Eğer, yeniden başlayabilseydim yaşamaya,
İkincisinde, daha çok hata yapardım.
Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım.
Neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar,
Çok az şeyi
Ciddiyetle yapardım.
Temizlik sorun bile olmazdı asla.
Daha çok riske girerdim.
Seyahat ederdim daha fazla.
Daha çok güneş doğuşu izler,
Daha çok dağa tırmanır, daha çok nehirde yüzerdim.
Görmediğim bir çok yere giderdim.
Dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye.
Gerçek sorunlarım olurdu hayali olanların yerine.
Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eğer, yalnız mutlu anlarım olurdu.
Farkında mısınız bilmem. Yaşam budur zaten.
Anlar, sadece anlar. Siz de anı yaşayın.
Hiçbir yere yanında termometre, su, şemsiye ve paraşüt almadan,
Gitmeyen insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eğer, hiçbir şey taşımazdım.
Eğer yeniden başlayabilseydim,
İlkbaharda pabuçlarımı fırlatır atardım.
Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla.
Bilinmeyen yollar keşfeder, güneşin tadına varır,
Çocuklarla oynardım, bir şansım olsaydı eğer.
Ama işte 85’indeyim ve biliyorum…
ÖLÜYORUM… *
Jorge Luis Borges
O zaman bu yaşam bir rüyaydı
Fayton onu Buenos Aires’in kuzeybatı kesimindeki o sokakta, dört bin dört numaranım önünde bıraktı. Daha saat sabahın dokuzu olmamıştı; adam, üzerleri tozlu çınar ağaçlarını, her birinin altadaki dörtköşe toprak parçasını, küçük balkonlu saygın evleri, aynı sıradaki eczaneyi, boya ve nalburiye dükkânının donuk renkli tabelalarını onaylarcasına gözden geçirdi. Uzun, penceresiz bir hastane duvarı sokağın karşı yanındaki yaya kaldırımına sırtını vermişti; daha aşağıdaki limonluklardan güneş ışıkları yansıyordu. Adam (şu anda rüyada görülen şeyler gibi gelişigüzel, rarstlansal ve belli bir sıradan yoksun olan) bütün bu şeylerin zaman içinde, eğer Tamı isterse, değişmez, gerekli ve tanıdık olacağını düşündü. Eczanenin vitrininde porselenden harflerle ‘Breslauer’ yazılıydı; Yahudiler İtalyanların yerini alıyordu, onlar da Kreollerin yerini almışlardı. Böylesi daha iyiydi; adam kendi ırkından insanlarla bir arada olmak istemiyordu.
Arabacı ona bavulunu indirmekte yardım etti; dalgın ya da yorgun görünüşlü bir kadm, neden soma kapıyı açtı. Arabacı oturduğu yerden adama demir paralardan birini, Melo’daki otelde geçirdiği o geceden beri cebinde duran yirmi centavohık Uruguay parasını geri verdi. Adam ona kırk centavoluk bir para uzattı ve, “Kendimi herkese unutturacak biçimde davranmalıydım. İki yanlışlık yaptım: Yabancı bir para kullandım ve bu yanlıştan kaygı duyduğumu belli ettim,” diye düşündü.
