Umutsuzluk Ölümcül Bir Hastalıktır – Soren Kierkegaard

166

“Ölümcül hastalık” düşüncesi özel bir anlamda ele alınmalıdır.  Sözcüğün tam anlamıyla çıkış yolu, sonu ölüm olan bir hastalık demektir ve böylece ölüme yol açan bir hastalığın eşanlamlısıdır. Ama umutsuzluğu bu anlamda ele almak hiçbir şekilde söz konusu olamaz; çünkü Hıris­tiyan için ölüm bile yaşama bir geçiş yoludur. Böyle düşünüldüğünde hiçbir bedensel hastalık onun için “ölümcül hastalık” değildir. Ölüm, hastalıkları sona erdirir, ama kendi içinde bir son değildir. Ama “ölümcül hastalık”, dar anlamda kendisinden sonra hiçbir şey bırakmadan ölüme varan bir hastalık demektir. Ve umutsuzluk budur.

Ama diğer bir anlamda, daha katı olarak umutsuzluk “ölümcül hastalık”tır. Çünkü daha açık bir anlatımla bu hastalıktan ölünmesinden veya bu hastalığın bedensel ölümle sona ermesinden çok, bu hastalığın işkencesi, ter­sine, can çekişmede olduğu gibi ölümle savaşmasına rağ­men kişinin gene de ölememesinden kaynaklanır. Bundan dolayı ölesiye hasta olmak, ölememektir! ama burada ya­şam umudu yok etmektedir ve umutsuzluk son umudun eksikliğidir, ölümün eksikliğidir. Ölüm en büyük tehlike olduğu sürece, yaşamdan birşeyler beklenir, ama diğer tehlikenin sonsuzluğu keşfedildiği zaman, ölüm için umut beslenir. Ve ölüm umut olduğu sürece tehlike büyüdüğü zaman, umutsuzluk ölememenin neden olduğu umutsuz­luktur.

Bu kesin tanım içinde umutsuzluk “ölümcül hastalık’tır, çelişkili işkencedir, ben’in hastalığıdır: Sonsuza değin ölmek, ölmemekle birlikte ölmek, ölümü ölmek de­mektir bu. Çünkü ölmek, her şeyin bitmesi anlamına gelir; ama ölümü ölmek, ölümünü yaşamak demektir; ve bunu tek bir an yaşamak, onu sonsuza kadar yaşamak demek­tir. Bir hastalıktan ölme gibi umutsuzluktan ölünmesi için, bu hastalığın vücutta yaptığının, içimizde oluşması, ben’deki ebedîliğin ölmesi gerekir. Bu sadece bir kuruntu­dur.

Umutsuzluktaki ölüm sürekli yaşama döner. Umut­suz olan ölemez; “düşünceleri öldürmek için bir hançerin hiçbir değerinin olmaması” gibi, ölümsüz solucan, söndürülemez ateş olan umutsuzluk hiçbir zaman kendi daya­nağı olan ben’in sonsuzluğunu yok edemez. Ama kendinin yok edilişi olan umutsuzluk güçsüzdür ve amaçlarına ulaşamaz. Öz istenci, kendini yok etmektir, ama bu tam da yapamadığı bir şeydir ve hattâ bu güçsüzlük, içinde umutsuzluğun ben’in yok edilmesine yönelik amacını ikinci kez gerçekleştirememesidir; aksine bu, varlığın yığılması, hattâ bu yığılmanın yasasıdır. İşte bu, umut­suzluğun asidi, kangrendir, ucu içeriye dönen bu işkence bizi her zaman daha derin olan güçsüz bir kendini yok etmenin içine batırır. