Başlangıç derginin son sayısında Cihan Çabuk ile yazdığımız yazıda HDP’nin aldığı %13 oy sonrasında Devlet’in nasıl ve neden topyekun bir tepki verdiğini ve bu tepki çerçevesinde Savaş Bloku’nun oluşturulmasının farklı nedenlerine daha yeni değindik. Her ne kadar HDP’nin seçim başarısı kısa vadede daha çok Erdoğan, ekibi ve başkanlık planları için bir tehdit oluşturmuşsa da CHP’sinden sermayesine egemenler açısından da bir tehlike arz ediyordu. Özellikle Devlet’in resmi ve gayr-i resmi güvenlik aygıtı için “milli” düşman addedilen kesimlerin gerek sandıkta gerekse de sokakta artan oranda bir araya geliyor oluşu onlar açısından çalan tehlike çanlarıydı. Gerek Erdoğan için gerekse de devletin güvenlik aygıtı için çözüm süreci olarak adlandırılan dönemin ve şartların hem sandıkta hem sokakta karşıtlarını güçlendirdiği açığa çıkmış oldu. 7 Haziran seçimlerinde.
Aslında seçim süreci boyunca HDP bürolarına yapılan baskınlar, Mersin, Erzurum, Diyarbakır saldırıları, Diyadin provokasyonu hep “çözüm” süreci olarak anılan dönemden murat ettiğini sonucu alamayan Devlet’in çatışmasızlığa son verme adımlarıydı. Yazıda da belirttiğimiz gibi çatışmasızlık süreci; Kürt Özgürlük Hareketi’nin 1999’dan itibaren değişen stratejisini bir toplumsal hareket olarak ördüğü, derinleştirdiği ve meşru bir proje ve program olarak inşa ettiği ve nihayetinde farklı toplumsal kesimleri sol bir kitle partisi çerçevesinde örgütlemeye başladığı bir süreç olmuştu. Zaten seçim öncesinde çatışmasızlığın istediği yönde bir sonuca varmadığının ortaya çıkmaya başladığını gördüğü için Devlet hem Dolmabahçe Mutabakatı yıkmış hem de İç Güvenlik Yasası ile hazırlık yapmaya çalışmıştı.
Suruç saldırısı bu noktada önemli bir halkayı teşkil etti. Zira saldırının açık hedefi Türkiye’nin birçok yerinden gençlerin, üniversitelilerin Kobane’ye gitme ve dayanışma girişimiydi. Bu HDP hamlesinin tutmakta olduğunu gösteren sembolik bir gelişmeydi. “Devletin geleneksel düşmanlarının”, yani sosyalistlerin, Alevilerin, Kürtlerin, aydınların HDP’nin “Türkiyelileşmesi” olarak kodlanan bir süreç içinde ezilenlere yönelik bir söylem ile büyümesi bir panik yaratıyordu. Bu saldırı ile özellikle Türkiye’nin batısına ve Türk Soluna “Kürtlerden uzak durun” mesajı veriliyordu. Aslında Türk solu bu mesajı uzun zamandır bildiği için mümkün olan tüm argümanlarla bedeli ağır olan bu yakınlaşmadan imtina ediyordu. Ancak Kürt Özgürlük Hareketi kendi hamleleriyle bu izolasyonu kırma yönünde önemli bir adım attı ve kendinden kaçan solu hızla marjinalleştirmeye başladı. AKP’nin hegemonyası dağıldıkça ve çürüdükçe şiddet, zor ve savaş politikaları güçlendi. Ancak 1 Kasım seçimlerine gidilirken Suruç benzeri saldırıların murat edilen sonucu elde etmediği görülüyordu.
Erdoğan, AKP ve devletin güvenlik aygıtının HDP içinde ve çevresinde oluşan bir araya gelişi ve dayanışmayı dağıtmak için elinde şiddetten başka bir şey kalmış durumda değil. Zira bu bir araya geliş hem sandıkta hem sokakta hızla güçleniyor. Tarihimizden biliyoruz ki 16 Mart’lar, 1 Mayıs 1977’ler bizim en genel anlamda güçlendiğimiz zamanlarda yapılan katliamlardır. Arkalarındaki “karanlık güçler”, ortaya çıkış mekanikleri ne kadar önemli olsa da temel nedeni bizim yükselişimizdir.
Bundan dolayı 10 Ekim katliamının Erdoğan’ın seçim planları, AKP’nin devlet kadrolarının hesapları, “Eski Türkiye”nin derin ilişkilerinin tekrar oyuna girme girişimleri, Suriye’deki iç savaş ve bunun gibi birçok nedeni olsa da asıl sebebi en genel bizim sandıkta ve sokakta önemli bir başarı kazanıyor olmamız ve Ortadoğu’da başka bir yaşam için referans noktası olan bir programa doğru adım atıyor olmamızdır. Bu noktada Türkiye’de solun merkezinin inşasının bu gerçek göz önünde bulundurularak tartışılmaya başlanması gerekmektedir. Zira böyle bir politik merkez hali hazırda kurucu bir irade tarafından örülmektedir. Sorun bunun içinde bir özne olarak bulunulacak mı yoksa uzun zamandır yapıldığı gibi kenarından izlenilecek mi olunacağıdır.
Y. Doğan Çetinkaya
Özgür Üniversite