“Hiçbir şey her şey demektir! Güçlenmek istiyorsan, önce köklerini hiçliğin derinlerine gömmeli ve en yalnız yalnızlığınla yüz yüze gelmeyi öğrenmelisin.”
Birden aklına yeni bir düşünce geldi. Yalnızca Eva ile Bertha’nın yaşamı değil, Mathilde’nin yaşamı da sürüp gidecekti, o da Breuer’siz varlığını sürdürebilirdi; bir gün gelecek o da bir başkasına ilgi duyacaktı. Mathilde, onun Mathilde’si başka bir adamla; bu acıya dayanmak çok güçtü. Birden yaşlar döküldü gözlerinden. Başını kaldırıp bavulunu koyduğu yere baktı. İşte orada, kolayca erişebileceği bir yerde duruyordu; gümüş sapı, adeta onu almasını bekliyordu. Evet, bu sefer ne yapacağını çok iyi biliyordu: O sapı kavra, bavulunu raftan aşağı indir, ilk istasyonda in, Viyana’ya giden ilk trene binip kendini Mathilde’nin üstüne at! Henüz çok geç sayılmazdı, onu kabul edecekti mutlaka.
Ama Nietzsche’nin o güçlü varlığının yolunu tıkadığını hissetti.
“Friedrich, her şeyi böyle nasıl bırakabilirim? Senin tavsiyeni dinlemekle ne kadar aptallık etmişim!”
“Sen daha benimle tanışmadan önce her şeyi bırakmıştın zaten Josef. İşte, ümitsiz olmanın sebebi buydu. Umut vaat eden o gencin arkasından ne kadar üzüldüğünü hatırlıyor musun?”
“Ama şu anda hiçbir şeyim yok.”
“Hiçbir şey her şey demektir! Güçlenmek istiyorsan, önce köklerini hiçliğin derinlerine gömmeli ve en yalnız yalnızlığınla yüz yüze gelmeyi öğrenmelisin.”
“Karım, ailem! Onları seviyorum. Onları nasıl terk ettim? İlk istasyonda ineceğim.”
“Yalnızca kendinden kaçıyorsun. Unutma ki her an tekrar tekrar yaşanacak bir andır. Bir düşün: Sonsuzlukta hep özgürlükten kaçıyor olmanın anlamını bir düşün!”
“Bana düşen bir ödev… “
“Tek ödevin kendin olmaktır. Güçlü ol: Yoksa, büyümek için hep başkalarını kullanmak zorunda kalırsın.”
“Ama Mathilde. Ettiğim yeminler! Ona karşı ödevim… “
“Ödev, ödev! Küçük erdemlerle kendini yok ediyorsun. Kötü olmayı öğren. Eski yaşamının küllerinden yeni bir benlik kur.”
İtalya’ya varana kadar, Nietzcshe’nin şu sözleri kulaklarında yankılanmıştı. “Ebedi yineleme.”
“Varlığın ebedi kum saati sürekli baş aşağı çevriliyor, tekrar tekrar.”
“Bu düşüncenin sana sahip olmasına izin ver, o zaman ben de senin ebediyen değişeceğine söz veririm.”
“Bu fikirden hoşlanıyor musun, yoksa nefret mi ediyorsun?”
“Bu fikirden hoşlanacağın bir yaşamı yaşa.”
“Bir bahiste Nietzsche’nin tuttuğu taraf.”
“Yaşamını tamamla.”
“Doğru zamanda öl.”
“İnançlarını değiştirme cesareti.”
“Bu yaşam, senin ebedi yaşamındır.”
Her şey, iki ay önce Venedik’te başlamıştı. Şimdi rotayı yine gondollar şehrine çevirmişti. Tren İsviçre-İtalya sınırını geçerken kulağına İtalyanca konuşmalar gelmeye başladı. Az sonra Breuer’in düşünceleri sonsuzluk olasılığından yarının gerçekliğine kaydı.
Tren Venedik’e varınca nereye gidecekti? Yarın ne yapacaktı? Bu geceyi nerede geçirecekti? Peki yarından sonraki günler ne yapacaktı? Zamanını nasıl geçirecekti? Nietzsche ne yapmıştı? Hasta olmadığı zamanlar yürür, düşünür ve yazardı. Ama bu onun tarzıydı. Nasıl?..
Breuer, ilk yapması gerekenin kendine bir iş bulmak olduğunu biliyordu. Cüzdanındaki para onu ancak bir iki hafta idare ederdi: Max, ondan aldığı yönergeyle her ay küçük bir meblağ gönderecekti. Tabii doktorluk yapmaya devam edebilirdi. Eski öğrencilerinden en az üç tanesi Venedik’te tıpla ilgili işler yapıyordu. Tıpla ilgili bir konuda çalışmakta güçlük çekmeyeceği kesindi. Dil konusu da ona sorun olmazdı: İyi bir kulağı vardı; biraz İngilizce, Fransızca ve İspanyolca biliyordu; İtalyancayı çabucak kapardı. Ama Viyana’daki yaşamın aynısını Venedik’te tekrarlamak için mi bu kadar şeyi feda etmişti? Hayır, o yaşam arkasında kalmıştı artık.
Belki de bir lokantada çalışırdı. Annesinin ölümü ve anneannesinin elinden bir şey gelmemesi yüzünden kendi kendisine yemek pişirmeyi öğrenmiş, yıllarca sofraya konacak yemeklerin hazırlanmasına yardım etmişti. Mathilde onu azarlayıp mutfaktan kovmasına rağmen, karısı yokken mutfağa girer, ne yapıldığına bakar ve talimatlar verirdi. Evet, bu konuyu düşündükçe, lokantada çalışma fikri ona daha cazip gelmeye başladı. Yalnızca işi idare etmek ve kasaya geçmek değildi istediği: Yiyeceklere dokunmak, hazırlamak ve servisini yapmak istiyordu.
Venedik’e geç bir saatte geldi ve yine geceyi istasyondaki bir otelde geçirdi. Sabah olunca şehir merkezine giden bir gondola binip saatlerce yürüdü, düşündü. Orada yaşayan Venedikliler dönüp dönüp ona bakıyorlardı. Bir mağazanın vitrininde görüntüsüne bakınca Venediklilerin dikkatini çeken şeyin ne olduğunu anladı: Uzun sakal, şapka, palto, takım elbise, kravat; hepsi de ürkütücü siyah renkte. Yabancı olduğu belliydi, hem de yaşlanmaya yüz tutmuş tam bir varlıklı, Viyanalı Yahudi doktor! Dün gece tren istasyonundayken bir grup fahişenin müşteri aradığını görmüştü. Hiçbiri onun yanına bile yaklaşmamıştı, nedeni belli! Bu sakal ve cenaze kıyafetinden kurtulması gerekiyordu.
Yavaş yavaş kafasında bir plan şekillenmeye başladı: Önce berbere sonra da işçi sınıfının gittiği bir konfeksiyon mağazasına gidecekti. Sonra da İtalyanca öğrenmek için yoğun bir ders alacaktı. Belki de iki üç hafta sonra lokanta işini araştırmaya başlayabilirdi. Venedik’in, bir Avusturyalının ya da bir Avusturya Yahudisinin açacağı iyi bir lokantaya ihtiyacı vardı, yürürken birkaç sinagoga rastlamıştı.
Berberin mat renkli usturası yüzünde bir aşağı bir yukarı gezinmeye başladı; yirmi bir yıllık sakalı artık tarihe karışıyordu. Ustura, bazen girdiği yeri tertemiz edip çıkıyor, bazen de kısa kumral kılların dipleri kendini göstermekte direniyordu. Berber çok aksi ve sabırsız bir adamdı. “Adam haklı,” diye düşündü Breuer. Bu kadar uzun sakal için altmış liret çok azdı. Biraz yavaşlamasını istediğini gösteren bir işaret yaparak elini cebine sokup daha nazik tıraş etmesi için ona iki yüz liret daha uzattı.
Yirmi dakika sonra, berberin çatlamış aynasına baktığında, kendi yüzünün aldığı görünüm karşısında içi burkuldu. Sakallarının gölgesi altında, yüzünün zamanla girdiği savaştan nasıl yıpranmış bir halde çıktığını fark etmemişti. Şimdi karşısında bütün çıplaklığıyla duran yüzünün ne kadar yorgun ve yaralı olduğunu görebiliyordu. Bir tek alnı ve kaşları değişmeden kalmış, yüzünün yıllara yenilerek gevşemiş derisini taşımaya çalışıyordu. Burun deliklerinin her iki tarafından dudaklarına doğru ilerleyen iki dev yarık oluşmuştu. Gözlerinden aşağıya doğru bir sürü küçük çizgi iniyordu. Boynunun üzerindeki gerdanı bir hindi gibi kat kat olmuştu. Ya çenesi, o çelimsiz ve şu anda daha da sıska görünen çenesinin utanç verici halini, sarkık ve nemli alt dudağından başlayan sakalının gizlediğini nasıl da unutmuştu!
Konfeksiyon mağazasına doğru giderken, yoldan geçenlerin ne tür giysiler giydiğine bakıp kalın, kısa bir denizci parkasıyla, sağlam çizmeler ve bir de kalın çizgili kazak almaya karar verdi. Ama gördüğü herkes ondan daha gençti. Peki yaşlılar nasıl giyiniyorlardı? Hem, bu kentin yaşlıları neredeydiler? Herkes öyle genç görünüyordu ki. Kiminle arkadaşlık kuracaktı? Kadınlarla nasıl tanışacaktı? Belki lokantadaki bir garson kız ya da İtalyanca öğretmeniyle arkadaşlık kurabilirdi. Ama, diye düşündü, ben başka bir kadın istemiyorum! Mathilde gibisini asla bulamam. Onu seviyorum. Bu çılgınlık. Onu nasıl terk ettim? Her şeye yeniden başlamak için artık çok geç.
Irvin D. Yalom
Nietzsche Ağladığında