Kadını izleyerek girişteki hole ve avluyu geçti. Neyse ki ona ayrılan oda ikinci bir avluya açılıyordu. Yatak, sanatkâr bir ustanın elinde, benzeri görülmemiş dal ve sarmaşık biçimlerine sokulmuş demirdendi- bunun dışında çam tahtasından yüksek bir elbise dolabı, yatağın başucunda bir komodin, kitaplarla dolu yere yakın bir raf, birbirinin eşi olmayan iki sandalye,’ ayrıca lavabosu, sürahisi, sabun tablası ve camı isli sisesivle bir yıkanma veri de bulunuyordu. Duvarları, Buenos Aires ilmin bir haritasıyla bir haç süslüyordu- kızıl renkli duvar kâğıdının üzerinde kuyruklarını açmış kocaman tavuskuşu desenleri vardı. Odanın tek kapısı avluya açılıyordu. Bavulu odaya yerleştirmek için sandaljeferia düzenini değiştirmek gerekti. Kiracı hiçbir şeye ses çıkarmıyordu kadın adım sorduğunda “Villan” dedi – gizli bir meydan okuma olmasa da gerçekte hissetmediği bir utancı azaltan diye değil, bu ad «m rahatsız ettiği, aklına başka bir ad getirmesi mümkün olmadığı için. Yok, düşmanının adını benimsemenin kurnazca bir görev olduğu yolundaki yazınsal kuruntunun çekiciliğine kapılmış filân değildi…
Bay Vülari, önceleri evden dışarı çıkmadı; birkaç hafta geçince, gün batarken kısa bir süre çıkması alışkanlık haline getirdi. Bir gece üç bina ötedeki sinemaya gitti. Her zaman en arka sırada oturdu; bir keresinde film bitmeden az önce kalktı. Yeraltı dünyasıyla ilgili trajik öykülerdi seyrettikleri; bu öykülerde hiç kuşkusuz yanlışlar vardı; bu öykülerde hiç kuşkusuz önceki yaşamının parçası olan görüntüler de vardı; Sanatla gerçekliğin örtüşebileceği düşüncesine yabancı olduğu için,
Villan bunlara aldırış etmedi. Direnmedi, filmlerden hoşlanmaya çalıştı; bunların gösterilme nedenlerini anlamak istiyordu. Roman meraklılarının tersine, kendini hiçbir zaman sanat eserlerindeki kişilerden biri olarak göstermemişti.
Postadan, değil mektup, reklâm broşürü bile almazdı. Gene de belirsiz bir umutla her gün gazetedeki sütunlardan birini okumayı sürdürürdü. Öğleden somaları sandalyelerden birini kapının yanma çıkarır, olanca ciddiyetiyle matesini (Bir içki türü) hazırlar, gözlerini bitişikteki çok katlı yapının asmalarla örtülü duvarlarına dikerek içerdi. Yıllar süren yalnızlık ona bellekte bütün günlerin birbirine eş olmaya yüztuttuğunu öte yandan hapisanede ya da hastanede bile beklenmedik olaylar getirmeyen, minicik beklenmedikliklerden örülü yan saydam bir ağ olmayan bir gün bulunmadığını öğretmişti. Öteki tutsaklıklarda günlerini ve saatleri saymanın çekiciliğine kaptırmıştı kendini, ama bu tutsaklık başkaydı, çünkü sonu yoktu – meğer ki bir sabah gazete Alejandro Vülari’nin ölüm haberini getirsin. Villari’nin çoktan ölmüş olması da mümkündü, o zaman bu yaşam bir rüyaydı. Bu olasılık onu tedirgin ediyordu, çünkü bunun kendisi için bir rahatlama mı yoksa şanssızlık mı olacağına hiçbir zaman karar verememişti; sonunda kendi kendine böyle bir olasılığın saçma olduğunu söyleyerek aklından sildi Geride kalan -zamanın akışından çok, dönüşü olmayan bir iki olay yüzünden geride kalan- o günlerde birçok şeyi önüne geçilmez bir tutkuyla istemişti; erkeklerin nefretiyle kimi kadınların sevgisini harekete geçiren bu güçlü irade, artık ne şunu ne de bunu istiyordu; yalnızca direnmek, son bulmak istiyordu. Matenin ve kara tütünün tadı, avluyu kaplayan gölgelerin durmadan ilerleyen çizgisi – bunlar yeterli kışkırtıcılardı.
Evde, artık yaşlanmış bir kurt köpeği vardı. Villan onunla dost oldu. Onunla İspanyolca, İtalyanca, çocukluğunun yerel ağzından aklında kalan bir iki sözcükle konuşuyordu. Villari anısız ve beklentisiz, şimdiki zamanda yaşamaya çalıştı; anılar onun için beklentilerden de önemsizdi. Pek de farkına varmadan, geçmişin zamanın asıl dokusu olduğunu anladı; zamanın hep geçmişe dönüşmesi de bu yüzdendi. Bıkkınlığı bir gün doygunluk gibi geldi ona; böyle anlarda şu köpekten daha anlaşılmaz değildi.
Bir gece damağındaki incecik bir sızı, ta içine kadar işleyerek tir tir titretti, sersemletti onu. Bu korkunç mucize birkaç dakika soma ve şafağa karşı yenilendi. Ertesi gün bir fayton çağırdı. Önce mahallesindeki dişçiye gitti Vülari. Orada dişini çektirdi. Dişi çekilirken başkalarından daha korkak ya da yürekli davranmam.
Bir başka gece sinemadan dönerken, arkadan itildiğini hissetti. Tepesi atarak, öfkeyle, ama aynı zamanda da gizli bir rahatlamayla küstah herife döndü. Kaba bir küfür savurdu; öteki şaşkınlıkla kekeleyerek özür diledi. Adam uzun boylu, genç, koyu renk saçlıydı, yanında Alman’a benzeyen bir kadın vardı; o gece, Villari kendi kendine onları tanımadığım tekrarlayıp durdu. Gene de yeniden sokağa çıkıncaya kadar dört ya da beş gün.geçti.
Raftaki kitapların arasında, Andreoli’nin eski dipnotlarıyla dolu, bir İlâhi Komedya vardı. Meraktan çok görev duygusunun kışkırtmasıyla, Villari bu büyük eseri okumaya girişti. Akşam yemeğinden önce bir canto, sonra da satır atlamadan dipnotlarını okurdu. Cehennemdeki cezaları akıldışı ya da aşırı bulmadı. Dante’nin onu Ogolino’nun sonsuza dek Ruggieri’nin ensesini kemirdiği son cehennem döngüsüne yargılayacağım da düşünmedi.
Kızıl renkli duvar kâğıtlarının üzerindeki tavuskuşları nice inatçı kâbusları dolduracak gibi görünüyorlardı, ama Bay Vülari hiçbir zaman süme canlı kuşlardan örülmüş korkunç bir çardak görmedi rüyasında.
-Şafak vakti, ufak tefek değişiklikler dışında hep aynı kalan bir rüya götürdü. İki adam ve Villari ellerinde tabancalarla odaya girerler ya da sinemadan çıkarken ona saldırırlar ya da üçü birden onu iten yabancı olur çıkarlar ya da avluda yaslı yüzlerle onu beklerler, geldiğinde tanımazlıktan gelirlerdi. Rüyamn sonunda, yatağının başucundaki komodinin çekmecesinden tabancasını alır (o çekmecede gerçekten bir tabanca bulunuyordu) adamlara ateş ederdi. Silâhın gürültüsü onu uyandırır, ama her defasında rüya görmüş olurdu. Saldırı somaki bir rüyada tekrarlanır, gene somaki bir.rüyada onları yeniden öldürmek zorunda kalırdı.
Güneşsiz bir Temmuz sabahı, tanımadığı kişilerin varlığı (kapıyı açtıklarında çıkan gürültü değil) uyandırdı onu. Odanın gölgeleri içinde upuzun görünen, bu gölgelerle garip biçimde sinekleşen, (o korku dolu rüyalarda her zaman daha açık seçik görmüştü onları) tetikte kıpırtısız ve sabırlı, gözleri sanki silâhlarının yüküyle ağırlaşarak kapanmış gibi inik duran Alejandro Villari’yle yanındaki yabancı onu sonunda yakalamışlardı. Eliyle bir işaret yaparak beklemelerini söyledi sanki yemden uyuyacakmış gibi yüzünü duvara döndü. Bunu kendini katillerine acındırmak için mi yapmıştı? Yoksa korkunç bir olayı zihninde yaşatarak sonsuza kadar beklemektense ona katlanmanın daha kolay olacağım düşündüğünden mi? Yoksa -belki de en akla yakım buydu- katiller şimdiye kadar birçok kere aynı yerde, aynı saatte oldukları gibi yalnızca bir rüya olsunlar diye mi?
Silâhın gürültüsü varlığını ortadan kaldırdığında bu büyü edimi nin tam ortasındaydı işte.**
Bekleyiş
Luis Borges
*Anlar adlı şiiri
**Çeviren: Fatih Özgüven
Jorge Francisco Isidoro Luis Borges Acevedo veya bilinen adıyla Jorge Luis Borges (d. 24 Ağustos 1899 – ö. 14 Haziran 1986), Arjantinli öykü ve deneme yazarı, şair ve çevirmen. Büyülü gerçekçilik akımının önde gelen isimlerindendir ve gerçeküstücülük konusunda yazdığı denemeleri ile ünlüdür.