Ölüm Sevgisi, Yaşam Sevgisi ve Narsisizm – Erich Fromm

erich frommÖlümseverler geçmişte yaşarlar; hiçbir zaman gelecekte yaşamazlar, iç dünyaları da doğal olarak duygusaldır; başka deyişle dün sahip oldukları —ya da sahip olduklarını sandıkları— duygularının anısını özenle korurlar.

Soğuk, herkesten uzak, “yasaya ve düzene” tutkun insanlardır. Benimsedikleri değerler bizim normal yaşamımızı oluşturan değerlerin tam tersidir: Onları heyecanlandıran ve doyuran şey yaşam değil, ölümdür.

Yaşamda kesin olan tek şey ölümdür

Ölümseverler hastalıktan, cenazelerden, ölümden söz etmekten hoşlanırlar. Yalnızca ölümden söz ederken canlanırlar. Katıksız bir ölümsever tipine en açık örnek Hitler’dir. Yok etmek Hitler’i büyütüyordu; ölümün kokusu ona hoş geliyordu. Başarılı olduğu yıllarda yalnızca düşmanlarını yok etmek istediği sanılabilir; oysa sonunda Götterdammerung’da geçirdiği günler, onun en büyük doyumu tüm, kesin bir yıkım’dan, Alman halkını, çevresindekileri ve kendini yok etmekten aldığını göstermiştir. Doğrulanmış olmasa da Birinci Dünya Savaşı’ndan kalan şu rapor bu bakımdan çok anlamlıdır: Bir asker Hitler’in çürümüş bir cesedin başında dikilip kendinden geçmiş, öylece bakakaldığını, oradan ayrılmak istemediğini söylemiştir.

Ölümseverlerin belirgin özelliği şiddete karşı olan tutumlarıdır. Simone Weil’in tanımıyla söylersek şiddet, insanı cesede dönüştürme yetisidir. Nasıl cinsellik yaşam yaratıyorsa, şiddet de yaşamı yok edebilir. Son çözümlemede tüm şiddet türlerinin öldürme gücünden doğduğu görülür. Bir insanı öldürmeden de özgürlüğünü elinden alırım; yalnızca onu aşağılamayı ya da sahip olduğu şeyleri elinden almayı isteyebilirim, ama ne yaparsam yapayım, bütün bu eylemlerin ardında yatan öldürme yetim, öldürme isteğimdir. Ölümsever kişi ister istemez şiddeti de sever. Ona göre insanın en büyük başarısı yaşam vermek değil, yaşamı yok etmektir; şiddete başvurmak koşulların ona zorla kabul ettirdiği geçici bir eylem değildir —bir yaşama biçimidir.

Ölümsever kişinin şiddete neden bu denli tutkun olduğu böylece açıklanabilir. Yaşamsever kişiye göre insanın içindeki en önemli kutuplaşma, erkek-dişi kutuplaşmasıdır; oysa ölümsever için çok daha değişik, bambaşka bir kutuplaşma söz konusudur: Öldürme gücüne sahip olanlarla bu güçten yoksun olanların yarattığı kutuplaşma. Ona göre yalnızca iki “cins” vardır: Güçlülerle güçsüzler, öldürenlerle öldürülenler. Ölümsever kişi öldürene tutkundur; öldürülenlerden nefret eder. Öldürenlere tutkunluk gerçekte hiç rastlanmayan bir durum olarak düşünülmemelidir; öldürenler ölümsever kişinin cinsel isteklerinin ve düşlerinin nesneleridir. Bundan daha ağır olan ölümseverlik türleriyse yukarıda sözü edilen sapıklık ve ölümseverlerin düşlerinde sık sık ortaya çıkan bir arzu “necrophagia”dır (ceset yeme arzusudur). Bazı ölümsever kişilerin gündelik yaşamda fiziksel olarak çekici bulmadıkları ama korktukları, güçlerine ve yıkıcılıklarına hayranlık duydukları yaşlı kadın ya da erkeklerle düşlerinde cinsel ilişkide bulunduklarını bilirim.

Ölümsever önderlerin etkili olmaları, sınırsız öldürme yetilerinden ve isteklerinden gelir. Onların ölümsever kişiler tarafından tutulmaları bundandır. Ölümseverlerin dışında kalanlara gelince onlar, bu kişilerden korkar, korkularının bilincine varmaktansa onlara hayranlık duymayı yeğlerler. Başka pek çok insansa bu önderlerin ölümsever niteliklerini sezmez; tersine onları yapıcı, kurtarıcı, iyi yürekli, babacan kişiler olarak görür. Bu ölümsever önderler yapıcı ve koruyucu kişiler olarak görülmeselerdi hayranları hiçbir zaman onların yönetimi ele geçirmelerini sağlayacak sayılara varmazdı; kendilerinden nefret edenler de, büyük bir olasılıkla onları en kısa zamanda baştan düşürürlerdi.

Yaşamın belirgin özelliği, düzenli ve işlevsel bir gelişmedir; oysa ölümsever kişi gelişmeyen, mekanik olan şeyleri sever. Ölümsever kişiyi canlı şeyleri cansız şeylere dönüştürme dürtüsü, başka deyişle yaşama tüm canlı kişiler cansız nesnelermiş gibi mekanik bir açıdan yaklaşma dürtüsü yönetir. Tümüyle canlı süreçler, duygular ve düşünceler cansız nesnelere dönüştürülür. Önemli olan deneylerden çok anılar, var olmaktan çok sahip olmaktır. Ölümsever kişi bir nesneye —çiçeğe ya da insana— karşı ancak ona sahip olduğu zaman ilgi duyabilir; bu yüzden onun sahip olduğu şeylere yönelen tehdit, kendisine yöneltilmiş bir tehdit gibidir; o kişi, sahip olduklarını yitirirse dünyayla olan bağlantısını da yitirir. Ölümsever kişilerin sahip olduklarını yitirmektense yaşamı yitirmek gibi çelişkili bir tepki göstermeleri bundandır; yaşamını yitiren kişinin, sahip olduğu şeyleri de zaten yitireceğini göremezler. Böyle bir kişi denetime tutkundur, denetlerken yaşamı öldürür. Yaşama karşı derin bir korku duyar; çünkü yaşam yapısı gereği düzensiz ve denetimsizdir. Süleyman’ın yargılama öyküsünde haksız olarak çocuğun annesi olduğunu iddia eden kadın bu eğilime tipik bir örnektir; bu kadın canlı çocuktan vazgeçmek yerine ikiye bölünmüş çocuğun yarısını yeğler. Ölümsever kişilere göre adalet yanlışsız bir bölme işlemi demektir, bu kişiler, kendilerince adalet saydıkları şey uğruna ölmeye, öldürmeye hazırdırlar. “Yasalara ve düzene” taparlar —yasayı, düzeni tehdit eden her şey onların gözünde benimsedikleri yüce değerlere karşı girişilmiş şeytanca bir saldırıdan başka bir şey değildir.

Ölümsever kişi karanlığa ve geceye karşı büyük bir çekilme duyar. Bu kişiler mitolojide ve şiirde mağaralara, okyanusların derinliklerine tutkun kör kişiler olarak gösterilirler. (Ibsen’in Peer Gynt’ündeki devler buna iyi bir örnektir; kördürler,  mağaralarda yaşarlar, önem verdikleri tek şey “evde hazırlanmış” ya da evde yapılmış şeylere karşı duydukları özsever bağlılıktır.) Yaşamdan uzak olan ya da yaşama karşı yöneltilen her şey çekici gelir onlara. Ana rahminin karanlığına, geçmişteki cansız ya da hayvansal varoluş biçimine dönmek isterler. Böyle bir insan korktuğu ve nefret ettiği geleceğe değil temelde geçmişe yönelmiştir. Buna bağlı olarak ölümsever kişi hiç durmadan kesinlik peşinde koşar. Ne var ki yaşam hiçbir zaman kesin, önceden belirlenebilen, denetlenebilir bir şey değildir; denetlenebilir kılmak için yaşamı ölüme dönüştürmek gerekir; gerçekten de yaşamda kesin olan tek şey ölümdür.

Ölümseverlik eğilimleri çoğunlukla en açık biçimde kişinin düşlerinde ortaya çıkar. Düşlerde cinayetler, kan, cesetler, kafatasları, dışkılarla uğraşılır; bazen de makinalara dönüşmüş ya da makina gibi davranan insanlar görülür. Birçok kişi arada sırada bu tür düşler görür, ama bunlar ölümseverlik belirtisi olmayabilir. Ancak ölümsever kişilerde bu çeşit düşlere sık sık rastlanır.

Aşırı ölümsever kişiler görünüşlerinden, hareketlerinden anlaşılabilir. Böyle kişiler soğukturlar; benizleri ölü gibidir; yüzlerinde pis bir koku duyuyormuş gibi bir ifade vardır. (Bu ifade Hitler’in yüzünde açıkça görülebilir.) Düzenli, saplantılı ve bilgiçtirler. Ölümsever kişilerin bu yönü Eichmarın’ın kişiliğiyle bütün dünyanın gözleri önüne serilmiştir. Eichmann örgütsel düzene ve ölüme hayrandı. Onun benimsediği en yüce değerler, verilen buyruklara boyun eğmek, örgütün düzenli bir biçimde işlemesini sağlamaktı. Kömür sevk ediyormuş gibi sevketti Yahudileri.

Onların insan olduklarını göremiyordu; bu nedenle kurbanlarından nefret edip etmediği sorusu onun için söz konusu bile değildi.

Ölümsever kişi örnekleri yalnızca engizisyoncular, Hitler’ler, Eichmann’lar arasında görülmez. Öldürme olanağı ve gücü bulamayan ama ölüm sevgilerini başka yüzeysel ya da daha zararsız biçimlerde belli eden birçok birey vardır. Buna bir örnek hiç durmadan çocuğunun hastalıktan, başarısızlıktan, geleceği konusunda karamsar varsayımlarla uğraşan annedir; bu anne çocuğundaki olumlu değişikliklere sevinmez; çocuğun neşesine karşı bir tepki göstermez, onun içinde gelişen yeni bir şeyi fark etmez. Böyle bir annenin düşlerinin hastalık, ölüm, ceset ve kanla dolu olduğunu görürüz. Bu anne çocuğuna gözle görülür bir zarar vermez; ama onun yaşama sevincini, büyümeye duyduğu inancı yavaş yavaş öldürür; sonunda çocuğuna kendi ölümseverlik eğilimini aşılar.

Ölümseverlik eğilimi çoğu zaman karşıt eğilimlerle çatışır; öyle ki bu çatışmadan garip bir denge doğar. Bu tür ölümsever kişiliğe en belirgin örnek C. G. Jung’dur. Ölümünden sonra yayımlanan özyaşam öyküsünde Jung buna pek çok kanıt göstermiştir. Jung’un düşleri çoğunlukla cesetlerle, kanla, öldürmelerle doludur. Ölümseverlik eğiliminin gerçek yaşamdaki tipik belirtisine örnek olarak şunları anlatmak istiyorum: Jung’un Bollingen’deki evi yapılırken, 150 yıl önce, Napoleon İsviçre’yi istila ederken öldürülen bir Fransız askerinin cesedi bulunmuştu. Jung cesedin bir resmini çekip bunu duvara astı. Cesedi askeri bir törenle gömüp mezarın başında üç el ateş etti. Yüzeyden bakıldığında bu davranış biraz garip, ama önemsizmiş gibi görünebilir. Ne var ki bu gizli bir eğilimi, amaçlı, önemli davranışlardan daha açık bir biçimde ortaya çıkaran “önemsiz” eylemlerden biridir. Yıllar önce Freud’un kendisi de Jung’daki bu ölüm eğilimini fark etmişti. Freud’la Jung Birleşik Amerika’ya gitmek üzere gemiye binerlerken Jung, Hamburg yakınındaki bataklıkta bulunan, iyi korunmuş cesetlerden uzun uzun söz etmişti. Freud bu tür konuşmalardan hoşlanmıyordu; Jung’a cesetlerden çok söz ettiğini, çünkü bilinçaltında kendisine (Freud’a) karşı ölüm istekleriyle dolu olduğunu söyledi. O zaman Jung bunu inatla yadsıdı; ama birkaç yıl sonra Freud’dan koparken şu düşü gördü: Jung (karaderili bir yerliyle birlikte) Siegfried’i öldürmek zorunluluğunu duyar. Elinde bir tüfekle dışarı çıkar, Siegfried dağın tepesinde belirince onu öldürür. Sonra suçunun ortaya çıkacağından korkarak büyük bir dehşete kapılır. Ama iyi bir şey olur; kuvvetli bir yağmur yağar, cinayetin tüm izlerini silip götürür. Jung bu düşü anlayamazsa kendini öldürmesi gerektiğini düşünerek uyanır. Biraz düşündükten sonra şu “yorum”a varır: Siegfried’i öldürmek, kendi içindeki kahramanı öldürmek, böylece kendi alçakgönüllülüğünü kanıtlamak demektir. En büyük ustalığı düşleri yorumlamak olan bir insanın Sigmund’la Siegfried arasındaki yakınlığı görebilmesi gerekirdi; ama Jung düşünün gerçek anlamını görmek istemediği için bu yakınlığı fark edememiştir. Bastırmanın nasıl bu denli yoğun olabileceğini sorarsak bunun yanıtı düşünde, Jung’un ölümseverlik eğiliminin ortaya çıktığıdır; bu eğilim yoğun bir biçimde bastırıldığı için Jung düşünün anlamını kavrayamamıştır. Ne var ki bu düş Jung’un özellikleriyle tam bir çakışma içindedir: Jung şimdiden, gelecekten çok geçmişe hayrandır; en çok sevdiği malzeme taşlardır; çocukken bir kilisenin üstüne Tanrı’nın gökyüzünden kocaman bir bok atarak kiliseyi yıktığını düşlemiştir. Hitler’e ve onun ırkçı kuramına yakınlık duyması Jung’un ölümü seven insanlara karşı duyduğu yakınlığın başka bir belirtisidir.

Bununla birlikte Jung olağanüstü yaratıcı bir kişiydi; yaratıcılık ölümseverliğin tam tersidir. Kendi içindeki bu çatışmayı Jung yıkıcı güçlerini tedavi etme isteği ve yetisiyle dengeleyerek geçmişe, ölüme, yıkıcılığa karşı duyduğu ilgiyi başarılı çalışmalarına konu edinerek çözmüştür.

Ölümseverlik eğilimini anlatırken burada tanımlanan her türlü özelliğin ölümsever insanda bulunduğu izlenimini vermiş olabilirim. Öldürme isteği, şiddete tapma, ölümü ve pisliği çekici bulma, sadizm, “düzen” uğruna canlı nesneleri cansız nesnelere dönüştürme isteği gibi birbirinden çok ayrı özelliklerin aynı temel eğilimin parçaları olduğu doğrudur. Ama bireyler söz konusu olduğunda bu eğilimlerin dağılımı büyük bir çeşitlilik gösterir. Bir insanda burada sıralanan özelliklerden biri ötekine göre daha ağır basabilir; dahası bir insanın yaşamsever yanına oranla ölümsever yanının yoğunluğu, son olarak da kişinin kendi ölümsever eğilimlerinin ne ölçüde farkında olup onları ne ölçüde akla uydurduğu kişiden kişiye büyük ölçüde değişir. Bununla birlikte ölümsever tip kavramı, hiç de bir soyutlama ya da birbirinden kopuk çeşitli davranış türlerinin bir araya toplanması değildir. Ölümseverlik temel bir eğilim oluşturur; bu eğilim, yaşama verilen ama ona bütünüyle karşı olan tek yanıttır; insanın yaşama karşı gösterebileceği eğilimlerin arasında en hasta, en tehlikeli olanı budur. Gerçek bir sapıklıktır bu: Yaşarken yaşam değil ölüm, gelişme değil yıkım sevilir. Ölümsever kişi duygularının bilincine varmayı göze alabilirse, “Yaşasın Ölüm!” demekle, benimsediği yaşama ilkesini dile getirdiğini anlayacaktır.

Ölümseverlik eğiliminin karşıtı “yaşamseverlik”tir; bu eğilimin özü, ölüm sevgisine karşılık yaşam sevgisidir. Ölüm sevgisi gibi yaşam sevgisi de tek bir özelliği göstermez; bütün bir eğilimi, bütünüyle yaşama biçimini gösterir. Bu eğilim kişinin bedensel süreçlerinde, duygularında, düşünce ve davranışlarında ortaya çıkar, yaşamseverlik eğilimi kendisini kişinin tüm yapısında belli eder. Bu eğilimin en ilkel biçimi bütün canlı varlıkların yaşama eğiliminde görülür. Freud’un “ölüm içgüdüsü” varsayımına karşıt olarak ben de birçok yaşam bilimci ve düşünür gibi yaşamanın kendi varlığını korumanın tüm canlı varlıkların özünde yatan nitelik olduğu varsayımına katılıyorum; Spinoza bunu şöyle dile getirmiştir: “Kendisi olduğu sürece, her şey, kendi varlığını sürekli kılmaya çalışır” Spinoza bu çabayı, söz konusu sorunun özü olarak tanımlamıştır.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz