Değişik Şiddet Biçimleri
Herhangi bir savaşın savunma amacıyla yapıldığı izlenimini vermeye çalışmak iki şeyi ortaya çıkarır. Bunların birincisi, en uygar ülkelerde bile insanların çoğunluğunun yaşamlarını, özgürlüklerini koruma amacı dışında ölmeye ve öldürmeye zorlanamadıklarıdır, ikincisi de milyonlarca insanı saldın tehlikesiyle karşı karşıya bulunduklarına, bu yüzden de 1939’da Hitler Silezya’da bir radyo istasyonuna sözde Polonyalı askerler tarafından düzenlenmiş gibi gösterilen (bunlar aslında SS’lerdi) yalancı bir saldın tertipletmek zorunda kalmıştı; amacı halkına saldırıya uğradığı sanısını vermek, böylece Polonya’ya karşı giriştiği haksız saldırıyı “haklı bir savaş” gibi göstermekti.
Bu yazıda şiddetin başka değişik türleri üzerinde durmak istiyorum; bunları ayrıntılı bir biçimde ele almayı düşündüğümden değil, şiddetin tehlikesiz belirtilerinin hastalıklı ve tehlikeli yıkıcılık biçimlerini anlamakta yardımcı olacağına inandığımdan. Şiddetin çeşitli türleri arasındaki ayırım, değişik, bilinçsiz dürtüler arasındaki ayırımdan doğar; çünkü bir davranışın kendisini, kökenini, izleyeceği yolu ve yüklendiği enerjiyi ancak o davranışın bilinçaltı dinamiklerini açıklayarak anlayabiliriz.
Şiddetin en normal ve hastalıksız biçimi oyunda ortaya çıkan şiddet’tir. Bu tür şiddet yıkıcılık ya da nefretten doğmayan, yıkım amacı gütmeyen hüner gösterilerinde ortaya çıkar. Bu oyunlu şiddetin çeşitli türleri ilkel kabilelerin savaş oyunlarından Zen Budistleri’nin kılıç oyunlarına dek pek çok örnekte görülebilir. Bu oyunların hiçbirinde amaç öldürmek değildir; oyun ölümle sonuçlanırsa bu, rakibin “yanlış yerde durmuş olmasından” doğar. Elbette şiddet oyunlarında yok etme isteğinin bulunmadığını söylemek ancak bu oyunların ideal biçimleri için geçerlidir. Aslında insan, oyunda yürütülen bu açık mantığın ardında gizlenmiş bilinçsiz saldırganlığı ve yıkıcılığı görebilir. Durum böyle olsa da bu tür şiddette asıl amaç, yok etmek değil, beceri göstermektir.
Uygulamada oyunlu şiddetten daha önemli olan şiddet türü tepkisel şiddet’tir. Tepkisel şiddetten —bir insanın kendisinin ya da başkasının— yaşamını, özgürlüğünü, onurunu ve malını korumak için kullandığı şiddeti anlıyoruz. Bu şiddet korkudan doğar; bu yüzden de belki en çok rastlanan şiddet biçimidir. Bu, gerçeklikten ya da evhamdan doğan bir korku, bilinçli ya da bilinçsiz bir korku olabilir. Bu tür şiddet ölümün değil yaşamın hizmetindedir; amacı da yıkım değil korumadır. Bu tür şiddet bütünüyle akıldışı tutkulardan değil, bir ölçüde akla uygun hesaplardan doğar; bundan dolayı amaçla araç arasında belli bir dengeyi gösterir. Daha yüksek bir ruhsal düzeyde öldürmenin —savunma amacıyla bile olsa— ahlaksal açıdan hiçbir biçimde doğru olmadığı öne sürülmüştür. Ama bu inancı paylaşanların çoğu yaşamı savunmak için kullanılan şiddetin, salt yıkmayı amaçlayan şiddetten ayrı nitelikte olduğunu da kabul ederler.
Tehdit edilme duygusu ve bunun yolaçtığı tepkisel şiddet çoğu zaman gerçeklikten değil insan zihninin bulandırılmasından doğar; siyasal ve dinsel önderler düşman tarafından tehdit edildiklerine inandırarak yandaşlarında tepkisel düşmanlıktan doğan öznel bir karşı-koyma duygusu yaratırlar. Bundan dolayı Roma Katolik Kilisesi gibi kapitalist ve komünist hükümetlerce de desteklenen haklı ve haksız savaşlar ayırımı çok kuşkulu bir ayırımdır; çünkü her iki taraf da kendini bir saldırıya karşı savunma yapıyormuş gibi göstermekte çoğu zaman başarılı olmuştur.2 Saldırgan savaşların savunma kılıfına bürün-mediği hemen hiç görülmemiştir. Haklı olarak hangi tarafın savunma nedeniyle savaşa girdiği sorusuna çoğu zaman savaşı kazananlar, bazen da çok uzun bir süre sonra nesnel tarihçiler karar verir. Herhangi bir savaşın savunma amacıyla yapıldığı izlenimini vermeye çalışmak iki şeyi ortaya çıkarır. Bunların birincisi, en uygar ülkelerde bile insanların çoğunluğunun yaşamlarını, özgürlüklerini koruma amacı dışında ölmeye ve öldürmeye zorlanamadıklarıdır, ikincisi de milyonlarca insanı saldın tehlikesiyle karşı karşıya bulunduklarına, bu yüzden de
1939’da Hitler Silezya’da bir radyo istasyonuna sözde Polonyalı askerler tarafından düzenlenmiş gibi gösterilen (bunlar aslında SS’lerdi) yalancı bir saldın tertipletmek zorunda kalmıştı; amacı halkına saldırıya uğradığı sanısını vermek, böylece Polonya’ya karşı giriştiği haksız saldırıyı “haklı bir savaş” gibi göstermekti.
Bu tür kandırılma insanların kendi başlarına, bağımsız olarak düşünüp duyamamalarından, halkın çoğunluğunun duygusal bakımdan siyasal önderlerine bağımlı olmalarından doğar. Bu tür bir bağımlılık olduğu sürece güç kullanarak ve kandırma yoluyla sunulan her şey gerçek olarak kabul edilecektir. Varsayılan bir tehdide inanmaktan doğan ruhsal sonuçlarla gerçek bir tehdidin yarattığı ruhsal etkiler elbette aynıdır, insanlar kendilerini tehdit altında duyarlar; kendilerini savunmak için de öldürmeye, yoketmeye hazırdırlar. Paranoya kuruntularından doğan öldürülme korkusunda da aynı mekanizma işler; ama burada söz konusu olan bir insan topluluğu değil tek bir bireydir. Her iki durumda da insanlar öznel olarak kendilerini tehlike içinde duyar, buna karşı saldırganlıkla tepkide bulunurlar.
Tepkisel şiddetin bir başka biçimi de engellemelerden doğan gerginlik’te ortaya çıkan şiddettir. Herhangi bir istekleri ya da gereksinmeleri engellendiği zaman hayvanlarda, çocuklarda ve erginlerde saldırgan davranışlar görürüz. Bu türden saldırgan davranışlar engellenen amaca şiddet kullanarak ulaşma yolunda çoğu zaman boşa çıkan girişimlerdir. Bunun yok etmek amacıyla değil, yaşamak amacıyla girişilen bir saldırganlık olduğu açıktır. Gereksinmelerin, isteklerin engellenmesi birçok toplumda bugüne dek süregeldiğine göre şiddetin ve saldırganlığın sürekli yaratılmasında, sergilenmesinde şaşılacak bir şey yoktur.
Engellemeden doğan saldırganlığa bağlı olan başka bir tür de gıpta ve kıskançlık’tan doğan düşmanlıktır. Hem gıpta hem de kıskançlık Ur tür gerginlik yaratır. Bunun nedeni A’nın istediği bir nesneye B’nin sa-hibolması ya da A’nın sevgisini özlediği bir kişinin B’yi sevmesidir. Kendisinin istediği ama sahibolamadığı şeylere sahibolan B’ye karşı A’da nefret ve düşmanlık doğar. Gıpta ve kıskançlık yalnızca A’nın istediklerine sahibolmamasmdan değil, aynı zamanda başka birinin o şeylere sahibolmasından doğan gerginliklerdir. Hiçbir suçu olmamasına karşın sevilmeyen Kabil’in kayınlan öz kardeşini öldürmesi, Yusuf la kardeşlerinin öyküleri kıskançlık ve gıptaya klâsik örneklerdir.
Ruhçözümlemesiyle ilgili yazı ve belgeler bu olgular üzerinde çok zengin klinik bilgilerle doludur.
Tepkisel şiddete benzer ama hastalığa ondan bir adım daha yakın başka bir şiddet türü de öç alıcı şiddet’ûr. Tepkisel şiddette temel amaç, tehdidin getirdiği zararı başka bir yöne çevirmektir; bu nedenle bu tür şiddet, yaşamı sürdürmek gibi, biyolojik bir işleve hizmet eder. Oysa öç alıcı şiddette zarar zaten verilmiş olduğundan şiddetin savunma işlevi ortada yoktur artık. Gerçekten yapılmış bir şeyi büyülü bir biçimde bozmak gibi akıldışı bir işlevi vardır. Öç alıcı şiddeti ilkel ve uygar topluluklarda olduğu gibi bireylerde de görebiliriz. Bu tür şiddetin akıldışı olma özelliğini çözümlerken biraz daha ileri gidebiliriz. Öç alma dürtüsü bir topluluğun ya da bireyin güçlülüğü ve yaratıcılığıyla ters orantılıdır. Güçsüzlerin, sakatların, zarar görerek yıkılmışlarsa, kendilerine saygılarını onarmak için başvurabilecekleri bir tek yol vardır: Lex talionis’e, “göze göz dişe diş” kuralına göre öç almak. Öte yandan yaratıcı biçimde yaşayan bir insan hiç de böyle bir gereksinme duymaz. Aşağılanmış, incinmiş olsa bile üretici yaşama süreci ona geçmişte gördüğü zararları unutturur. Üretme yeteneği, öç alma isteğine ağır basar. Bu çözümlemenin doğruluğu birey ve toplum çapındaki deneysel verilerle kolayca kanıtlanabilir. Ruhçözümleme belgeleri öç alma duygusuna karşı olgun ve üretici bir insanın bağımsız ve dolu yaşayamayan, tüm varlığını öç alma isteğine bağlayan nevrozlu kişiden daha az eğilimi olduğunu gösterir. Ağır ruh hastalıklarında öç alma duygusu yaşamın en yüce amacı olur; çünkü öç alma duygusu olmayınca yalnızca insanın kendine saygısı değil, benlik ve özdeşlik duygusu da yıkılmaya yüz tutar. Benzer biçimde (ekonomik, kültürel ya da duygusal açıdan) en geri topluluklarda öç alma duygusunun (örneğin geçmişteki ulusal bir yenilginin öcünü alma isteğinin) çok güçlü olduğunu görebiliriz. Bu yüzden sanayileşmiş ulusların en çok ezilen alt-orta sınıflan, ırksal ve ulusal duyguların odaklandığı, sınıflar oldukları gibi, öç alma duygularının da toplandığı sınıflardır. Öç alma duygularının yoğunluğuyla ekonomik ve kültürel yoksunluk arasındaki ilişki “yansıtıcı bir anket” (Bilinçaltına yönelik) aracılığıyla kolaylıkla saptanabilir. İlkel toplumlardaki öç alma duygulan belki daha da karmaşıktır, îlkel toplumlarda yoğun, giderek kurumlaşmış öç alma duygulan ve davranış biçimleri vardır: Bütün topluluk, üyelerinden birinin gördüğü zararın öcünü alma zorunluluğunu duyar. Burada iki etkenin belirleyici rol oynadığı düşünülebilir. Bunlardan birincisi yukarıda sözü edilen şu etkenle az çok aynıdır: îlkel topluluğu saran ve zararın onarılması için öç almayı zorunlu bir araç durumuna sokan ruhsal yoksunluk havası, ikinci etken olan narsisizm olgusu 4. Bölüm’ de enine boyuna tartışılmıştır. Burada şunu belirtmekle yetinelim: İçinde bulunduğu yoğun narsisizm yüzünden ilkel topluluğun kendi imgesine yapılan hakaret öylesine yıkıcıdır ki bu, doğal olarak çok büyük bir düşmanlık duygusu yaratır.
Öç alıcı şiddete yakından bağlı olan başka bir tür de çoğu zaman çocuğun yaşamında görülen ve inancın yıkılması’ndan doğan yıkıcılıktır. Burada “inancın yıkılmasıyla anlatılmak istenen nedir?
Çocuk yaşamına iyilik, sevgi ve adalete inanarak başlar. Bebek, annesinin memelerinde güven bulur; onun üşüdüğü zaman üstünü örteceğine, hastalandığında kendisini rahatlatmaya hazır olacağına inanır. Bu inanç babaya, anneye, büyükanneye ya da büyükbabaya, başka bir yakına karşı duyulan inanç olabilir; Tanrı’ya inanma biçiminde de kendini gösterebilir. İnsanların çoğunda bu inanç küçük yaşta yıkılır. Çocuk babasının önemli bir konuda yalan söylediğini duyar; babasının annesinden korktuğunu, onu memnun etmek için kendisine (çocuğa) yüz çevirmeye hazır olduğunu görür. Annesiyle babasının cinsel ilişkilerine tanık olur; babasını vahşi bir hayvan gibi algılar; mutsuz olduğu ya da korktuğu zamanlarda kendisiyle sözde bu denli ilgili olan anne-babasının, durumunun farkında bile olmadıklarını, bunu söylese bile aldırmadıklarını görür. Çocuğun anne-babasının sevgisine, doğru sözlülüğüne ve adaletine duyduğu ilk, özgün inanç pek çok kez yıkılır. Bazen dinsel eğitimle yetiştirilen çocuklarda bu inancın yitirilmesi doğrudan doğruya Tanrı’ya olan inancın yitirilmesine dönüşebilir. Çocuk sevdiği küçük bir kuşun, bir arkadaşının, kardeşinin ölümü karşısında iyiliğine ve adaletine güvendiği Tanrı’ya inancını yitirir. Ama burada yıkılan inancın, insana ya da Tanrı’ya duyulan inanç olması pek önemli değildir. Yıkılan her zaman yaşama, yaşamın güvenilir olmasına, onun verdiği güvenceye duyulan inançtır. Her çocuğun bir dizi düş kırıklığına uğradığı elbette doğrudur; ama önemli olan bu düş kırıklığının kesinliği ve yoğunluğudur. Bu ilk ve önemli inanç yıkılması deneyi çoğu zaman çok küçük yaşlarda geçirilir: Dört, beş, altı yaşlarında ya da yaşamın hemen hemen anımsanamayacak çok daha önceki bir evresinde. Son inanç yıkılması da bazen daha ileri yaşlarda görülür. Güvenilen bir dost, bir sevgili, bir öğretmen, dinsel ya da siyasal bir önder insana yüz çevirir. Kişinin inancının yıkılmasına tek bir olaydan çok, küçük küçük birçok deneyimin birikmesi yol açar. Bu tür deneyimlere gösterilen tepkiler değişiktir. Bazı kimseler bu duruma kendilerini düş kırklığına uğratan kişiye karşı bağımlılıklarından kurtulup kendilerini daha bağımsız kılarak, inandıkları ve güvendikleri yeni dostlar, öğretmenler ya da sevgililer bularak tepkide bulunabilirler, îlk dönemlerdeki düş kırıklıklarında gösterilmesi gereken tepki budur. Başka pek çok insanda sonuç, kişinin kuşkular içinde kalması, inancını geri getirecek bir mucize beklemesi, insanları deneyip durması, denedikleri kendisini düş kırıklığına uğrattığında başkalarını denemesi ya da kendisini daha güçlü bir yetkenin (Kilise’nin, siyasal bir partinin, bir önderin) kollarına atarak inancını yeniden kazanmaya çalışmasıdır. Böyle bir insan yaşama olan inancın yitirilmesinden doğan umutsuzluğunu dünyasal amaçlar —para, güçlülük, ün— peşinde koşarak yenmeye çalışır.
Şiddet açısından önemli olan tepki aslında çok daha başka bir tepkidir. Büyük ölçüde aldatılmış ve düş kırıklığına uğramış bir kişi yaşamdan nefret de edebilir, inanacak hiç kimse, hiçbir şey yoksa kişinin iyiliğe ve adalete olan inancı aptalca bir yanılsamadan başka birşey değilse, yaşamı Tanrı değil de Şeytan yönetiyorsa o zaman yaşam gerçekten nefret edilecek bir şeydir; insan artık düşkırıklığının getirdiği acıya katlanamaz. Yaşamın kötülük dolu, insanların kötü, kendisinin de kötü olduğunu kanıtlamak ister. Yaşama inanan, yaşamı seven ama düşkırıklığına uğramış olan kişi böylece sinik, yıkıcı birisi olup çıkar. Yıkıcılık umutsuzluktan doğmuştur; yaşamda karşılaşılan umut kırıklığı yaşamdan nefrete yol açmıştır.
Klinik deneylerimde derinlere işlemiş bu inanç yitirilmesine çok sık rastlamışımdır; bunlar çoğu zaman bir insanın yaşamında en önemli leitmotiv’i oluştururlar. Aynı durum toplumsal yaşamda, kişinin güvendiği önderlerin kötü olduğu ya da yetersiz kaldığı zamanlarda da geçerlidir. Kişi kendisini daha bağımsız kılacak bir tepki gösteremiyorsa, çoğu zaman sinikliğe, ya da yıkıcılığa sürüklenmekten kurtulamaz.
Bütün bu şiddet biçimleri gerçekçi, büyülü bir biçimde, hiç değilse umut kırıklığının getirdiği yıkımın bir sonucu olarak yaşama hizmet ederler; oysa şimdi tartışacağımız şiddet biçimi, ödünleyici şiddet, 3. Bölüm’de ele alınan ölüm sevgisinden daha hafif olsa da ondan daha hastalıklı bir şiddet türüdür.
Ödünleyici şiddetten ben güçsüz bir kişide üretici etkinliğin yerine geçen şiddet türünü anlıyorum. Buradaki “güçsüz” terimini açıklayabilmek için daha önce sözettiğimiz bazı düşünceleri yeniden gözden geçirmek gerekir, insan kendini yöneten doğal ve toplumsal güçlerin nesnesi olsa da yalnızca bu koşulların etkisinde değildir. Elinde —belli sınırlar içinde— dünyayı dönüştürebilecek, değiştirebilecek istenç, yeti ve özgürlük vardır. Burada önemli olan istencin ve özgürlüğün5 çapı değildir; insanın mutlak bir edilgenliğe katlanamamasıdır. İnsan, yalnızca kendisi dönüştürülmek ve değiştirilmekle yetinmez: dünyaya damgasını vurmak, onu dönüştürmek ve değiştirmek de ister. Bu insan gereksinmesi ilk mağara resimlerinde, her türlü sanatta, işte ve cinsellikte ortaya çıkar. Bütün bu etkinlikler insanın istencini belli bir ereğe yöneltmesinin, bu ereğe ulaşıncaya dek çabasını sürdürme yetisinin sonucunda doğmuştur. İnsanın kendi güçlerini bu yolda kullanabilme yetisi, güçlülük’tü. (Cinsel bakımdan güçlü olma, güçlülük durumlarının yalnızca bir türüdür.) İnsan zayıflık, kaygı, yetersizlik vb. gibi nedenlerle eyleme geçemiyorsa güçsüzdür, acı çeker; güçsüzlüğün yarattığı bu acı insanca dengenin bozulmasından, insanın eyleme geçme yetisini onarmaya çalışmasından, bütünüyle güçsüz olmayı kabul edememesinden doğar. Ama insan bunu yapabilir mi; yaparsa nasıl yapar? Tutulacak yollardan biri güçlü bir kişiye ya da topluluğa boyuneğmek ya da onunla özdeşleşmektir. Başka birisinin yaşamına simgesel bir biçimde katılarak kişi kendisinin etkin olduğu yanılsamasına kapılır; oysa gerçekte yalnızca etkin olanlara boyuneğmekte, onların bir parçası olarak davranmakta, onların sözlerinden dışarı Özgürlük sorunu çıkamamaktadır. Bu bağlamda bizi en çok ilgilendiren ikinci yol, başka deyişle insanın yoketme gücüdür.
Yaşam yaratmak, yaşamın içine zar gibi rastgele fırlatılıp atılan insanın salt bir yaratık olma durumunu aşması demektir. Oysa yaşamı yoketmek yaşamı aşmak, edilgenliğin dayanılmaz acısından kurtulmak demektir. Yaşam yaratabilmek güçsüz insanda bulunmayan birtakım nitelikler gerektirir. Yaşamı yok etmek içinse yalnızca bir tek nitelik —şiddete başvurmak— yeter. Güçsüz insan tabancası, bıçağı ya da kuvvetli bir bileği olduğu sürece başkalarının ya da kendisinin içindeki yaşamı yokederek aşabilir onu. Böylece kendisini yadsıyan yaşamdan öç almış olur. Ödünleyici şiddet güçsüzlükten doğan, güçsüzlüğü ödünleyen bir şiddet türüdür. Yaratamayan insan yok etmek ister; yaratırken, yok ederken salt bir yaratık olma rolünün ötesine geçer. Camus Caligula’ya şunları söyleterek bu fikri özlü olarak dile getirmiştir: “Yaşıyorum, öldürüyorum, yok etmenin insanı kendinden geçiren gücünü yaşıyorum; bununla karşılaştırıldığında yaratmanın gücü çocuk oyuncağından başka birşey değil.” Bu, sakatların, yaşamın kendilerinden insanca güçlerini olumlu bir biçimde ortaya dökme yetisini esirgediği kişilerin kullandığı şiddettir. Böyle insanların yoketme gereksinmesi duymaları salt insan olmalarındandır; çünkü insan olmak, nesne olma durumunu aşmak demektir.
Ödünleyici şiddete çok yakın olan başka bir tür de ister hayvan ister insan olsun, bir canlı üzerinde tam ve kesin denetim sağlama dürtüşüdür. Bu dürtü sadizmin özünü oluşturur. Özgürlükten Kaçış’ta6 belirttiğim gibi sadizmin özü başkalarına acı vermek değildir. Sadizmin gözlenebilen tüm değişik türleri tek bir temel dürtüye dayanır: Başka birisinin üzerinde tam bir egemenlik kurmak, onu isteklerimizin çaresiz nesnesi durumuna sokmak, onun tanrısı olmak, onunla istediğimiz gibi oynayabilmek. O insanı aşağılamak,- tutsak etmek asıl amaca giden yollardır; asıl amaçsa o insana acı çektirmektir; çünkü kendini savunma gücünü yitirmiş bir insan üzerinde ona zorla acı çektirmekten daha büyük bir egemenlik kurma yolu yoktur. Sadist dürtünün özünde, başka bir kişi (ya da öteki canlı varlıklar) üzerinde kesin egemenlik kurmanın getirdiği zevk yatar. Aynı düşünceyi, sadizmin amacı insanı bir nesneye, canlı birşeyi cansız birşeye dönüştürmektir, diyerek de dile getirebiliriz; çünkü tam ve kesin denetim altında canlılar yaşamın tek temel niteliğini — özgürlüğü yitirirler.
Ödünleyici şiddetin yüzeysel birşey olmadığını, kötü etkilerin, kötü alışkanlıkların vb. nin sonunda doğmadığını bireylerde olsun, kitlelerde olsun yıkıcı, sadist şiddetin yoğunluğuna ve sıklığına iyice tanık olmuşsak anlayabiliriz ancak. İnsanın içinde bu şiddet, yaşama isteği ölçüsünde yoğun ve güçlüdür. Şiddetin bu denli güçlü olması, yaşamın kendi sakatlığına dayanamayıp başkaldırmasındandır; insanın yıkıcı ve sadist bir yeti geliştirmesinin nedeni insan olması, bir nesneye dönüşmüş olması, yaşamı yaratamadığı için yoketmeye kalkışmasıdır. Binlerce güçsüz insanın gladyatörlerin hayvanlar tarafından yutuluşunu, birbirlerini öldürüşünü büyük bir zevkle seyrettikleri Roma’ daki Koloseum sadizme dikilmiş en büyük anıttır.
Bütün bu düşüncelerden, başka bir sonuç daha çıkarabiliriz. Ödünleyici şiddet yaşanmamış, sakat bir yaşamın sonunda zorunlu olarak doğan bir şiddet türüdür. Bu şiddet cezalandırılma korkusuyla bastırılabilir, her türlü seyir ve eğlenceyle başka yönlere saptırılabilir. Gene de bir yeti olarak var gücüyle saklanır bu şiddet; bastına güçler zayıflar zayıflamaz hemen ortaya dökülür. Ödünleyici yıkıcılığın tek çaresi insanın içindeki yaratıcılığı, insanca güçlerini üretici bir biçimde kullanma yetisini geliştirmektir. Yıkıcılıktan ve sadistlikten insan, ancak bu sakatlık geçtiği zaman kurtulabilir; eski ve şimdiki tarihi bu denli utanç verici duruma sokan dürtüler de ancak insanı yaşama bağlayan koşullarla ortadan kaldırılabilir. Ödünleyici şiddet, tepkisel şiddet gibi yaşamın hizmetinde değildir; yaşamın yerini alan hastalıklı birşeydir; onun sakatlığının, boşluğunun kanıtıdır. Ama salt yaşamı yadsımasından ötürü bu şiddet, gene de insanın sakatlıktan kurtulmaya, canlı kalmaya gereksinme duyduğunu gösterir.
Açıklanması gereken bir şiddet türü daha vardır: Artık eskimiş olan “kana susamışlık”üt bu. Bu, sakat insanın gösterdiği türden bir şiddet değildir; bütünüyle doğaya bağlı olarak yaşayan insanın kan tutkusudur. İlkel insan gelişmekten, tümüyle insan olmaktan korktuğundan ondaki bu öldürme tutkusu yaşamı aşmanın bir yoludur. Bireysellik öncesi varoluş durumuna dönerek, hayvanlaşıp, aklın getirdiği sorumluluktan kurtularak yaşama bir yanıt bulmaya çalışan insanda kan, yaşamın özü olup çıkar; kan akıtarak kişi kendisini canlı, güçlü, eşsiz ve başkalarından üstün duyar. Öldürmek, en ilkel düzeyde en büyük sarhoşluk, en büyük kendini doğrulama yolu olur. Bunun tersini düşünürsek, öldürmenin tek mantıksal karşıtı öldürülmektir. İlkel anlamda yaşamın dengesi şöyle kurulur: Öldürebildiğince öldürmek; yeterince kana doyduktan sonra da öldürülmeye hazır olmak. Bu anlamda öldürmek, aslında ölüm sevgisi değildir. En düşük ilkellik düzeyinde yaşamı doğrulamak, onu aşmaktır. Bu tür kana susamışlığı zaman zaman bireylerin hayallerinde, düşlerinde, ağır ruh hastalıklarında ya da cinayetlerde de görebiliriz. Aynı şeyi savaş —uluslararası ya da iç savaş— sırasında, normal toplumsal yasaklar kalktığı zaman bir azınlık grubunda da gözleyebiliriz. İlkel toplumlarda bu durum yaşamı yöneten kuralın ölme (ya da öldürme) biçiminde kutuplaşmasıyla ortaya çıkar. Aztekler’in insan kurban etme olgusunda, Montenegro ya da Korsika gibi yerlerde güdülen kan davalarında, Tevrat’ta Tanrı’ya kanın adak olarak sunulmasında da görülebilir bu. Öldürme coşkusunun en güzel tanımlandığı yerlerden biri G. Flaubert’in Basrahip Aziz Julian in Destanı adlı kısa öyküsüdür. Flaubert burada doğumunda büyük bir fatih ve aziz olacağı önceden haber verilen bir adamı anlatır, bu kişi öldürme heyecanını keşfedeceği güne dek normal bir çocuk olarak büyür. Kilisedeki ayinler sırasında, birkaç kez duvardaki oyuktan çıkıp koşuşturan küçük bir fare görür, bu onu kızdırır; fareyi ortadan kaldırmaya karar verir. “Sonra, kapıyı kapattı, küçük ekmek kırıntıları serpe serpe merdivenlerden mihraba kadar çıktı, elinde sopayla oyuğun önünde durdu. Uzun bir süre bekledikten sonra önce küçük pembe bir burun göründü, sonra da tümüyle fare ortaya çıktı. Fareye şöyle bir vurduktan sonra artık hareket etmeyen küçük gövdenin önünde şaşkın kalakaldı. Yere bir parça kan bulaşmıştı. Kanı koluyla çabucak silip fareyi dışarı fırlattı ve kimseye birşey söylemedi.” Daha sonra aynı kişi bir kuşu
Djilas, Montenegro’da yaşamı anlatırken öldürmeyi bir insanın tadabileceği en büyük kıvanç, en büyük sarhoşluk olarak tanımlar.
“Kuşun debelenmeleri yüreğini ilkel, gümbür gümbür bir coşkuyla doldurarak onu heyecanlandırır.” Kan dökmenin coşkusunu tattıktan sonra hayvanları öldürmek onun başlıca tutkusu olup çıkar. Hiçbir hayvan elinden kurtulacak ölçüde güçlü ya da çevik değildir artık. Onun için kan akıtmak yaşamı aşmanın tek yolu olarak en büyük kendini doğrulama biçimidir. Yıllarca tek tutkusu, tek heyecanı hayvanları öldürmek olmuştur. Geceleri eve “vahşi hayvan kokuları içinde, üstü başı kana, çamura bulanmış” olarak döner. “Onlardan biri olmuştur artık.” Bir hayvana dönüşme amacına nerdeyse ulaşmıştır; ama insan olduğundan bunu gerçekleştiremez. Bir ses ona, sonunda annesiyle babasını da öldüreceğini söyler. Korkuya kapılarak şatosundan kaçar; hayvanları öldürmekten de vazgeçer; artık her yere korku salan, ünlü bir askeri önder olmuştur. Kazandığı en büyük utkulardan birinin sonunda armağan olarak kendisine olağanüstü güzellikte, sevgi dolu bir kadın verilir. Savaşçılıktan vazgeçer, kadınla birlikte mutlu bir yaşam kurar — oysa sıkıntı ve çöküntü içindedir. Bir gün gene avlanmaya başlar; ama garip bir güç bütün atışlarını boşa çıkarmaktadır. “Sonra eskiden avladığı hayvanların tümü ortaya çıkarak onun çevresinde sımsıkı bir çember oluşturdu. Bazıları yere çömelmişti, bazıları dimdik ayaktaydı. Julian ortada, korkudan taş kesilmiş, kılını bile kıpırdatmadan öylece duruyordu.” Karısına, şatosuna dönmeye karar verir; bu arada yaşlı anne-babası gelmiş, karısı onlara kendi yataklarını vermiştir; karısıyla âşığı sanarak ikisini de öldürür. Böylece ilkelliğin en düşük düzeyine indikten sonra büyük değişme başlar. Gerçekten de Julian kendini yoksullara ve hastalara adayan bir aziz olur; sonunda ısıtmak amacıyla bir cüzzamlıyı bile kucaklar; “Julian kendini cennete götüren Kutsal isa’yla yüzyüze, uçsuz bucaksız maviliklere doğru yükseldi.”
Flaubert bu öyküsünde kana susamışlığın özünü anlatmaktadır. Bu, ilkel biçimde ortaya çıkan yaşam sarhoşluğudur; böylece kişi yaşama bağlılığın bu en ilkel düzeyine vardıktan sonra gelişmenin en yüce düzeyine, yaşamı insanlığıyla doğrulama düzeyine yükselebilir. Daha önce de belirttiğim gibi, öldürmeye susamışlığın 3. Bölüm’de anlatılan ölüm sevgisiyle aynı olmadığını görebilmek önemlidir. Kan, yaşamın özül olarak kabul edilir; kan akıtmak, verimli kılabilmek için toprak anayı gereksinme duyduğu şeyle döllemektir. (Aztekler’in, evrenin işlevini sürdürebilmesi için kan akıtmanın gerekli bir koşul olduğu inancını, ya da Habil’le Kabil öyküsünü bununla karşılaştırın.) Akan kendi kanı bile olsa insan böylece toprağı dölemekte, onunla birleşmektedir.
Öyle anlaşılıyor ki gerilemenin bu düzeyinde kan meninin, toprak da ananın karşılığıdır. Meni-yumurta, erkek-kadın kutuplaşmasını gösterir; bu kutuplaşma, erkeğin bütünüyle topraktan varolmasıyla başlar, kadının da onun arzularının, sevgisinin nesnesi olmasıyla tamamlanır. Kanın akıtılması ölümle, meninin akıtılmasıysa doğumla sonuçlanır. Ne var ki bunların ikisinin de amacı —hayvanca varolma düzeyinin pek üstüne çıkmasa da— yaşamın doğrulanmasıdır. Öldüren kişi, doğumunu tamamlamış, toprağa olan bağlarını koparmış, kendine hayranlığını yenmişse, seven birisi olabilir. Ama bunu yapamazsa kendine hayranlığı ve ilkel saplantısı onu yaşamın içinde tutsak eder; bu noktada yaşam ölüme öylesine yakın olur ki kana susamış insanla ölümsever insan arasındaki ayırımı yakalamak iyice güçleşir.
Erich Fromm
Sevginin ve Şiddetin Kaynağı