Ve bir daha söylüyorum, ya beni bir deli hücresine kapatın dosdoğru, belki yanılmıyorum diye karşı koymam, yahut ta bırakın var gücümle çalışayım, söylediğim tedbirleri de alın bir yandan.
Deli değilsem, başlangıcından beri sana söz verdiğim resimleri sana göndereceğim. Bu tablolar ister istemez dağılacak belki, ama sen birini görmekle bütünüyle ne yapmak istediğimi anlarsın, böylece umarım memnun olur, avunursun…
Benim karnım doysun diye sen yoksul kalmış olacaksın bunca zaman, ama ben, ben ya bu parayı geri vereceğim ya da canımı. Şimdi de iyi kalpli karın gelecek biz ihtiyarları biraz da gençleştirmek için…
“Perşembeden pazartesine yalnız iki yemek yedim”
Mektubuna teşekkür, ama bekleye bekleye bir hal oldum bu sefer: param perşembe günü bittiğinden, pazartesi öğleye kadar olan zaman bir türlü geçmedi. Bu dört gün yirmi üç fincan kahve ve parasını daha ödemediğim birkaç ekmekle yaşadım.
Suç sende değil, eğer varsa bendedir: Tablolarımı çerçeveler içinde göreyim diye çılgına döndüm ve bütçeye göre fazlaca çerçeve ısmarladım, oysa bir aylık ev kirası ile hizmetçinin aylığı da vardı ödenecek. Bunlar şimdi de tüketecek beni, çünkü tuval alıp kendim hazırlamam lâzım, Tasset’ninki daha gelmediğine göre. N e olur hiç vakit geçirmeden sor ona gönderdi mi ?… 2,50 franklık 10 metre ya da hiç olmasa 5 metre adî tuval olacak.
Canım kardeşim, ben aldırmazdım, ama bu işler seni de baskı altında bırakıp üzüyor bu son zamanlar. Ama sanırım ki etütlerimi görsen, bana hak verirdin havalar güzel gittikçe böyle hızlı çalışıyorum diye.
Hoş bu son günler mistral gene insafsızca esti, kudurmuşçasına süpürdü kuru yaprakları. Ama gene de bu havayla kış arasında çok güzel günler, baş döndürücü renkler olacak, işte o zaman da var gücümüzle çabaya girişmeli. Çalışmaya öylesi ne daldım ki duramıyorum birden. Ama merak etmeyin, havalar bozunca durmak zorunda kalırım.
Zaten bugün de, dün de, evvelki gün de öyle.
Sen de Thomas’ı kandırmaya çalış. Bir şeyler yapar o. Bu hafta için cebimde kaç para kaldı biliyor musun, hem de 4 günlük oruçtan sonra? Tam 6 frank. Oysa bugün pazartesi, senin mektubunu aldığım gün.
Öğleyin yemek yedim, ama bu akşam bir parça kuru ekmekle yetinmem gerekecek.
Hepsi ya eve ya da tablolara gidiyor. En az üç hafta var 3 franklık bir kadeh dikmeye gidemedim…
Çok sıkışık değilsen, gecikme, bir altını ve tuvali göndermekte gecikme.
Perşembeden beri o kadar dalmışım ki, perşembeden pazartesine yalnız iki yemek yedim, ondan başka yalnız ekmekle kahvem vardı, üstelik de kahveyi veresiye içmek zorunda kaldım, bugün ödemem gerekiyordu. Onun için, mümkünse, gecikme.
Tarihsiz
Şu gerçeği iyice anlatmak isterdim sana: sen sanatçılara para vermekle kendin sanat eseri yaratıyorsun ve benim tek dileğim resimlerimin öyle iyi olmasıdır ki, sen çalışmandan memnun olasın.
Tarihsiz
Benim çalışmalarımı biraz beklemekle bir şey yitirmiş olmazsın, bırakalım sevgili dostlarımız rahatlıkla hor görsünler şimdikileri. Bereket versin ben ne istediğimi bilirim ve aslında çabuk çalışıyorum diye bana yönelecek yergilere aldırış etmem.
Onlara inat, bu son günlerde daha da çabuk çalıştım.
Geçen gün Gauguin dedi ki Claude Monet’nin bir tablosunu görmüş, büyük bir Japon vazosunun içinde ay çiçekleri, çok da güzelmiş -ama benimkileri daha çok seviyormuş. Hoş ben öyle düşünmüyorum – ama sakın gerilemekte olduğumu sanma.
Her zamanki gibi – bilirsin ya – elime daha çok model geçmediğine yanarım, bu zorluğu yenmek için de nelere katlanmam. Başka bir adam olsam, daha zengin olsam, zorlardım bu durumu, şimdi de direniyorum, bırakmıyorum arkasını.
Kırk yaşımda Gauguin’in o anlattığı çiçekler gibi bir figür tablosu yaparsam, hangi ressamla olursa olsun boy ölçüşürüm. Demek ki bu yola devam!
Şimdilik de son iki etüdümün oldukça komik olduğunu da söyleyebilirim.
30’luk tuvaller, kırmızı karo döşeme üstünde, duvara dayalı bir iskemle, tahta ve sapsarı hasırdan (gündüz).
Sonra da Gauguin’in kırmızı ve yeşil koltuğu, gece hali, orada da duvar ve döşeme kırmızı ve yeşil, koltuğun üstünde iki roman, bir de mum. Yelken bezi ve yağlı boya hamurundan.
Tarihsiz
Mektubuna ve gönderdiğin 50 franka teşekkür. Telgrafımdan da anladığın gibi Gauguin iyi geldi. Giderek benden daha iyi görünüyor.
Senin yapmış olduğun satıştan çok memnun tabii, ben de öyle, böylece yerleşmemiz için daha yapmamız gereken bazı masraflar hem beklemeyecek, hem de yalnız sana yüklenmeyecek.
Gauguin sana bugün yazar herhalde. İnsan olarak çok ilginç ve eminim ki onunla birlikte çok şeyler yapacağız. Sanırım ki burada çok eser çıkartacak, belki ben de öyle, umarım.
Böylece senin için yük umarım, biraz daha az ağır… evet umarım ki çok daha az ağır olacak.
Bense çok çok resim yapmak gereksinmesini duyuyorum, öyle ki manen ezilmiş, bedenen de boşalmış hissediyorum kendimi, resim yapmalıyım çünkü masraflarımızı karşılamak için başka hiçbir çarem yok.
Ama ne yapayım ki satılmıyor resimlerim. Yine de bir gün bu resimlerin, harcadığımız boyanın ve uğruna feda ettiğimiz benim ne de olsa cılız hayatımın değerinden daha üstün bir değer taşıdıkları görülecektir.
Para ve mali durum bakımından tek dileğim, tek kaygım borcumun olmaması…
Ne var ki, kardeşim, benim borcum o kadar büyüktür ki, bu borcu ödediğim zaman (ödeyebileceğime inanıyorum çünkü) resim yapmak hastalığı bütün hayatımı sarmış olacak ve hayatımı yaşamadım gibime gelecek. O zaman da resim yapmak biraz daha zorlaşacak, sayısına gelince de o kadar çok olmayacak.
Resimlerin şimdi satılmaması, sen kendin üzülüyorsun diye üzüyor beni, oysa bana bu iş (sana pahalıya mal olduğum ve hiçbir kazanç getirmediğim için sıkıntın olmasa) vız gelir.
Ama hesap işinde şunu bilirim ki 50 yıl yaşayıp yılda iki bin frank harcayan bir adam yüz bin frank harcamış olur ve bu yüz bin frank kazanılmalıdır. Bir sanatçının hayatında yüz franklık bir resim yapmak çok çok güçtür, ama resim yüz franklık ise… üstelik de … çok zor bizim ödevimiz zaman zaman … Ne çare, değişmez ki.
Tasset’yi iyice atlatmış olacağız, çünkü Gauguin de ben de çok daha ucuz boyalar kullanacağız herhalde. Tuvali de kendimiz hazırlarız.
Bir ara hastalanacağım gibime geldi, ama Gauguin’in gelişi beni öyle oyaladı ki, geçeceğine eminim. Bir süre yemeğime boş vermemem gerek, bütün mesele burda.
2 Ocak 1889
Sevgili Theo,
Büsbütün rahatlayasın diye bu satırları senin de gördüğün Dr. Rey’in odasından yazıyorum. Burada, hastanede daha birkaç gün kalacağım, sonra da rahat rahat eve dönebileceğimi sanıyorum.
Şimdi senden bir tek ricam var: beni merak etme, çünkü senin merakın bana dert olur.
Şimdi de Gauguin dostumuzdan bahs edelim: korkuttum mu onu? Niçin hiç arayıp sormuyor? Seninle Paris’e dönmüş olacak. Zaten Paris’i özlemişti artık, Paris’te burada olduğundan daha rahat olacak. Gauguin’e söyle bana mektup yazsın ve de ki hep onu düşünüyorum.
Elini sıkarım, Bonger’lerle karşılaşmanı anlatan mektubunu bir daha okudum. Diyecek yok. Ben böyle olduğum gibi kalmaktan memnunum. Bir daha ellerinizi sıkarım senin de Gauguin’in de.
Kardeşin
9 Ocak 1889
Vücutça iyiyim, yara çok iyi kapanıyor ve iyi yemek yeyip sindirebildiğime bakılırsa büyük kan kaybından da eser kalmıyor. En korkulacak şey uykusuzluk olurdu, ama doktor onun sözünü etmiyor, ben de daha açmadım ona bu konuyu. Kendim çaresine bakıyorum.
Çaresi ne biliyor musun: yastığımın ve şiltemin altına çok sert bir kâfuru dozu koyuyorum. Sen de bunu yap uykusuzluk çekecek olursan. Evde yalnız yatmak düşüncesi dert olmuştu bana, uyuyamayacağım diye korkuyordum. Oysa bir şey olmadı, bir daha da olmaz umarım. O bakımdan hastane korkunçtu, ama orada baygından da daha düşük bir halde olduğum zamanlar bile hep Degas’yı düşündüm, tuhaf değil mi!
Daha önce Gauguin’le Degas’dan bahs etmiştik ve Degas’nın bana:
“Arles kadınları konulu resmini bekliyorum” dediğini hatırlattım Gauguin’e.
Degas’ın ince zevkini bilirsin. Paris’e dönünce, Degas’ya söyle ki; şimdiye kadar zehirsiz çizemedim o Arles kadınlarını ve Gauguin daha zamanı gelmeden övmeye kalkarsa beni, inanmasın. Hastalık karıştı çünkü bu çalışmalara.
Kendime gelirsem, yeni baştan başlamalıyım ve hastalığın beni kötü yoldan eriştirdiği bu zirvelere varamayacağım bir daha.
Tarihsiz
Ninni adını koyduğum bir tuvalim var, hastalık araya girdiğinde ona çalışıyordum. O resmin bende iki nüshası var şimdi.
Bu tuval konusunda Gauguin’e dedim ki, onunla ben; İzlanda balıkçıları ve onların acı yalnızlığı, korkunç denizde bunca tehlikelerle karşı karşıya ve yapayalnız olduklarını konuştuk ya, ben dedim ki Gauguin’e; (bu konuşmalarımızdan sonra böyle bir resim yapmak aklıma geldi) “düşün, çocuk gibi saf olan bu insanlar eziyetleri arasında bir İzlanda balıkçı gemisinin kamarasında görürlerse bu resmi, beşikte sallanırken analarının söylediği ninniyi duyar gibi olmayacaklar mı?
Şimdi çarşılarda görülen alacalı litolara benzemiyor mu bu, ne dersin? Yeşiller giymiş, saçının sarısı turuncuya kaçan bir kadın, pembe çiçekli yeşil fon üstünde görülüyor. Şimdi çiğ pembe, çiğ turuncu, çiğ yeşil gibi birbirini tutmayan bu renkler kırmızı ve yeşillerin bemolleriyle yumuşatılmıştır.
Bu tuvalleri ayçiçekleri tablolarının arasında görüyorum, böylece ayçiçekleri aynı boyda fener ya da şamdanlar gibi duracak, hepsi bir arada 7 ya da 9 tuval olacak.
(Hollanda için aynı şeyi bir daha yapmak isterdim, ama modeli bir daha bulmak gerek).
Madem önümüz kış, bırakın beni, rahat rahat çalışayım, çalışmam bir delinin çalışması ise, eh ne yapayım, ne çıkar!
Dayanılmaz sanrılar bitti ama, şimdilik yalnız kâbus var, aldığım fazla bromürdöpotassium’dan olacak o da…
Ve bir daha söylüyorum, ya beni bir deli hücresine kapatın dosdoğru, belki yanılmıyorum diye karşı koymam, yahut ta bırakın var gücümle çalışayım, söylediğim tedbirleri de alın bir yandan.
Deli değilsem, başlangıcından beri sana söz verdiğim resimleri sana göndereceğim. Bu tablolar ister istemez dağılacak belki, ama sen birini görmekle bütünüyle ne yapmak istediğimi anlarsın, böylece umarım memnun olur, avunursun…
Benim karnım doysun diye sen yoksul kalmış olacaksın bunca zaman, ama ben, ben ya bu parayı geri vereceğim ya da canımı. Şimdi de iyi kalpli karın gelecek biz ihtiyarları biraz da gençleştirmek için…
Doğru söylüyorum. Beni bir deli hücresine kapatmak yüzde yüz zorunlu değilse, borç bildiğimi hiç olmasa eşya ile ödeyecek durumdayım demek. Bitirmeden şunu da söyleyeyim ki merkez polis komiseri dün çok dostça beni görmeye geldi. Bana dedi ki, ona ihtiyacım olursa, “bir dost gibi çağırayım”mış. Buna hayır diyecek değilim, olur ya yakında ev için bazı güçlükler çıkabilir de ona başvurmak zorunda kalırım.
Kirayı ödeme anını dört gözle bekliyorum, ev sahibine ya da vekiline bazı sorular sormak için, gözünün içine baka baka.
Ama beni dışarıya atmak fırsatını bulamadılar ya, istekleri kursaklarında kaldı şimdilik…
Çalışma beni oyalıyor. Ayrıca biraz da eğlenmem lazım – dün Folies Arlésiennes tiyatrosuna gittim, hani burada yeni kurulan bir tiyatro var ya – ilk kez olarak gece korkunç kâbuslar görmeden uyudum. Provence’ın bir edebî derneği Noel ya da Pastourale dedikleri bir oyunu oynuyorlardı, Hıristiyan ortaçağından esinlenmiş bir şey.
Çok işlenmiş bir piyesti, herhalde epey para harcamış olacaklar.
Tabii İsa’nın doğumu canlandırılmıştı, Provence’ın şaşkın bir köylü ailesinin komik hikâyesiyle bir arada.
Evet ama – Rembrandt’ın bir ofortu kadar harika bir şey – ihtiyar bir köylü kadın tipiydi, hani Madam Tanguy öyle olabilir, kafasında bir çakmak ya da tüfek taşı bulunan, iki yüzlü, kahpe, deli bir kadın, hepsi piyeste başından beri görülüyordu.
Bu kadın, İsa’nın içine doğduğu hayvan yemliğinin önüne getirilip titrek sesiyle ilahi söylemeye başlıyor, sonra da ses değişiyor, cadı sesinden melek sesine dönüyor, melek sesinden de çocuk sesine, karşılığını da başka bir ses veriyordu, bu dolgun, sıcak bir kadın sesiydi, çınlıyordu kulisin arkasında.
Harikaydı. «Ozan» adıyla anılan bu oyuncular ellerinden geleni yaptılar.
Ben bu küçük memleketle yetinirim, Tropikal bölgelerine gitmesem de olur. Oraları harikadır herhalde, ama ben fazla yaşlıyım ve (hele mukavvadan bir kulak da taktıracak olursam) oralara dayanacak kadar sağlam değilim.
Gauguin gidecek mi acaba? Şart değil gitmesi. Çünkü bu iş olacak olursa kendiliğinden olur.
Biz ancak zincirin halkalarıyız.
O canım Gauguin ile ben aslında yürekten anlaşırız ve biraz deliysek de, ne çıkar, derinden derine sanatçı değil miyiz, bu konudaki kaygıları fırçamızın söyledikleriyle silecek durumda değil miyiz?
Belki bir gün herkes sinir hastalığına tutulacak, uluyacak, titreyecek ya da başka bir delilik arazı gösterecek.
Bunun panzehiri yok mu acaba? Delactroix’da, Berlioz’da ve Wagner’de bulunamaz mı?
Yani demek isterim ki biz bütün sanatçılar tutulmuşuzdur bu çılgınlığa, hele ben iliklerime kadar hastayım bu bakımdan, ama bizim verdiğimiz karşılık ve panzehirler pekala etkili sayılabilir, biraz iyi niyetle.
Theo’ya Mektuplar
Vincent Van Gogh