Uzun yıllar önce, Piedad yakınlarında, Florida caddesindeki eski Confiter’a del Aguila’da dinlemiştik bu öyküyü.
Bilgi sorunu üzerine tartışıyorduk. İçimizden biri sözü Platoncu kurama yani her şeyi önceki bir dünyada görmüş olduğumuza, yani bilmenin yeniden öğrenmek olduğuna getirmişti. Yanılmıyorsam babam, Bacon’ın, öğrenmek anımsamaksa, bilmemenin yalnızca unutmuş olma anlamını taşıdığını ileri sürdüğünü söylemişti.
Metafiziğe boğulmuş başka biri, yaşlı bir bey, söz aldı. Yavaş ve güvenli bir sesle konuştu:
Bu Platoncu arketiplerin ne olduklarını tam olarak anlayamıyorum. Kimse ilk kez sarı veya siyahı görmüş olduğunu ya da bir meyvanın tadını ayırdettiğini anımsayamaz, belki de, henüz çok küçük olduğu için uzun bir algılar dizisine başladığını kavrayamadığından. Kuşkusuz, kimsenin unutmadığı başka ilkeler de vardır. Sizlere, anısını hala sakladığım ve sık sık düşündüğüm bir geceyi, 30 Nisan 1874 gecesini anlatabilirim.
— Eskiden tatiller şimdikinden daha uzun olmasına karşın, Lobos yakınlarındaki kuzenlerimiz Dorna’ların çiftliğinde neden o tarihe kadar kalmış olduğumuzu bilmiyorum. 0 sıralar sığırtmaçlardan biri, Rufino, beni köy yaşamına alıştırıyordu. On üçüme yaklaşıyordum, o ise benden oldukça büyüktü ve gözüpekliliğiyle ün salmıştı. Eline çabuktu; ateşte sertleştirilmiş değneklerle kılıç döğüşü oynarken, her zaman hasmıydı yüzü kapkara olan. Bir cuma günü, ertesi gece köye gidip eğlenmeyi önerdi bana. Doğal olarak, neyin söz konusu olduğunu bilmek- sizin kabul ettim. Dansetmesini bilmediğimi önceden söyledim; dansetmenin kolaylıkla öğrenildiği karşılığını verdi bana.
Yemekten sonra, yedi buçuk gibi, evden ayrıldık. Rutino bir şenliğe gider gibi iki dirhem bir çekirdekti ve kemerine gümüş bir hançer yerleştirmişti; bana gelince benim de onunkine benzer küçük bir çakım vardı ama alay konusu olma korkusuyla yanıma almaktan kaçınmıştım. İlk evleri görmekte gecikmedik. Lobos’a hiç gittiniz mi bilmem, önemli değil; Arjantinde hiçbir köy yoktur ki öbürüne benzemesin, kendinin farklı olduğunu düşünme açısından bile. Aynı toprak yollar, aynı tekerlek izleri, aynı alçak çatılı evler-ve bütün bunlar at sırtında giden bir adamı daha önemli gösterir.
Bir sokak köşesinde, açık mavi ya da pembeye boyalı, kapısında “La Estrella” levhası asılı bir evin önünde atlardan indik. Kazığa bağlanmış koşumlu atlar vardı. Yarı açık sokak kapısından dışarı ışık sızıyordu. Giriş kapısının bölmesinin derinliğinde duvar boyu tahta sıraların yer aldığı büyük bir oda ve sıraların arasında da nereye açıldığı bilinmeyen koyu renk kapılar bulunuyordu. Sarı tüylü bir tino havlayarak’bizi karşılamaya geldi. İçerisi oldukça kalabalıktı; çiçekli ev giysileri içinde yarım düzine kadar kadın gidip geliyordu. Siyahlara bürünmüş saygıdeğer görünüşlü bir hanım bana ev sahibesi gibi göründü.
Rufino onu selamladı:
— Size yeni bir arkadaş getirdim, ama ata binmesini daha pek bilmiyor.
— Tasalanmayın, kısa zamanda öğrenir, diye yanıtladı kadın.
Utandım. Dikkati başka yere çekmek ya da çocuk olduğumun anlaşılması için, sıralardan birinin ucunda köpekle oynamaya başladım. Mutfakta bir masanın üzerinde şişelere mimlenmiş mumlar yanmaktaydı ve odanın dibinde bir köşede de bir mangalın bulunduğunu anımsıyorum, Karşımdaki kireçle beyazlanmış duvarda Meryem Ana’nın resmi vardı.
Biri, iki şaka arasında, beceriksizce gitarını tıngırdatıyordu. Ağzımı ateşe veren bir cin kadehini geri çevirmemem çekingenliğimdendi. Kadınlardan biri bana farklı görünmüştü. Onu Tutsak diye çağırıyorlardı. Bana biraz yerli havası varmış gibi geldi, buna karşın hatları çizilmişçesine güzel, gözleri ise son derece hüzünlüydü. Saçlarının örgüsü beline dek uzanıyordu. Ona baktığımı gören Rufino, kıza dönerek:
— Belleklerimizi tazelememiz için, bir daha anlatsana yerlilerin saldırısının öyküsünü.
Genç kız sanki yalnız başınaymışçasına konuşmaya başladı ve anlattığı öykünün dışında bir şey düşünemediğini ve bir anlamda yaşamı boyunca başına gemiş tek şeyin bu olduğunu anladım. Bize şunları söyledi:
— Beni Catamarca’dan götürdükleri zaman henüz çok küçüktüm. Ne bilebilirdim ki yerlilerin saldırıları hakkında? Estancia’da korkudan kimse ağzına bile almazdı adlarını. Yavaş yavaş, bir gizmişcesine, yerlilerin kasırga gibi gelebileceklerini, insanları öldürüp, hayvanları çalabileceklerini öğrendim. Kadınları içerlek topraklara götürüp, ırzlarına geçiyorlardı. Söylenenlere inanmamakta direndim. Ağabeyim Lucas, ki sonradan mızrak darbeleriyle öldürüldü, hepsinin yalan olduğunu söyleyerek bana güven veriyordu; ama bir şey doğruysa, birinin yalnızca bir kez söylemesi yeterlidir doğruluğunun o an anlaşılması için. Hükümet, sessiz sakin kalmaları için yerlilere işçi ve Paraguay çayı dağıtır; fakat onların da danıştıkları çok kurnaz büyücüleri vardır. Şeflerinin bir buyruğu üzerine, araziye serpiştirilmiş küçük tabyalara saldırmaktan çekinmezler. Çok düşünmem yüzünden neredeyse gelmelerini arzuluyordum ve güneşin battığı yana bakmaktan vazgeçmiyordum. Ne kadar zaman aktı bilmiyorum, ama donlar ve yazlar geçti, hayvanlar damgalandı, kahyanın oğlu öldü, saldırı öncesinde.
Bir iki saniye susup, belleğini tazeledi ve sürdürdü:
— Sanki güney rüzgarı taşıyordu onları. Ben bir devedikeni görmüştüm ve o gece yerliler düşüme girmişti. Her şey günbatımında oldu. Hayvanlar, yer sarsıntılarında olduğu gibi, insanlardan önce öğrendiler. Sürüler huzursuzdu, kuşlar havada daireler çiziyorlardı. Her zaman baktığım yöne bakmaya koştuk.
— Kim geldiklerini haber verdi? diye sordu biri.
Genç kız, çok uzaklardaymış gibi son tümcesini yineledi,
— Her zaman baktığım yöne bakmaya koştuk. Sanki bütün çöl devinmeye başlamıştı. Pencerelerin demir parmaklıklarından yerlilerden önce, toz bulutunu gördük. Bize saldırmaya geliyorlardı Elleriyle ağızlarına vurup, korkunç çığlıklar atıyorlardı. Santa lrene’deki birkaç tüfek, biraz gürültü yapıp onları daha da kışkırtmaya yaradı, yalnızca.
Tutsak, bir yakarıyı ezbere tekrarlar gibi konuşuyordu; ama çöl yerlilerini ve çığlıklarını sokakta duydum. Ansızın, odanın içindeydiler, sanki atla bir düşün kalıntılarına giriyorlarmış gibi. Bir ayyaşlar çetesiydi. Bugün, olayı belleğimde canlandırdığım da hepsini kocaman görüyorum. En başta yürüyeni kapının yakınında bulunan Rufino’ya bir dirsek darbesi indirmişti. Beriki ni benzi atmış ve oradan uzaklaşmıştı. Yerinden kıpırdamamış olan bayan, ayağa kalkıp bize:
— Gelen Juan Moreira’ demişti.
– Zamanla, o geceden anımsadığım adamın Juan Moreira mı, yoksa sonraları sığır panayırlarında sık sık göreceğim başka biri mi olduğunu kestiremiyorum. Bir yandan kare yeleli, kara sakall bir görüntü canlanıyor belleğimde, bir yandan da çiçek hastalığının izini taşıyan kızıl bir yüz. Küçük köpek karşılamak için neşeyle zıpladı. Bir kırbaç darbesiyle, Moreira onu yere yu varladı Sırt üstü düşüp, ayaklarını çırparak can verdi. İşte bura d gerçekten başlıyor öyküm.
Sessizce kapılardan birine ulaştım; dar bir geçide ve merdivene açılıyordu. Yukarıda karanlık bir odaya saklandım. Çok alçak olan yatağın dışında hangi eşyaların varolduğunu bilmiyorum, Titriyordum. Aşağıda bağrışmalar kesilmiyordu ve bir ara kırılan bir cam gürültüsü geldi kulağıma. Merdiveni çıkan bir kadını ayak seslerini duydum ve kısa bir ışıltı gördüm. Sonra da Tutsak’ın beni çağıran tısıltıya benzer sesi.
— Ben hizmet etmek için buradayım, yalnız barışsever insanlara. Yaklaş, sana bir kötülüğüm dokunmaz.
Elbisesini çıkarmıştı bile. Yanına uzanıp, ellerimle yüzünü aradım. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Ne bir tek sözcük, ne de öpücük paylaştık. Örgüsünü çözüp, dümdüz saçlarıyla oynadım, sonra da onunla… Bir daha hiç karşılaşmadık gerçek adını da asla öğrenemedim.
Bir patlamayla irkildik. Tutsak bana:
— Öbür merdivenden kaçabilirsin dedi.
Ben de öyle yaptım ve kendimi toprak yolda buldum. Ayışığı vardı. Bir polis çavuşu, Andrös Chirino, elinde süngülü tüfeği. duvarı kolluyordu. Gülerek bana:
— Gördüğüm kadarıyla erken kalkanlardansın, dedi.
Bir yanıt verdim, ama benimle ilgilenmedi. Adamın biri kendini duvardan aşağı bırakıyordu. Bir sıçrayışta çavuş, çeliği gövdesine sapladı. Adam yere yuvarlanıp sırtüstü kalakaldı, inliyor, kan kaybediyordu. Küçük köpeği anımsamıştım. İşini bitirmek için, Chirino bir kez daha süngüyü kullandı. Sonra neredeyse neşeli bir sesle,
— Bu kez kaçamadın Moreira, dedi.
Her bir yandan, evi kuşatmış olan, üniformalı adamlar çıkageldi, sonra da komşular. Andrğs Chirino silahı gövdeden çıkarırken oldukça güçlük çekti. Herkes elini sıkmak istiyordu. Rufino gülerek:
— Bu kopuğun şişinmesi de bitti sonunda, dedi.
Bir öbekten öbürüne, gördüklerimi anlatarak geziyordum. Ansızın, kendimi çok yorgun hissettim; belki de ateşim vardı. Sıvışarak, Rufino’yu buldum ve eve yollandık. Şafağın beyazlığını gördüğümüzde at sırtındaydık. Yorgunluktan öte, kendimi tüm bu olayların akınından sersemlemiş duyuyordum.
— O gecenin büyük ırmağı, dedi babam adam bitirdiği zaman.
görmüştüm. Her şey her insana açınlanır -en azından bir insanın tanımasına izin verilen her şey- ama benim için iki temel şey bir gecede açıklanmıştı. Aradan yıllar geçti ve bu öyküyü o denli sık anlattım ki, öykünün kendisini mi anımsıyorum, yoksa anlattığım sözcükleri mi, bilemiyorum. Belki Tutsak’ın yerli anlatışı için de aynı şey olmuştu. Şu anda, Moreira’nın öldürülüşünü benim ya da başkasının görmüş olmasının hiç önemi yok.