Edebiyatta yabancılaşma ve yabancılaştırma

‘İnsan yalnızlığı’nın, onun kendisine ve çevresine ‘yabancılaşması’nın 20. yüzyılın ana gerçeklerinden ve çağ edebiyatının da başat motiflerinden olduğunu söylediğimde, dinleyenlerden biri “ben yalnız değilim ki” demişti, “üstelik çevremle aramda bir kopukluk da yok”. Bunu söyleyen, dünya ve kendisiyle ilgili sorunlarını çözümlemiş bir yaşam bilgesi olabilirdi ancak ya da henüz diplerde kulaç atmayı öğrenememiş bir yeniyetme…
‘Ruh’ ve ‘madde’ bireşimi bir yapıya sahip olan insan, yapısını oluşturan bu iki ana özelliğin uçlarında dolaşarak yaşamda deneyim kazanır, ruhla madde arasındaki gel-git’le biçimlenir. Kimi kez maddeyi dorukta deneyimler, kimi kez ise iç dünyanın dipsizliğinde, kendini, dünyayı, evreni, insanı ve onun bu dünyadaki yaşam amacını sorgular. O dipsiz derinlikte uzun süre kalmayı başarabilen insan ise, -moda deyişle- ‘yükselen değerler’le biçimlenmiş bu dünyayı artarak ‘yabancılaşan’ bakışlarla izler.
Tüm değerlerin ayak altına alındığı bir dünyadır bu; Nietzsche’nin, içinde “Tanrı’nın öldüğünü”söylediği türde bir dünya… ‘Para’nın, markalı tüketimin, ‘süperlüks’ Mercedeslerin, koltuğun, prestijin, gücün tanrılaştığı, hırsızlarla katillerin kahramanlaştığı bir dünya… Derinlerde yüzen ve orada tüm bozulmamışlığıyla insansal erdemlere rastlayan kişi ise, böyle bir dünyanın insanı olmadığının bilincindedir. Çünkü onun Tanrısı madde değildir; onun için ’emek’tir kutsal olan, -kulağa artık çok ‘naif’ geliyor olsa da- kimsenin hakkını yememektir, dürüstlüktür, özveridir ve sevgidir… Böyle bir insan, içinde yaşadığı dünyaya ‘yabancılaşmıştır’. Geniş anlamıyla bir ‘aydın’dır bu insan; özellikle bizimki gibi gelişmekte olan toplumlarda, kendine karşıt-değerler üzerine kurulu bir ada yaratmıştır ve tüm yozlukların ortasında, ‘yükselen değerler’e ayak uydurmaksızın yaşamaya çalışmaktadır oluşturduğu bu adasında.

Başlangıçtan bu yana edebiyat, toplumdaki geçerli yaşam biçimini ‘yabancı’ bir bakışla izleyen, ona ‘yabancılaşmış’ bu aykırı insanın öyküsünü anlatır bize. İlahi Komedya’da cehennemin katmanları arasında dolaşan Dante, yoz bir toplumun insanlarının karanlık eylemleriyle dokur metnini. 14. yüzyıl İtalyası’nın ‘yabancılaşmış’ insanıdır Dante; yalnızdır, dış dünyayla örtüşmekte zorlanmaktadır. 18. yüzyılda Goethe’nin Genç Werther’i, kalıplaşmış değer ölçütleriyle biçimlenmiş burjuva toplumunda, üstü küllenmeye başlayan bir insan özelliğini, ‘duygu’yu dorukta yaşayabildiği için bir ‘yabancı’ madde gibi algılanır çevresi tarafından. Toplumdaki gidişe yabancılaşan, ona ayak uyduramayan ve ‘özü’nü yaşamak isteyen insanın çığlıklarıyla doludur Goethe’nin Werther romanı.

İnsanın uygarlaşmasının tarihi, bir bağlamda da onun kendisine ve ‘öz’ünde barındırdığı değerlere yabancılaşmasının tarihidir. İnsan bilimde ilerleyip kendi yararı doğrultusunda doğayı değiştirmeye başladığından bu yana, kendi öz-doğasından da adım adım uzaklaşmayı, ona ‘yabancılaşmayı’ sürdürmüştür. Teknolojik uygarlaşmanın doruğu olan 20. yüzyılın insanı, hem betonlaşmış yapay bir dünyada gerçek yerküre doğasına hem de maddesel değer ölçütlerinin sarmalında gerçek insan doğasına yabancılaşmıştır. O artık ruh ve madde bütünlüğü içinde yaşayan ‘gerçek insan’ değildir. Çağımız edebiyatı bir süredir onu bir insan karikatürü olarak yansıtmaktadır metinlerinde; edebiyat bilimi terimiyle o bir ‘anti-kahraman’dır artık.

Kafka’nın ve Beckett’in insanları ‘grotesk’ özelliklerle dolaşırlar metnin içinde. ‘Korku’, ‘yalnızlık’ ve ‘umarsızlık’ yeni edebiyatın insanını biçimlendiren ana öğelerdir. Kendisine de, çevresine de yabancılaşmış bu insanı, dış görünüşünde de yabancılaştırır Kafka: Modernizmin bu büyük ustası onu bir böceğe çevirir Değişim adlı anlatısında. 20. yüzyıl insanının geçirdiği tinsel mutasyon, edebiyat düzleminde insanın böceğe dönüşmesiyle somutluk kazanır. Beckett ise tinsel düzlemde yaşanan bu geri gidişi; sakat, felçli, grotesk görünümlü insanlarıyla edebiyat düzlemine taşır. İndirgenmiş insanı anlatır Beckett; boyutlarından birini, tinsel olanı yitirmiş insandır bu; Marcuse’nin “tek boyutlu insan” diye nitelendirdiği canlıdır… Bu insan, maddeler evreninde çırılçıplak kalmıştır, yalnızdır, kendisine de çevresine de yabancıdır.

İsviçreli yazar Max Frisch’in dilimize Çarpık Sevda adıyla çevrilen Homo Faber başlıklı romanının ana kişisi teknik adam Walter Faber duygularını yaşayamaz, onlara yabancılaşmıştır; bir teknolojik aygıt gibidir; bir tür yarı robot… Ölümcül bir hastalığa yakalandığında mistik duygulara kapılmaz, istatistiksel düzlemde kurtulma olasılığını saptamaya çalışır. Doğa onu ürkütür; yaşam teknoloji demektir onun için. Bir gemi gezisinde inanılmaz güzellikteki günbatımını, o an doğrudan doğruya yaşamak yerine, çağımızın çoğu insanı gibi kamerayla filme alır Faber; daha sonra açıp izlemek için ‘konserve’ eder doğayı. Yaşamı TV/medya aracılığıyla ikinci elden yaşayan yüzyıl sonu insanının öncülerindendir Walter Faber.

Türk edebiyatında ise Oğuz Atay, dış dünyada ‘tutunamamak’la özdeşleştirir ‘yabancılaşmayı’. Modern romanın ülkemizdeki öncüsü Tutunamayanlar’da, roman kişisi Selim, “küçük ihtiras oyunlarına, açgözlülüklere, rekabetlere, dedikodulara, birbirine çelme atmalara” (1984, s. 75) ‘yabancı’dır, böyle bir dünyada soluk almayı bilmez o; “bana yaşamasını öğretmediler” der. Tutunamayanlar tümüyle bir yabancılaşmanın romanıdır, erdemli tinselliğin, yozlaşmış maddeselliğe yabancılaşmasının öyküsünü içerir. Türk edebiyatında Yusuf Atılgan, Ferit Edgü, Bilge Karasu ve Orhan Pamuk’un ürünleri bu tür bir yabancılaşmanın farklı örneklerini motif düzlemine taşırlar.

İnsana yabancı bir dış dünyanın belki de çağ edebiyatındaki en çarpıcı yansımaları, Elias Canetti’nin Körleşme romanında görülür. Tümüyle maddeye bağımlı bu çarpık ilişkiler dünyasında ‘insan’ artık bireyselliğini yitirir, tek bir organizmaymış gibi devinen ‘kitle canavarı’nın bir hücresini oluşturur yalnızca. Fransız ‘nouveau’ romancıları ve onların özelliklerini uca taşıyan postmodernistler duygudan yalıtılmış bu nesneler dünyasını tüm yabancılığıyla edebiyat düzlemine taşırlar. Büyüteç işlevi gören kimi edebiyat tekniklerinin yardımıyla iyice belirginleşen bu içi boş dünya, çoğu kez okurun tepkisini çeker: “Bu kadar da değildir artık! İnsanın erdemlerini ve yaşamın anlamını böylesine yitirmiş olması olası mıdır?”

İnsanın yabancılaşması çağcıl edebiyatın ana sorunsalıdır. 20. yüzyıl edebiyatı, çok katmanlı bir yabancılaşmalar evrenini resimler bize; insan-toplum, insan-doğa, insan-tinsellik arasında yaşanan bu kopuşu ya da ruh-madde, akıl-duygu boyutları arasında oluşan aşılmaz ‘yabancılaşma’ uçurumunu metnin ana izleği yapar. Bu izleğin ‘biçimlendirilmesi’ aşamasında ise, yine aynı kökenli bir başka sözcük bu kez ‘yapı/kurgu/dil’ düzleminde bir üst kavram olarak yer alır: ‘Yabancılaştırma’. İçerikte ‘yabancılaşan’ insanı odak alan bu edebiyatın, biçimdeki ana sorunsalı ise ‘yabancılaştırma’dır.

20. yüzyıl edebiyatı, gerçeği doğrudan yansıtmaz; onu farklı bir mercekten geçirerek kırar, ölçütlerini değiştirir, büker, çarpıtır. Kimi kez Batılının içinde yaşadığı sistemi Çin’e taşır, ona gerçeğini ‘yabancı’ bir ülkenin koşullarında, Shen Te’nin dünyasında yaşatır, Brecht gibi; kimi kez bireyin sisteme yabancılaşmasını, Dava’nın labirenti andıran koridorlarının metaforik yapısında ya da Şato’nun sonu olmayan imgesel yollarında biçim düzlemine taşır, Kafka gibi; kimi kez yontucu Giacometti’nin ayrıntıdan bütünüyle arındırılmış ‘çöp adam’ları gibi verir gerçeği, minimal sanatın uçlarında dolaşarak yalnızca biçimin büyüsüne kapılır, yazıyı imlere dönüştürmeyi dener, Ferit Edgü gibi…

Çağcıl edebiyatın biçim anlayışının odağında yer alır ‘yabancılaştırma’ öğesi: Brecht tiyatrosunun bu ana terimi, çağdaş anlatı edebiyatının da ana biçim öğesidir. Gerçeği teke tek yansıtmak yerine onu farklı biçim kılıfları aracılığıyla, okura ‘yabancı’ boyutlara taşır çağ yazarı; onu ‘yabancılaştırır’. Yüzyılın ilk yarısında bu teknikle amaçlanan, içinde yaşadığımız dünyanın/sistemin/gerçeğin üstüne serilmiş alışkanlık perdesini kaldırmak; insanın, içinde yaşadığı gerçeğin ‘öz’ünü farklı bir açıdan tüm çıplaklığıyla görmesini sağlamaktı. Bir anlam arayışıyla ve -her şeye karşın- eğitsel bir amaçla iç içeydi ilk onyılların ‘yabancılaştırma etmeni’.

Okurun alışkın olduğu için ‘göremediği’ gerçekleri yabancılaştırmak amacıyla her türlü biçimsel aracı dener modernist yazar. Kimi yerde ise yazarın amacı, kendisinin de anlamakta zorlandığı bu ‘yabancı’ gerçeğin konturlarını biçim aracılığıyla belirsizleştirmek, onu satır arasına itmek, yoruma açık kılmaktır. İçinde yaşadığımız yüzyılın sonlarına doğru ise ‘postmodern’ sanatçı, artık kendisine tümüyle yabancılaşan gerçekle uğraşmak yerine, daha fazla ‘biçim’le haşır neşir olacak, ‘yabancılaştırma etmeni’ni o uçup gitmekte olan anlamı yakalamak ya da anlamsızlığı yansıtmak için kullanmayacaktır. Yüzyıl sonu yazarlarında metnin yabancılaştırılması, çoğunlukla biçim arayışının doğal bir sonucu olarak ortaya çıkar.

Dış gerçekle örtüşmeyen, somut yaşamı yansıtmayan yeni bir ‘gerçekçilik’ anlayışının biçim tekniğidir yabancılaştırma. Çağcıl edebiyatın estetik amacı, dış gerçeği ‘birebir’ kopya etmek değil, onu yeniden kurmaktır, çünkü gerçeği birebir kopyalamak için, her şeyden önce birebir algılanabilecek bir gerçeğin bulunması gerekir. Hâlâ böyle bir gerçeği algılıyormuşcasına dünyayı teke tek yansıtmaya çalışan ve onu bir önceki yüzyılın estetik ölçütleriyle ‘öykülemeyi’ sürdüren yazar ise yalnızca bir ‘ardıl’dır; sanatın özünde yatan estetik gerçeği kavrayamamıştır: Sanat sürekli bir yenilenmeler zinciridir, her halkası bir diğerini yadsıyan ama yine de bir öncekinin içinden geçen. Fransız ‘nouveau’ romanının öncüsü Alain Robbet-Grillet, çağın biçim tekniği ‘yabancılaştırma’yı kullanmadan, gerçeği geleneksel mimesis estetiği ölçütleri içinde doğrudan ‘yansıtarak’ öyküleyen yaklaşımla ilgili saptamasında sert bir dil kullanır: “Stendhal gibi yazıyor diye genç yazarı övmek, çifte namussuzluk olur. Çünkü böylesi bir ustalık hem hayran olunmaya değmez hem de sanıldığı kadar olanaksız değildir: Stendhal gibi yazmak için her şeyden önce, 1830’da yazmak gerekir” (Yeni Roman, 1989, s. 32).

Oysa geçmiş yüzyıllardan günümüze uzanan estetik ve düşünsel alışkanlıklar, çağ gerçeğini yansıtmak için yeterli değildir. Yabancılaştırma estetiği ise, bir önceki yüzyılın dengeli, uyumlu, determinist, ‘mantıklı’ dünya görüşünün ve estetik anlayışının odağına yerleştirilmiş bir bomba etkisi içerir; görünür gerçeği deforme eder, groteskleştirir, abartır, sinikleştirir, absürd kılar, parodi düzleminde onunla eğlenir. Çoğu kez itici, ürkütücü, ‘yabancı’, rahatsız edici bir gerçekliktir ortaya çıkan; geleneksel estetiğe alışmış okuru, yeni edebiyata karşı çıkmaya yönlendiren türde bir gerçeklik.

Okurun yeni edebiyatla arasını açan işte bu çift boğumlu ‘yabancılaşma’dır. Boğumlardan birincisi, insana tümüyle yabancılaşmış bir ‘dış dünya’ ve ona uyum sağlamak için mutasyona uğrayarak özüne yabancılaşan, özellikle teknoloji toplumlarında bir tür ‘cyborg’a dönüşen insanoğludur. İkinci boğum ise, bu son derece grotesk, rahatsız edici gerçeği tüm çıplaklığıyla edebiyat düzlemine taşıyan, onun üstündeki yanılsamayı yok eden ‘yabancılaştırma’ tekniğidir. Belki de çağcıl edebiyat, ‘gerçeği’ okurun katlanabileceğinin çok üstünde bir dozda sergilemektedir; Kafka, Beckett, Yusuf Atılgan ya da Canetti aracılığıyla, narkoz kullanmadan… Yeni edebiyat estetiğinin ‘gerçekçiliği’dir bu.

Edebiyatta yabancılaşma ve yabancılaştırma – Yıldız Ecevit

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz