Sartre ile Hayatındaki “Kadınlar” Üzerine Yapılmış Bir Söyleşi

sartreKadını öteden beri kendime eşit bir varlık saydım, bu varlığı aradım, benimle eşdeğerde, ama bana sevisel, duygusal öğeler getirebilecek bir varlık. Sevgiyi, sevecenliği hep birbirine sarılıp öpüşen insanlar diye tasarladım. Sevgi buydu. Erkeklerle ilişkilerim hep itişip kakışma biçimindeydi.

Catherine Chaine — Sîze yaklaşanlar kendilerini hep düşünbilimden, yazından, siyasetten bahsetmek zorunda duyuyorlar… Bense bu kez kadınlardan, geçmişte ve bugün yaşamınızda tuttukları yerden söz açmanızı isterdim: aslım ararsanız, bence siz düşünür, yazar olduğunuz kadar da bir «kadın adamı», «haremli erkek»siniz…

Jean-Paul Sartre— Doğru, öteden beri çok severim kadınları. Hep baş köşeyi tuttular kafamda… Gerek küçükken, gerek büyüdükten sonra, gerek yaşlandığımda üzerinde en çok düşündüğüm şey kadınlar oldu. Doğrudan doğruya onlarla ilgisi bulunmayan konuları düşünürken bile kadınları düşünüyorum.

CH.— Nasıl açıklıyorsunuz bunu?

S.— Ailemin özellikle kadınlardan oluşmasıyla: annem, büyükannem, onların kadın dostları. Tek bir erkek vardı, büyükbabam. Çocukken, onun gibi, yanımın yöremin kadınlarla çevrili olmasını düşlerdim. Kadın benim için sürekli düş konusuydu. Bütün çocuklar gibi, kendi yaşımdaki kız ve oğlanlarla arkadaşlık ediyordum. Ama nedendir bilmem, ninemle dedem küçük kızlardan hep «nişanlın» diye sözediyorlardı. Gittiğim her kentte nişanlılarım vardı.

Vichy’de halk bahçesinde orkestra kamelyasının altında ya da Arcahon’da kumsalda oynadığımız oyunları anımsıyorum Bir de, bahçelerden birine yerleştirilmiş uzun bir iskemlede günlerini geçiren veremli bir küçük kız anımsıyorum. Saatlerce yanıbaşımda dururdum. Dokuz on yaşlarında bir sürü kız arkadaşım vardı, bunlar ilerde eşim olabilirlerdi, çünkü evdekiler bunların hepsiyle «nişanlamalardı beni. Dokuzla onaltı yaş arasında La Rochelle’de yaşadım, kızlarla pek ilgim olmadı. Yine de önemli bir yerleri vardı yaşamımda. Her şeye karşın, epek yer tutuyorlardı. Onaltısında Paris’e gelişimden sonra yığınla kadın gördüm. İşte ondan sonra kadın gerçekten önem kazandı. Günlük yaşamımda önem kazandılar. Ama aslında, kadınlar dört beş yaşından sonra, giderek belki daha önceden başlayarak büyük yer tuttular yaşamımda

CH.— Bütün bu «nişanlılar» ve ailenizdeki kadınlarla, daha çocukken tam bir «haremci» olmanızı sağlayacak her şeye sahiptiniz demek?

S.— Çocukken hiç kuşkusuz «haremci»ydim, çünkü çevremdeki küçük kızlarla ilerde edineceğim hanım arkadaşların hep bana göre örgütleneceklerini, bana bağlı olacaklarını tasarlardım. Dolayısıyla onları kendimden aşağı görürdüm, ben hepsinin üstündeydim. Tastamam böyle düşünmüyordum elbet, ama yine de buna yakındı. Yalnız onları kendime eşit de sayıyordum…

Ctf.— Hani bir bakıma, özgür düşünceli bir «harem ağasıydınız”.

S.- Evet… Kızların gönlünü çelme düşüncesini kitaplardan öğrenmiştim. Biraz da kendi uydurduğum, körüklediğim bu düşünce beş yaşındayken, 1914 Savaşı’ndan hemen önce yürürlükteydi. Erkeğin biri bir kadının yaşamına giriyor, boyu poşuyla, konuşmasıyla ya da ilgisiyle kadının gönlünü çeliyordu.

(…) Gönülçelen erkekle öldürücü kadın, 1914 öncesinin söylenceleri (mythos’lan) arasındaydı. Ben de bu gönülçelme düşüncesine sahip çıkıyordum. Bu iş bende bulunmayan birtakım nitelikler istese de, rolümü seve seve benimsiyordum. Gerekli niteliklerden biri güzellikti, saçlarım kesilene dek bu niteliği taşıdığıma, sonra yitirdiğime inandım. Demek ki «haremci»ydim, ama -ne edeceğimi bilmediğim— kadın tavladıktan sonra dişi gelip bana: «tamam, tavlandım» diyordu, ve o anda eşitlik başlıyordu.

CH— Anlamadım?

S.— Biliyorsunuz, «haremcilik» sanıldığı kadar yalın bir şey değildir. Hep üstünlüğü dile getirmez. Arasıra dağılıp giden bir üstünlüktür bu. Tavlanan kadınla ikimiz, ayıcığında, çok güzel bir gecede, parktaki sıralardan birine oturuyor, uzun söylevler çekiyorduk birbirimize. Böyle görüyordum gönülçelme işini. Biraz aklım başıma gelince, bu gönülçelme düşüncesi uçup gitti elbet, ve beni kadınlara daha bir yakınlaştırdı. O uçup giderken başka bir düşünce geldi: bir kere ilişki kuruldu mu, her şey eşitlik içinde yaşanmalıydı. Aslında yapılacak şey, kadım vahşi bir hayvan gibi ele geçirmekti, ama silahla, zorla değil, kurnazlıkla, gülücüklerle, ustalıkla vahşilikten kurtarıp erkeğe eşit kılmak gerekliydi. Tıpkı yakalandıktan sonra eşitim olan kaplan gibi.

Kadının ne olduğunu, erkekle arasındaki benzersizlikleri bilmediğim sürece kadın/erkek ilişkilerim işte böyle gördüm. Kadınların büyük bir olasılıkla bedensel açıdan değişik olduklarını seziyordum, ama on yaşında istediğim kadar çabalayayım, ancak kendi bedenimi getirebiliyordum gözümün önüne. Daha sonra, on bir, on iki, on üç yaşıma doğru kadınların özelliklerim kafamda canlandırmaya başladım, gerçek bilgiyiyse on beş, on altı yaşında edindim.

CH— Sık sık «kadınlar» diyorsunuz. Çoğul söz ediyorsunuz onlardan. Çocukluk ve gençliğinizde, ilerde yaşamınızın- kadını olacak birini düşlemez miydiniz?

S.- Hayır, çünkü zaten başından beri çok kadınla yaşadım. Kendimi bildim bileli cinsel yaşamınım çokeşli olacağını düşündüm. «Haremci» oluşum da bundandır: hiçbir zaman ömrümün kadını olacak bir kız düşlemedim.

CH.— Sizce bunu neye borçlusunuz? S.— Bana verilen «haremci» eğitime, çevremdeki «harem» havasına. Dedemin garip bir yaşamı vardı. Ninemle aralan çok iyiydi, ama cinsel ilişkileri çoktan kesilmişti, çünkü ninem bu işten tiksinir, hep hastayım dermiş. Dedem de Almanca dersine gelen yaşlı kızlarla ilişki kurardı. Özellikle de Paris’e Fransızca Öğrenmeye gelen Alman kızlarıyla. Serüven romanları yazan birini anımsıyorum. Çok budala bir kızdı, ama dedemle ilişki kurmaya razıydı.

CB.— Peki o sıralarda kadınların size ne getireceklerini düşünürdünüz?

S.— Kadını öteden beri kendime eşit bir varlık saydım, bu varlığı aradım, benimle eşdeğerde, ama bana sevisel, duygusal öğeler getirebilecek bir varlık. Sevgiyi, sevecenliği hep birbirine sarılıp öpüşen insanlar diye tasarladım. Sevgi buydu, erkekler serttiler. Erkeklerle ilişkilerim hep itişip kakışma biçimindeydi, başka bir şey değil. Sevecenlik yoktu arada. Küçük kızlarda bulduğumsa, başından beri ailemde annem, büyükannem ve onların hanım arkadaşları tarafından çevremde yaratılmış olan sıcak duygusal havaydı. Kızların yanında bulduğum bu hava, benim için, cinsel yaşamın temeliydi.

Gençliğimde, ayışığında el ele dolaştığım kızı öbür erkeklerin tiksinç girişimlerinden koruduğumu düşlerdim. Derken, koruma düşüncesi yavaş yavaş yok oldu. Yirmi yaşında bitmişti. Artık ayışığında dolaşmayla yanımdaki kadını koruma arasında hiçbir ilinti kalmamıştı. Ayrıca ayısığında dolaşmanın yerini de bütün kadınlarla erkekler arasında olup bitenler almıştı.

CH.— Kafanızdaki kadınla ilgili düşünlerin dışında, günlük yaşamınızda neler oluyordu?

S.— Dişe dokunur, gerçek hiçbir şey. On üç, on dört yaşında, La Rochelle Lisesi’nde oğlanların «piliç»leri vardı. Pek sevimli, ince olmayan bir deyimdi bu, ama yaygındı, kız lisesinde ya da başka yerde bir kız arkadaşın bulunduğunu, onunla gezmeye çıkıldığını gösteriyordu.

CH.— Gerçekten gezmeye çıkılıyor muydu?

S.— Çıkılıyordu, ama kıza bir kötülük edilmiyordu. Kızın orası burası azıcık öpülüyordu sanırım, ama işte o kadar. Sonra geliniyor, büyük bir gizlilik içinde bu olaydan, söz ediliyordu, dinleyen gerçekten bir şeyler olup bitiyor sanırdı. Kendi payıma, La Rochelle Lisesi’ndeki yaşamıma çok garip biçimde, bir oynaşımın bulunduğunu, birlikte otele gittiğimizi söyleyerek başladığımı anımsıyorum.

CH.— Siz bunları söyleyince dalga geçmişlerdir.

S.— Evet, kimsecikler inanmadı elbet, ve dalga geçtiler. Derken, bîr armatörün kızı olan Lisette’le ilişki kurduğumu öne sürdüm. Bu da doğru değildi. Kız gerçekten güzeldi, onunla ilişki kurduğumu söyleyişim bunu sahiden isteyişimdendi besbelli… Sınıf arkadaşlarım bana kızdan buluşma sözü aldıklarını söylediler. Kararlaştırılan yere gittim, iki küme arkadaşla karşılaştım — beni kızla konuşmaya yüreklendirenler bir yanda, kızın yanında durup benimle alay edenler öte yandaydı. Sanırım kız da oyunun farkındaydı ve biraz sinirliydi. Başında kocaman bir şapka vardı, «koca budala» diye bağırdı bana. Bunun üzerine ben de onu kovaladım. Bisikletine atlayıp gezinti yerinde dönmeye başladı, ben de ardından. Ve diskimiz orda bitti. Son derece, gülünç düşmüştüm, bu da uzun süre tepemi attırdı.

CH.— «Sözcükler»de yedi yaşındayken, dedenizin sizi alıp saçlarınızı kestirmeye götürdüğünü, annenizin, büyükannenizin ve öbür yakınlarınızın çirkinliğinizi o gün fark ettiklerini yazmıştınız. Peki ya siz, siz nasıl algıladınız bu çirkinliği?

S.— Evet, büyükbabam saçlarımı kestirdi. Çok önemli bir olaydı bu, çünkü saçlarım sarıydı, ve sanırım epey güzeldi; omuzlarıma dek iner, bana yanlış bir hava verirlerdi. İsterseniz şöyle diyelim, yüzüm çirkin, saçlarım güzel olduğundan, onların yardımıyla daha az çirkin gözüküyordum. Günün birinde dedem, «kadınlar»ma, yani annemle karısına danışmadan saçlarımı kestirmeye karar verdi. Ne esmişti aklına, bilmem. Oğlan çocuğun kısa saçlı olması gerektiğini düşündü belki. Beni alıp berbere götürdü, yarım saat sonra geri döndük, sonuç ortadaydı. Herkes büyük bir şaşkınlıkla bakıyordu yüzüme. Doğal olarak, annemle büyükannem birer çığlık attılar, görünüşümün korkunç olduğunu söylediler. Nitekim, o yaşta çekilmiş bir fotoğrafım var: gerçekten korkuncum. Bir şimşek çaktı sanki. Lülelerimin süslediği suratın hiç de iç açıcı olmadığını anlamaya başladım.

Bundan sonra çirkinliğim beni pek uğraştırmadı, on ya da on buçuk yaşına dek yakamı bıraktı, ama La Roclıelie’den sonra işler tatsızlaştı. Benimle alay eden armatör kızı serüveni, bir bakıma, çirkinliğimden Ötürü kötü sonuçlandı. Çirkinliğimi bilen, algılayan arkadaşlarım kızla buluşmamı çirkinliğimle alay etmek için fırsat saymışlardı. Gelip anlattığım zaman: «Eh, gerçekten berbatsın be!» dediler. Bu lâf içime işledi, aklımdan çıkmadı.

CH.— Çok mu zor oldu?

S.— Evet,’ zor oldu. Ama çok sürmedi.

CH.— Çirkinliğinizin genç kızların gönlünü çelmede size ayakbağı olacağını düşünmediniz mi?

S.— Hayır, pek düşünmedim. Belki kızlarla ilişkiyi, halk bahçesindeki sırada, ay ışığında yapılacak konuşmalar, çekilecek görkemli söylevler diye tasarladığımdan. Eh, insanın ağzı iyi lâf yapıyorsa, ister çirkin olsun, ister güzel…

CH.— Peki bedeninizi güzel mi buluyordunuz, çirkin mi?

S.— Hiç uğraşmıyordum onunla. Başımı ağrıtmıyordu, o kadar. Sınıfın en güçlüsü ben değildim elbet, ama en zayıfı da değildim, herkes gibi ben de biraz spor yapmıştım.

CH.— Bu işte becerikli miydiniz bari? S.— Sanırım iyiydim. Çirkinliğim benliğimin derinliklerine işlemiyordu, çünkü daha o zamandan kendimi beğeniyordum, dolayısıyla çirkinliğim ikinci düzlemde kalıyordu. Güzel bir oğlan değildim, tamam, ama ikinci dereceden bir olguydu bu. Daha o zamandan ünlü bir yazar olmak istiyordum, bunun yanında güzelliğin lâfı mı olurdu? Ünlü bîr yazarın güzel ya da çirkin olmasına kimse aldırmaz. Bakın, bir daha söylüyorum, gerçekten ikinci düzlemde kalıyordu çirkinliğim. Güzel değildim, o kadar.

CH.— İlk ne zaman sevdalandınız? S.— On altısında, Paris’te. Lise kapıcısının kızma vuruldum.

CH.— 1920’de, insan on altısındaysa ve vurgunsa ne oluyordu?

S.— Kişiliğe bağlıydı. Kimileri işi sonuna dek vardırıyordu kuşkusuz. Gerçi enderdi böyleleride, ama lise birdeki kızlardan üçte birinin kız olmadığı varsayılabilirdi… Belki dörtte birinin… Şimdiki öğrencilerden daha küçüktük bizler. Çocuk sayılırdık.

CH.— Bir bakıma erdemli bir çevrede büyümüşsünüz, Suçluluk duyar mıydınız?

S.— Yoo, hayır, hiç suçluluk duymazdım. Yakınlarımla sorunu çözmüştüm: daha o yaşta özgürdüm.

CH.— Bu konudaki yasakları daha o yaşta kaldırıp atmış mıydınız yani?

S.— Değindiğiniz yasakları, evet. Hem de hemen.

CH.— Nasıl yaptınız bunu?

S.— Her şeyden önce kitaplar vardı. İlkin kötüleri elbet. Claude Farrere falan. Taşrada, kitap almaya gittiğimde, kitaplıklarda okurdum bunları. Kadınlarla ilişki büyük bir yasakla çevriliydi, ama bence tam bir ikiyüzlülüktü bu. Kadınla erkek arasındaki gerçek ilişkinin eksiksiz cinsel ilişki olması gerektiğine inanıyordum, kitaplarda okuduklarımsa tam anlamıyla masaldı.

CH.— İyi ama, anneniz size epey sert ilkeler benimsetmisti.

S.— Evet. Oğlan olduğum için pek sert sayılmazlardı, ama yine de serttiler elbet.

CH.— Demek suçluluk duymadan, lise kapıcısının kızıyla sevişecektiniz, öyle mi?

S.— Evet, nitekim bir kız arkadaşla ertesi yıl, yazın kolunun son sınıfının sonunda işi sonuna dek götürdüm, Luxembourg Bahçesi’nde tanıştığım bir kızdı bu,

CH.— Evlilik düşüncesine dönüyorum yine. Delikanlılık çağında bile herkes gibi evlenmeyi düşünmediniz mi hiç?

S.— Evlilik düşüncesi hiçbir zaman kafamı kurcalamadı. Ama yirmi üç yaşında, gerçekten nişanlandım. Öğretmen Okulu’ndaki arkadaşlardan birinin yeğeniyle tanışmıştım. Ussonla Föret’ye, o arkadaşla birkaç gün dinlenmeye gitmiştim, kıza vuruldum — vuruldum sözü biraz aşırı belki, oğlanın Lyon’lu yeğeni epey hoşuma gitmişti. Sanırım bir tutkuya gereksinmesi vardı, ilişkimizi gereğinden çok abartan o oldu,..

Kızın anası babasıyla işin parasal yanını düşünüyordu. Neydim ben? Öğretmen Okulu öğrencisi. Demek ki, iki yıl sonra, elim para görünce evlenecek duruma gelebilirdim. Daha başka şeyler öğrenmek istedikleri için, ardıma hafiye takmış, okulda nişanlım hakkında hiç iyi şeyler söylemediğimi öğrenmişler. Kulaklarına giden söylentiler tepeden tırnağa yanlıştı elbet. Ama kalkıp bunları nişanlıma aktardılar, kız da çok ters yorumladı. Bütün bunlarla uğraşmamasını  yazdım, her şeye karşın nişanlıydık çünkü.

Derken, bitirme sınavlarında çaktım. Okulu bitiremediğim halde yakınlarımı kızı istemeye yollayınca, kesinlikle hayır dediler. ‘Benimkiler dönüp durumu anlatınca bir garip oldu. Tam anlamıyla ağzımın tadı kaçtı.

CH.— Çok mu canınız sıkıldı?

S.— Evet, özellikle bu işin kıza kötü geleceğini düşündüğümden. Belki biraz abartryordum, ama kızm mutsuz olacağını sanıyor, dolayısıyla müthiş üzülüyordum. Kendi payıma, hoşnut olmadığım söylenemezdi doğrusu, biraz da sıtkım sıyrılmıştı bu işten… Usson’a gittim, olup biteni bir daha düşündüm, anamın babamın kızı isteyişini kafamdan geçirdim ve arkadaşlarımla birlikte tenis maçına gidecek yerde, bir şişe şarap alıp kırlara yollandığımı anımsıyorum… oturup içtim, ve ağladım. Gerçi içtiğim için ağlıyordum, ama iyi de geliyordu. Mahsus yaptığımı sanmayın, işin bana düşen bedelini böyle birkaç damla gözyaşıyla ödemede içimi rahatlatıyordu. Yüreğime su serpiliyordu. Ancak, bu olayda baştan sona dürüst davrandığıma pek emin değilim…

CH,— Simone de Beauvoir da sizi işte tam o sıralarda, Sorponne koridorlarında görmüş galiba. Başınızda kocaman bir şapka bulunduğunu, çok kötü ve pis giyindiğinizi yazar anılarında. Bu savruklukta belli bir özenme yok muydu dersiniz?

S — Olmaz olur mu? Öyle «savruk» olmakta yalnız değildim. Nizan, Maheu ve daha birçok arkadaş öyleydi. Ancak, Nizan’la Maheu gerçekten pisti, benimkinden daha kusursuz sevdaları olduğundan, kendilerine zorla çekidüzen verirlerdi. Özellikle sabahlan leş gibiydiler. Sabah kalkar, kırk yılda bir yüzümüzü yıkardık. Sabah kahvaltısını, örneğin, hemen okulun yanındaki «Normal Bar»da yapardık, gecelikle, tıraş olmadan. Daha sonra, fırsat bulursak, günün belirsiz bir saatında elimizi yüzümüzü yıkardık.

CH.— Arkadaşlarınızın sevda öyküleri sizinkinden daha eksiksiz miydi?

S.— Evet, çünkü Paris’te kızları vardı, bense Toulouse’ lu bir eczacının kızma tutkundum, bu kız sonra Dullin’le evlendi. Dordogne’da, Thiviers’li yeğenlerimden birinin gömme töreninde tanımıştım onu, zaman zaman tatile giderdim Dordogne’a. Adı Simone Jolivet’ydi. Gömme törenim kıkırdayarak izledik, ikimiz de ölenin hısımı değildik, ve yanımda bir genç kız vardı.

Törenden sonra teyzem Helene on on beş kişiyi yemeğe çağırdı. Thiviers’li seçkinlerin, hekimlerin, noterlerin, dediklerini de yaptıklarını da anlayamadığım insanların yanında müthiş sıkılıyordum. Benimle konuşmaya can atan genç kızla konuşmaya çalışıyordum, ama hekimler, noterler bir şeyler sorup durmadan aramıza giriyorlardı. Bunun üzerine, kahveyi yuvarlar yuvarlamaz kızla sıvıştık. Thiviers çayırlarıda dolaştık. Böylece, birkaç yıl süren bir bağ kuruldu.

CH.— Simone de Beauvoir anılarında Jolivefyi güzel, akıllı bir kız olarak betimliyor…

S.— Güzel ve akıllıydı gerçekten. Ama uydurduğu, düşleminde canlandırdığı şeylerlerle çarpılan bir akıldı bu. Düşsel bir yaşamı vardı, Bronte kardeşlerle birarada görüyordu kendini. Ufak tefek şeyler, müthiş acıklı romanlar yazıyordu. Dullin’le ilişkisi epey fırtınalı geçti. Çetin bir kişiliği vardı. Bizim ilişkiyi kolaylaştıran aramızdaki uzaklıktı. Ben arasıra Thiviers’ye gidiyordum, o da zaman zaman Paris’e geliyordu. Zamanla ilişkimize gölge düştü, sonra Dullin-le yaşarken yine görüştüm onunla. Üniversite Yurdunda kalıyordum. Bir gün, ağzım bir karış açık, çıka geldiğini gördüm. Şaşırdım. Ama sevindim de. Yeniden ilişki kurduk, ancak çok sürmedi.

CH.- Michel Conta’yla yaptığınız söyleşide, o günlerdeki yaşamınızı bir dizi tatlı şeyin art arda eklenmesi biçiminde algıladığınızı söylüyordunuz: kadınlar, yemekler, yolculuklar… Hepsini aynı düzleme koyar gibiydiniz…

S.— Doğru, ama bu söz tam anlamıyla yansıtmıyordu düşüncemi. Okuduğum kitaplardan, romanlardan gelen belirsiz bir bakış açısıydı bu, genç kızların gönlünü çelen erkeğin iyi bir uğraşı vardı — örneğin yazardı. Erkek gemideydi, bitişik kamerada kalan ona vuruluyordu, falan.

CH.— Evet, bu dediğiniz gerçekten romansa! bir görüş, oysa Simone de Beauvoir’ın dediğine göre, Öğretmen Okulu yıllarında epey kabaymışsınız. «İnce ruhlar »dan nefret eder, «Erkeğin öyle akta makta değil, kadın bedenine gereksinmesi vardır, hele bu beden sıkıntıda olursa çok daha iyi» dermişsiniz.

S.— Gerçek ikisinin karışımından oluşuyordu. Söz konusu bedensel ilişkiyi herhangi bir kadınla kurabileceğime inandığım için, bir bakıma kabaydım. Dünyayı uzun süre dediğiniz gibi gördüm, belki Savaş öncesine dek değil, ama yirmi üç, yirmi dört yaşma dek. Oysa, kadınlarla köklü ilişkiler de kurmak istiyordum. Sevda ânı yalnızca ayışığı ya da deniz kıyısı değildi, aynı zamanda benliğimin en derin köşesini keşfettiğim ândı. Kadında öyle. Cinsel etkinlik asal öğe değildi. İnsanı alıp sürüklüyordu elbet, ama asıl şu yumuşak sevgi köklü şeylere dönüşüyordu.

Yazınsal Denemeler
Söyleşi: Catherine Chaine

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz