Sabahattin Ali: Demek ki insanlar birbirine ancak muayyen bir hadde kadar yaklaşabiliyorlar

Sabahattin AliSihirli bir el tarafından tamamen değiştirileceğimi, ruhumda, küçük kız çocukları gibi masum, fakat aynı zamanda bütün hayatımı kavrayacak kadar kuvvetli heyecanlar duyacağımı, bu sabah uykudan, başka bir dünyaya doğar gibi uyanacağımı sanmıştım. Fakat hakikat ne kadar başka… Hava her zamanki gibi kapalı; odam soğuk… Yaramda, her şeye rağmen bana yabancı, bütün yakınlığına rağmen benden ayrı, benden başka bir insan… Adalelerimde yorgunluk ve başımda ağrı…” Tekrar yatağına girerek, arka üstü uzandı. Eliyle gözlerini kapadı ve devam etti: “Demek ki insanlar birbirine ancak muayyen bir hadde kadar yaklaşabiliyorlar ve ondan sonra, daha fazla sokulmak için atılan her adım daha çok uzaklaştırıyor. Seninle aramızdaki yakınlaşmanın bir hududu, bir sonu olmamasını ne kadar isterdim.

Beraber içeri girdik. Odasında elektriği yaktı. Eski, fakat oldukça iyi muhafaza edilmiş mobilyalar ve güzel bir meşe karyola ilk bakışta göze çarpıyordu.
Odanın ortasında kımıldamadan duruyordum. Kürk mantosunu çıkarıp bir kenera bırakırken bana bir iskemle göstererek: “Otursana!” dedi. Sonra kendisi yatağın kenarına ilişti. Büyük bir süratle iskarpinlerini, çoraplarını çıkardı, entarisini başından sıyırıp bir iskemleye attı ve yorganın içine girdi.
Oturduğum yerden kalktım; hiçbir şey söylemeden ona elimi uzattım. İlk defa gördüğü bir insanı tetkik ediyormuş gibi beni süzdü, yüzüne bir sarhoş gülüşü yayıldı. Gözlerimi indirdim. Tekrar baktığım zaman yatakta bir parça doğrulduğunu ve gözlerini, büyük bir endişe içindeymiş gibi açtığını ve ara sıra, bir uykudan uyanmaya çalışır gibi kırptığını gördüm. Beyaz örtülerin altından fırlayan sağ omzu ve kolu yüzü kadar soluk ve beyazdı. Sol dirseğini yastığa dayamıştı. “Üşüyeceksin!” dedim.
Kolumu hızla çekerek beni yatağının kenarına oturttu. Sonra yaklaştı, iki elimi birden tuttu, yüzünü avuçlarımın içine yerleştirerek: “Ah, Raif” dedi, “demek sen böyle de olabiliyorsun?.. Hakkın var… Fakat ne yapayım? Bilsen… Ah, bir bilsen… Ama eğlendik değil mi? Muhakkak… Hayır, hayır, biliyorum! Ellerini çekme… Seni hiç böyle görmemiştim. Ne güzel ciddi olabiliyorsun! Ama sebep ne?” Başımı kaldırdım. Yatakta diz çökerek yanıma oturdu, ellerini iki yanağıma koydu:
“Bana bak!” dedi. “Düşündüklerin doğru değil… Bunu sana ispat edeceğim… Asıl kendime ispat edececeğim… Neden böyle duruyorsun?.. Hâlâ inanmıyor musun? Hâlâ şüphe mi ediyorsun?” Gözlerini kapadı. Kafasının içinde şuraya buraya kaçan ve bir türlü yakalanmayan bir şeyi tutmaya çalışır gibi bir çaba sarf ediyor, alnı ve kaşlarının arası buruşuyordu. Çıplak omuzlarının titrediğini görünce yorganı çektim, sırtına sardım ve kaymasın diye elimle tuttum.
Gözlerini açtı. Şaşkın şaşkın gülümseyerek: “İşte böyle… Sen de gülüyorsun değil mi?..” dedi, sonra sözüne devam edemeyerek odanın bir köşesine bakmaya başladı.
Saçları alnına dökülmüştü. Yandan vuran elektrik ışığı kirpiklerinin gölgesini burnunun üst tarafına düşürüyordu. Alt dudağı hafif hafif ürperiyordu. Yüzü bu anda tablodakinden de, Arpie Madonnası’ndan da güzeldi. Yorganı tutan kolumla onu kendime doğru çektim. Vücudunun titrediğini hissettim. Kesik kesik nefes alarak: “Tabii… Tabii!” dedi. “Tabii sizi seviyorum. Hem çok seviyorum… Başka türlü olmasına imkân var mı?.. Herhalde seviyorum… Muhakkak seviyorum. Fakat neden şaşırıyorsunuz? Başka türlü olacağını mı zannediyordunuz? Beni ne kadar çok sevdiğinizi anlıyorum… Ben de sizi şüphesiz o kadar çok seviyorum… “
Başımı kendisine doğru çekti ve bütün yüzümü ateş gibi buselere boğdu.
Sabahleyin uyandığım zaman onun derin ve muntazam nefeslerini duydum. Kolunu başının altına koymuş, bana arkasını dönmüş, uyuyordu. Saçları beyaz yastığa dalga dalga serilmişti. Ağzı bir parça aralıktı ve dudaklarının kenarında gayet ince tüyler vardı. Nefes aldıkça burnunun kanatları kımıldıyor, ağzının üzerine dökülen birkaç tel saç havalanıyor ve tekrar düşüyordu. Başımı yastığa bıraktım, gözlerimi tavana dikerek beklemeye başladım. İçimde bir sabırsızlık vardı. Uyandığı zaman bana nasıl bakacağını, bana neler söyleyeceğini merak ediyor, fakat, sebebini bilmeden, uyanmasından korkuyordum. İçimde, gözlerimi açar açmaz bulmayı ümit ettiğim sükûn ve emniyet yoktu. Bunun sebebini bir türlü anlayamıyordum. Niçin hâlâ, hakkında verilecek hükmü bekleyen bir maznun gibi, içim titriyordu? Ondan daha ne isteyebilirdim? Daha ne bekliyordum? Bütün arzularım son haddine kadar yerine gelmiş değil miydi?

İçimde boş kalan bir taraf bulunduğunu ve bu boşluğun bana adeta maddi bir eziklik verdiğini hissediyordum. Bir şey noksandı, fakat bu neydi? Evden çıktıktan sonra bir şey unuttuğunu fark ederek duraklayan, fakat unuttuğunun ne olduğunu bir türlü bulamayarak hafızasını ve ceplerini araştıran, nihayet, ümidini kesince, aklı geride, ileri gitmek istemeyen adımlarla yoluna devam eden bir insan gibi üzüntülüydüm.
Bir müddetten beri Maria’nın muntazam nefes alışının kesildiğini fark ettim. Yavaşça başımı kaldırıp baktım. Gözlerini belli olmayan bir noktaya dikmiş, bakıyordu. Hiç kımıldamamış, yüzüne dökülen saçlarını bile çekmemişti. Benim kendisini seyrettiğimi bildiği halde başını çevirmeden o meçhul yere bakmakta devam etti. Gözlerini kırpmıyordu. Epey zamandan beri uyanık olduğunu anladım ve içimdeki endişelerin birdenbire büyüdüğünü, göğsümü adeta görünmez bir çemberin sarıp sıktığını hissettim.
Bütün bu manasız hislerin, yersiz korkuların şu anda hiç lüzumu olmadığını, hayatımın en aydınlık gününü vehimler ve fena sezişlerle karartmanın sebepsizliğini düşündükçe büsbütün canım sıkılıyordu. Başını çevirmeden sordu: “Uyandınız mı?”
“Evet!.. Siz uyanalı çok oldu mu?” “Biraz evvel!” Sesi bana tekrar cesaret verdi. Uzun zamandan beri kulaklarımın en tatlı aşinası olan ve bende yalnız iyi hatıralar uyandıran bu ses, birdenbire çıkıp gelen güvenilecek bir dost gibi, içime ferahlık getirmişti. Fakat bu tesir ancak bir gün sürdü. Bana “Uyandınız mı?” demişti. Gerçi son günlerde birbirimize rastgele bazan sen, bazan siz diye hitap ediyorduk. Fakat bu gecenin sabahında bana böyle mi demeliydi?
Belki hâlâ uykusu açılmamıştı.
Yatakta bana doğru döndü. Gülümsüyordu. Fakat bu, onun her zamanki içten, yakın tebessümü değildi. Daha ziyade Atlantik’teki müşterilere karşı sarf ettiklerine benziyordu. “Kalkmıyor musun?” dedi.
“Kalkacağım!.. Sen?”
“Bilmem… Kendimi pek o kadar iyi hissetmiyorum. Biraz kırgınlığım var… Belki de içkiden… Sırtım da ağrıyor…
“Belki de dün akşam üşüdün!” dedim. “Çırılçıplak sokaklara uğrayacak ne vardı?”
Omuzlarını silkti ve tekrar arkasını döndü.
Kalktım, yüzümü yıkadım ve çarçabuk giyindim. Onun beni, yattığı yerden göz ucuyla takip ettiğini sezmiştim.
Odanın içinde sıkıntılı bir hava vardı. Aklımca nükte yapmak istedim: “İkimize de bir sessizlik çöktü… Ne oluyoruz? Sahiden evlenmiş insanlar gibi birbirimizden sıkılmaya mı başladık?” Ne demek istediğimi anlamayan gözlerle yüzüme baktı. Daha çok sıkıldım ve sustum. Sonra yatağa doğru sokuldum: Onu okşamak, aramızdaki buzları, daha ziyade kuvvetlenmeden kırmak istiyordum. O da doğruldu, ayaklarını aşağıya salladı ve sırtına ince bir hırka aldı. Hâlâ yüzüme bakmakta devam ediyordu. Halinde daha ziyade yaklaşmama mâni olan bir şey vardı. Nihayet gayet sakin bir sesle: “Neden sıkılıyorsun?” dedi. Soluk yüzünü birdenbire, o zamana kadar hiç görmediğim bir pembelik kapladı. Göğsü ağır ağır kalkıp inerek devam etti:
“Daha ne istiyorsun? Başka bir şey isteyebilir misin?.. Ama ben istiyorum… Birçok şeyler istiyorum ve hiçbirini elde edemiyorum… Her çareye başvurdum; fayda yok… Sen artık memnun olabilirsin! Ama ben ne yapayım?”
Başı önüne düştü. Kolları cansız gibi aşağıya sarktı. Çıplak ayaklarının uçları halıya dokunuyordu. Başparmağını yukarı doğru kaldırıyor, diğer parmaklarını aşağıya kıvırıyordu.
Bir iskemle çekerek karşısına oturdum. Ellerini yakaladım. En kıymetli hazinesini, hayatının sebebini kaybetmek üzere olan bir insan gibi, sesim heyecandan titreyerek:
“Maria” dedim. “Maria! Benim Kürk Mantolu Madonnam! Birdenbire ne oldu? Sana ne yaptım? Hiçbir şey istemeyeceğimi vaat etmiştim. Sözümü tutmadım mı?
Birbirimize her zamandan ziyade yakın olmamız lazım gelen bu anda neler söylüyorsun?”
Başım sallayarak:
“Hayır dostum, hayır!” dedi, “Birbirimize her zamandan ziyade uzağız! Çünkü artık bir ümidim yok. Bu sondu… Bir defa da bunu tecrübe edeyim dedim. Belki bu noksandı, diye düşündüm. Ama değil… İçimde hep o boşluk var… Daha da büyümüş olarak… Ne yapalım? Kabahat sende değil… Sana âşık değilim. Halbuki dünyada sana âşık olmam icap ettiğini, sana da âşık olmadıktan sonra hiç kimseyi sevemeyeceğimi, bütün ümitlerimi terk etmek lazım geleceğini gayet iyi biliyorum… Fakat elimde değil… Demek ki, ben böyleyim… Bunu olduğu gibi kabul etmekten başka çare yok… Ne kadar isterdim… Başka türlü olmayı ne kadar isterdim… Raif… Benim iyi kalpli dostum… Başka türlü olmayı senin kadar, hatta senden çok istediğime emin ol… Ne yapayım? Ağzımda dün akşamki içkilerin burukluğundan, sırtımda gittikçe artan ağrılardan başka hiçbir şey hissetmiyorum.” Bir müddet sustu. Gözlerini kapadı. Yüzüne tatlı bir yumuşaklık geldi. Çocukluğuna ait bir masal söylermiş kadar tatlı bir sesle: “Dün akşam, hele buraya geldikten sonra, bir an neler ümit etmiştim… Sihirli bir el tarafından tamamen değiştirileceğimi, ruhumda, küçük kız çocukları gibi masum, fakat aynı zamanda bütün hayatımı kavrayacak kadar kuvvetli heyecanlar duyacağımı, bu sabah uykudan, başka bir dünyaya doğar gibi uyanacağımı sanmıştım. Fakat hakikat ne kadar başka… Hava her zamanki gibi kapalı; odam soğuk… Yaramda, her şeye rağmen bana yabancı, bütün yakınlığına rağmen benden ayrı, benden başka bir insan… Adalelerimde yorgunluk ve başımda ağrı…” Tekrar yatağına girerek, arka üstü uzandı. Eliyle gözlerini kapadı ve devam etti:
“Demek ki insanlar birbirine ancak muayyen bir hadde kadar yaklaşabiliyorlar ve ondan sonra, daha fazla sokulmak için atılan her adım daha çok uzaklaştırıyor. Seninle aramızdaki yakınlaşmanın bir hududu, bir sonu olmamasını ne kadar isterdim.
Beni asıl, bu ümidin boşa çıkması üzüyor… Bundan sonra kendimizi aldatmaya lüzum yok… Artık eskisi gibi apaçık konuşamayız… Bunları ne diye, neyin uğrunda feda ettik? Hiç!.. Mevcut olmayan bir şeye malik olalım derken mevcut olanları kaybettik… Her şey bitti mi? Zannetmem. İkimizin de çocuk olmadığımızı biliyorum. Yalnız bir müddet dinlenmek ve birbirimizden uzak kalmak lazım. Ta birbirimizi tekrar görmek ihtiyacını şiddetle duyuncaya kadar… Haydi artık Raif. Bu an gelince ben seni ararım; belki tekrar dost olur ve bu sefer daha akıllı davranırız. Birbirimizden, verebileceğimizden fazla şeyler beklemeyiz ve istemeyiz… Haydi artık git… O kadar yalnız kalmak istiyorum ki… ” Elini gözlerinden çekmişti. Yüzüme adeta yalvararak bakıyordu, kolunu uzattı. Parmaklarının ucundan tuttum ve: “Allahaısmarladık” dedim.
“Hayır, hayır böyle olmaz… Bana darılarak gidiyorsunuz… Ben size ne yaptım?” diye bağırdı.
Sakin olmak için müthiş bir gayret sarf ederek : “Dargın değilim, müteessirim!” dedim.
“Ben müteessir değil miyim? Beni görmüyor musun?.. Böyle gitme…
Gel!.. “
Başımı göğsüne doğru çekerek saçlarımı okşadı. Yanağını yüzüme sürdü:
“Bana bir kere gül ve ondan sonra git!” dedi. Güldüm ve elimi yüzüme kapatarak dışarı fırladım. Sokakta rastgele yürümeye başladım. Ortalık tenha, dükkânların çoğu kapalıydı. Cenup istikametinde gidiyordum. Yanımdan, buğulu camlarıyla tramvaylar, omnibüsler geçiyordu. Yürüdüm… Kararmış yüzlü evler, parke kaldırımlar başladı… Yoluma devam ettim… Terlediğim için paltomun önünü açtım. Şehrin sonuna gelmiştim. Gene yürüdüm… Demiryolu köprülerinin altından, buz tutmuş kanalların üstünden yürüdüm… Hep yürüdüm. Saatlerce yürüdüm. Hiçbir şey düşünmüyordum. Soğuktan gözlerimi kırpıyor ve koşar gibi hızlı adımlarla ilerliyordum. İki tarafımda muntazam dikilmiş çam ormanları vardı. Ara sıra dallardan yere pat diye kar parçaları düşüyordu. Yanımdan bisikletli insanlar ve uzaktan yerleri sarsarak bir tren geçiyordu. Yürüdüm… Sağ tarafta büyükçe bir göl ve üzerinde paten kayan bir kalabalık gördüm. Ağaçların arasına saparak o tarafa gittim. Ormanın her tarafında uzun, birbirine karışan kayak izleri vardı. Etrafı tel örgü ile çevrilmiş korularda minimini çam fidanları, üstlerine yüklenen karla, beyaz pelerinli çocuk gibi titreşiyorlardı. Uzakta iki katlı, ahşap bir kır gazinosu vardı. Gölün üzerinde kısa etekli kızlar ve paçaları bağlı delikanlılar hiç durmadan kayıyorlardı. Ayaklarının birini havaya kaldırıyorlar, oldukları yerde dönüyorlar, el ele tutuşup ilerdeki bir burnun arkasına doğru uzaklaşıyorlardı. Kızların renkli boyun atkıları ve erkeklerin sarı saçları rüzgârdan uçuyor, vücutları muntazam hareketlerle sağa sola kıvrılıyor, her adımlarında boyları bir uzanıyor, bir kısalıyor gibi görünüyordu.

Sabahattin Ali
Kürk Mantolu Madonna

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz