalışmaktalar. Yazılı çalışmaların dili, sözlü sınavdakinin de arkasında kalıyor. Genellikle “bir bakıma” gibi kısıtlayıcı ve belirsiz deyimlerle kanserleşmiş bir kekeleme, bir şey söylendiği anda, söylenenin sorumluluğunu hemen üstünden atmak isteyen bir söylem. Yabancı sözcükler, başka dilden isimler bile birer engel oluşturuyor; öyle ki üstünden atlamak adayın ya da engelin başına bir kaza gelmeden olanaksız görünüyor; örneğin sınav-filozofu olarak kolay olduğu açıkça varsayılan Hobbes’u seçenlerin çoğu bile, sanki bu sondaki bes hecesi, bir şeyin “ebbes” (suyunu çekti) olarak seslendirildiği bir ağızdan alınmışçasına adını Hobbes olarak söylüyor. ?ive, ağız başlı başına sorun zaten. Eğitim ve öğretimden, yöresel dilde yontulmamış olanın daha yumuşak adaba uyumlanmasını bekleyebiliriz sanırım. Oysa bundan söz etmek olanaksız. Yüksek Almanca ile şiveler arasındaki çelişki bir berabere kalma durumuyla sonuçlanıyor ve bu sonuç kimseyi tatmin etmiyor, hoşnutsuzluğu her tümcede takırdayan geleceğin öğretmenini bile. ?ivenin, ağzın konuşana yakınlığı, bu ağzın hala köylü olduğu yerde hiç olmazsa kendi dilinde konuşuyor olma momenti, popüler ifadeyle – gagası nasıl büyümüşse öyle konuşuyor – denen olgu kaybolup gitmiştir; nesnel yüksek dile ise henüz ulaşılamamıştır, tersine şivenin yara izleriyle tanınmayacak hale gelmiştir; hani kasabalarda Pazar günü lokantadaki kalabalıkta yardım etsin diye gençleri, üstlerine oturmayan garson kılığına sokarlar, bu ağızlar da tıpkı onun gibi geliyor kulağa.1 Yabancılar için dostane duygularla kurulan akademik Almanca dil kurslarının yerleşmesine karşı söylenecek bir şey yok, ama kendi vatandaşları için dil kursları açılması, geleceğin öğretmeninde taşralı kabalığının, gelecekteki pedagojik onurla bulanık bir karışımının ifadesi olan o tonlama alışkanlığını önlemekten başka bir şeye yaramasa bile, belki çok daha önemli olurdu. Konuşanın tecrübe ufku dışında kalan ve bu yüzden de ileride bir gün büyük olasılıkla kendi öğrencilerini azarlayacağı o yabancı sözcükler gibi ağızlarından kolayca dökülüveren sözlere eğilim, yani avam olanla aynı düzlemde at koşturma bunu tamamlıyor. Bu tür deyişler hemen her zaman üst tabakanın yozlaşmış kültür varlığından gelir ya da daha az bilimsel söyleyişle, özgür tinsel alanda uzun süre kimse buna el atmamışken, sözüm ona pedagojik sektöre geçmiş, iyice aşınmış kavalye gardırobudur. Kentleşme eğitim için gereklidir ve bunun geometrik yeri de dildir. Hiç kimseyi taşradan geldiği için kınayamayız, ama hiç kimse de bunu bir meziyet haline getirip taşralılıkta ısrar etmemeli; taşranın üstesinden gelmeyi beceremeyen biri, eğitimin dışında kalmış demektir. Eğitimli sanılanın sarsakça taklit edilmesi yerine, taşralılıktan kurtulma görevi, başkalarına bir şeyler öğretmeye kalkışacak olanların kaçınılmaz biçimde bilincine varmaları gereken bir şeydir. Hala süre giden kent – taşra ayrımı, tarımsal yörenin kültürel biçimlenmemişliği ve bu arada çökmüş ve artık yeniden canlandırılamayacak olan aktarımları, barbarlığın kendini yeniden ürettiği ve yaydığı varoluş biçimlerinden biridir. Burada sorun ince tinsel ve dilsel zarafet ve kıvraklık değildir. Birey ancak, asla doğal gelişim sonucu olmayıp, tersine çoktan üstesinden gelinmiş, aşılmış tarihsel gelişimin sadece artıkları olan, öldüğünün kendisi bile farkında olmayan bir ölünün artıkları olan ilişkiler bağlamının dolaysızlığından kendini kurtarabilirse eğer, ergin olabilir.
İnsan titiz fantezi lanetine uğramışsa, meslek seçiminin nasıl yapıldığını pekala tahmin edebilir: gencin belki de yeteneğini kanıtlayan belgelerle korunmamış bir kariyerin güvencesi olmadan, kendi başına bir yerlere gelemeyeceğinden kuşkulanıldıktan sonra, ne okumalı ki hayatta başarılı olsun konusunu ele alan aile toplantısı yapılır; eş dost arasında okuyup bir yere gelmiş olanlar da cesaret verir ve işe karışır, onların ilişkilerine de dayanarak en pratik meslek dalına birlikte karar verilir. Burada, yalnızca Almanya’da yaygın olmayan, öğretmenlik mesleğini hakir görme rezilliği de işe karışır ve adayın böylece fazlasıyla alçakgönüllü istekleri olmasına yol açar. Pek çoğu daha okula başlamadan pes etmişlerdir aslında ve sonra da ne kendilerine ne de tine bir yararları olur. Bütün bunların ardında, duruma karşı direnci önceden paralize eden küçültücü gerekliliği seziyorum. Bu tip bir lise mezununun kendisini içinde bulduğu durum, gerçekten de ona başka bir seçenek bırakmamaktadır. Geleceği hakkında karar verme anında, yüksek öğrenime başlamasındaki sorunsala aymasını beklemek, ondan fazla şey beklemek olurdu. Öyle olsaydı, sonradan sınav sırasında tinsel özgürlüksüzlüğünün dışa vurumu olarak açığa çıkan davranışın büyüsü çoktan bozulmuş olurdu. Sözünü ettiğim insanlar, lanetli bir kısır döngüye düşmüşler; çıkarları onları sonunda kendilerinin kurban olacağı yanlış bir kararı vermeye zorlamaktadır. Bu yüzden onları suçlamaktan daha haksız bir şey olamazdı. Ne var ki, özgürlük düşüncesinin hala bir anlamı olacaksa, o zaman yetersiz olanların, varoluşları ile meslekleri arasındaki kopuşun ve bununla ilgili her şeyin güçlüklerinin bilincine vardıkları bu gelişim noktasında – ki üniversitede bu bilinç kaçınılmaz olarak herhangi bir anda oluşmak durumundadır – sonuçlar çıkarmalı ve buna uymalıdırlar. Ya kavramıyla örtüşmedikleri o mesleği bir an önce bırakmaları gerekir. Bu yüksek konjonktürde başka olanakların kapalı olduğu bahanesi geçerli değildir. Ya da bazı belirtilerini sıraladığım bu duruma karşı, özeleştirinin tüm enerjisiyle karşı koymalı ve bunu değiştirmeye çalışmalıdırlar. Adayların kazanmaları gereken eğitim, hiçbir kesin belirlenmiş sonuç değil, işte bu karşı koyma ve değiştirme denemesi olurdu ve şunu da eklemek isterim ki, sınavda felsefe olarak istenen de budur; geleceğin öğretmenleri yapıp ettiklerinin ortasında kavrama ulaşamadan esir olup kalakalacağına, kendi yaptıklarını idrak etmeleri, ayırtına varmaları gerekir. Bildiğim kadarıyla pek çoğunun dezavantajı ya da engeli değişken değil. Bu bakımdan öz yansıtma ve eleştirel çaba, var olan gerçek olanaklardır. Bu da çoğunluğun bir zamanlar karar kıldığı o kör ve inatçı çalışkanlığın tam tersi olurdu. Bu çalışkanlık eğitime ve felsefeye aykırıdır, çünkü çok önceden, içinde öznenin, öğrenenin kendisinin, yargılarının, deneyimlerinin, özgürlük tözünün var olmadığı bir geçerli olanın, önceden belirlenmiş olanın edinilmesi biçiminde tanımlanmaktadır.
Zira sınavlarda beni gerçekten kaygılandıran, felsefi olarak üzerinde çalışılan ve aktarılanla canlı özneler arasındaki bu kopuştur. Felsefeyle olan uğraşları, kendilerini adadıkları meslek öğrenimine duydukları gerçek ilgileriyle özdeşliği teşvik edeceği yerde, kendi kendilerine yabancılaşmalarını daha da ileri götürmektedir. Bu yabancılaşma üstelik felsefenin ya ana meslek dalında hazırlanmayı ve böylece ilerlemeyi, ya da meslek için gerekli ve yararlı bilgi malzemesini edinmeyi önleyen fazladan bir yük olarak görülmesiyle daha da artmaktadır sanırım. Sınavda sınanan felsefe, kendi karşıtına dönüşmekte; adayları kendilerine getireceği yerde, hem onlara hem de bize öğretimin ve eğitimin, yalnızca adaylarda değil, başlı başına nasıl da başarısız olduğunu gözler önüne sermekten başka bir işe yaramıyor. Burada yedekte tuttukları kavram, bilim kavramıdır. Bu kavram bir zamanlar araştırmadan ve sınamadan hiçbir şeyi kabul etmemeyi öngörüyordu, eşdeğerli olmayan dogmalar tarafından belirlenmeyi reddetmeyi ve onlardan özgürleşmeyi talep ediyordu. Bugün ise bilimsellik, ona inananlar için yeni bir yaderklik biçimine dönüştü, öyle ki insanın tüyleri ürperiyor. İnsan bilimsel kurallara göre davranır, bilimsel ritüele uyar, kendini bilimle çevrelerse kurtulmuş olduğunu sanıyor. Bilimsel tasdik ve kabul, gerçek olanın tinsel yansıtılması yerine bir yedeklemeye dönüşüyor, oysa bilimsellik ancak böyle olabilir. Zırh yarayı saklıyor. ?eyleştirilmiş, hizmetkara dönüştürülmüş bilinç, bilimi kendisiyle canlı deneyim arasına bir mekanizma olarak sokuyor. İnsan en iyiyi unuttuğunu ne kadar derinlemesine sezerse, böyle bir mekanizmaya sahip olmakla o ölçüde çok avuntu buluyor. Adaylar bana daima ve yeniden, yardımcı literatür kullanmalı mı, izin var mı, ya da bu zorunlu mu gibi sorular soruyor ve tavsiyelerimi öğrenmek istiyorlar. Elbette, yardımcı literatür bilgisi daima iyidir, böylece o zamana kadar erişilmiş bilgilerin son durumunun gerisine düşülmemiş ve hatta Kuzey Kutbunu yeniden keşfetmek zorunda kalınmamış olur. Ayrıca bilimsel bir nitelik kazanmak isteyen biri, sonuç olarak bilimsel çalışmanın oyun kurallarına hakim olduğunu kanıtlamalıdır. Ama yardımcı literatür hakkındaki bu kaygının ardında genelde bambaşka bir şey yatıyor. Birincisi, mazohistçe bir kendini değerlendirme sonucu, orada kendisinin düşünmeye yeltenemediği düşünceleri bulacağı beklentisi; sonra da belki hiç bilinçli olmasa da, gereksiz bilimsel eklentiler, verilen referanslar, zengin içerikli literatür fihristleri ve göndermeler sayesinde bilimin mistik rahmetinden pay alabilme umududur. Aksi takdirde kimse olmadıkları için, en azından onlardan biri olmayı isterler. Ben varoluşçu felsefeye eğilimli değilim, ama buna benzer anlarda bir gerçeklik payı var. Ritüel olarak bilim, düşünceden ve özgürlükten muafiyet sağlar. Özgürlüğün kurtarılması gerekir sesleri duyulur, tehdidin Doğudan geldiği varsayılır ve ben duvarın ötesinde bilincin talimat ve nizamnameyle sınırlandığı ve belirlendiği konusunda hiçbir yanılsamaya kapılmıyorum. Ama zaman zaman özgürlüğün, hala biçimsel olarak ona sahip olanlar tarafında da içinin boşaltılmış olduğunu sanıyorum; sanki özellikle talimatla belirlenmediği yerde bile tinsel tutum ve davranışları çoktan gerilemeye yönelmiş gibi; sanki insanların içinde herhangi bir şey, Avrupa’da bir zamanlar özen ve saygı gösterilip korunması gereken her şeyi ifade eden özerklikten artık kurtulmayı bekliyormuş gibi. Düşüncenin kendini yükseltme beceriksizliğinde zaten kendini uyumlama ve herhangi bir otoriteye biat etme durulgücü pusuda beklemektedir, tıpkı daha şimdiden somut olarak, bile isteye var olana yapışmak gibi. Bazıları ise bu büyüyü hatta kendilerine karşı kutsallaştıracaklar ve bunun özünlülük jargonunun sahici bağlılık dediği şey olduğunu söyleyeceklerdir. Ama yanılıyorlar. Onlar otonom tinin yalıtılmışlığının ötesine geçememişlerdir, tersine bireyselleşmenin gerisinde kalmışlardır ve bu yüzden de bunu da istedikleri kadar aştıklarını düşünseler de henüz aşamamışlardır.
Pratik ilerlemeye inanç pek çok insanda öylesine sağlam bir ön iktidar sahibi olmuş ki, buna karşılık hiçbir şey artık ciddi olarak akla gelmemektedir. Onların tutumu otomatik savunma olmuştur; bu nedenle onlara hiç ulaşıp ulaşamayacağımı bilmiyorum. ?eyleşmiş bilince özgü olan şey, kendini kendi içinde dekore etmek, kendinde kalakalmak, kendi zaaflarında ısrar etmek ve kendini her ne olursa olsun haklı çıkarmak istemesidir. Kötüyü savunmaya geldiğinde, en ruhsuzların bile gösterebildikleri keskin zekaya daima yeniden şaşıyorum. Bunu yadsımak olanaksız olsa da bana, bu durum biliniyor ancak buna karşı yapacak bir şey yok denecektir. Bunun dayanağı, bugün bir kimse kendi çalışmasına ışık tutacak o anlam kıvılcımını nereden alabilir acaba, gibi genel görüşler olacaktır. Devamla – ve bunu onaylayacakların ilki ben olurdum – şu da hatırlatılabilir, insanın empatik eğitim kavramına yeterli olamamasının suçunu, kimsenin kendi elinde olmayan köken gibi toplumsal koşullarda aramalıdır: gençlerin çoğu, eğitimin beslendiği ve özellikle okul öğretiminden önce edinilmesi gereken deneyimlerden mahrum kalmışlardır. Giderek, üniversitenin yetersizliğine, kendi başarısızlığına işaret edilebilir: pek çok yerde üniversite, adaylarda yokluğunun farkına vardıklarımızı sunmamaktadır. Sonunda da yine bilgi malzemesiyle aşırı yüklenilmesine ve hoş olmayan sınav durumuna dikkat çekilebilir. Bunun ne kadarının isabetli olduğu ve hangilerinin yalnızca bahane olduğunu yargılamak istemiyorum; aslında gerçek olan, ama öküzün sabana koşulduğu gibi daha dar çıkarların önüne bağlandığında gerçekdışı olan görüşler vardır. Ama şu kadarını teslim ve kabul edebilirim ki, herkesin karşı konulamaz toplumsal dokuya olan gizil bağımlılığının özgürlük olanağını asgariye indirgediği bir durumda, bireyin özgürlüğü çağrısının boş bir yanı var; özgürlük devir ve ferağ edilemeyen biçimde insanların başının üstünde sallanan bir ideal değildir – bu resim boşuna Damokles’in kılıcını anımsatmıyor – tersine özgürlük olanağı zaten tarihsel anla birlikte değişken hale gelmektedir. ?u anki durumda pek çok insan üzerindeki ekonomik baskı hiç olmazsa, kendi kendisi üzerinde düşünme ve kendi kendini yansıtmaya duyulan iştahı kapatacak ölçüde dayanılmaz değil; bu eski stil maddi yoksunluktan çok, kendi kaderinin belirlenmesinde bir kristalizasyona varmaya bir türlü izin vermeyen, evrensel bir bağımlılık, toplumsal bir iktidarsızlık duygusudur.
Ama bir insandan uçması beklenebilir mi? Sonuç olarak felsefenin ne olduğunu bilen Platon’un, onun en önemli öznel koşulu saydığı heyecan ve coşku, talimatla duyumsanabilecek bir şey midir? Bunun yanıtı, savuşturmacı tutumun sandığı kadar basit değil. Zira bu heyecan ve coşku, rastlantısal ve sadece gençliğin yalın biyolojik durumuna bağlı bir safha değil ne de olsa. Bunun, konunun yalın dolaysızlığı karşısında yetersizlik, görüntünün deneyimlenmesi gibi nesnel bir içeriği var. Ama talep edilen, bunun ötesine yükselmektir, insan iyi niyetle bu soruna dalar dalmaz bu beklentiye yanıt aramalıdır. Kastettiğim yükselme, sorunun derinine dalmayla birdir. Eksik olanı, aslında her birey kendisi sezer; yeni bir şey söylemediğimi biliyorum, tersine bazılarının kendi kendine itiraf etmek istemediği bazı şeyler söylüyorum. Burada özellikle ve acilen Schelling’in akademik çalışmanın yöntemleri üstüne derslerini salık veririm. Özdeşlik-felsefesi hamlesinin orta yerinde, benim bambaşka ön koşullardan çıkarak ulaştığım pek çok motifi bulmak mümkündür; 1803 yılında Alman felsefe hareketinin en tepe noktasındaki durumun, sözünü ettiğimiz konu bağlamında, felsefenin artık o zamanki otoritesine sahip olmadığı şimdiki durumdan pek de farklı olmadığını görmek şaşırtıcı doğrusu. Geleceğin öğretmenlerine, kendilerine yabancı ve önemsiz görünen bir şeye dönmek ve uyum sağlamaktan çok, kendi çalışmalarında kendiliğinden ısrarla öne çıkan ihtiyacı izlemek ve öğrenimin sözüm ona boyunduruğu yüzünden bundan vazgeçmemek salık verilebilir. Bugün tin konusu o zamankinden daha fazla kuşku uyandırıcı olabilir ve idealizmi öğütlemek, yitirdiği felsefi güncelliğini hala korusa da, komik kaçabilir. Ama tinin kendisi, olanla yetinmeyen olarak, öznel olarak ihtiyacı olan o dinamizmi içinde taşır. Tinsel bir meslek seçen herkes, kendi hareketine güvenmek ve teslim olmak yükümlülüğünün altına imza atmıştır. Bu yükümlülüğün, sınav yönetmeliğine göre davranılmalıdır yolundaki beklentiden daha az ödüllendirilmemesi gerekir. İfade etmek istediklerimi ve belki de yeterince açık ifade edemediklerimi hiç kimse, daha üstün olma maskesini takınmış bir pişkinlikle yadsımamalıdır. Herkesin bir zamanlar kendi kendine söz verdiği ve kendinden beklemiş olduğunu sandığım şeyi izlemek daha iyi olacaktır. Durum artık böylesine kötü ve buna karşı da bir şey yapılamaz gerekçesiyle rahatlamaya çalışmamalı, tersine bu uğursuzluk ve onun kendi çalışmasına getirdiği sonuçlar üzerinde düşünmek gerekir. Bu da işte o felsefenin başlangıcıdır; o felsefe ki, sadece kendilerine kapalı olduğunu sandıkları nedenlere gözlerini kapatanlara kapalıdır.
Not:
1 Gelen yazılar, burayı daha da belirginleştirmem gerektiğini söylüyor. Eğitimin, her tür şive tınısının acımasız bir yüksek dil tarafından bertaraf edilmesinde yattığını kastetmiyorum. Örneğin en basitinden Viyana ağzının deneyimlenmesi bile, dilsel insancıllığın tam da bu tür seslendirmeler yoluyla gerçekleştiğini göstermektedir. Ama en asal fark, şiveyi uzlaşmacı bir edayla izleyip özümseyerek kendi yontulmamışlığına teslim eden bir Almanca ile, içinde her iki dil katmanının ümitsizce bağdaştırılamaz kaldığı ve marazi bir doğruculuğun biçimsiz şivenin artıkları tarafından yalanlandığı bir ağız arasındaki farktır. Bu doğanın kalıbını bastığı şeyi kendi içinde alıkoyup koruyan bir kültürle, tinde süre giden bir gerçek baskılama mekanizması arasındaki farktan başka bir şey değildir. Bir insanın dilsel bir organı olup olmadığına gelince, onun eğitimi tam da bu tür nüansları algılayıp algılamadığında kendini gösterir işte.
1962
Theodor Adorno
Felsefe ve Öğretmenler
Çeviren: Tarhan Onur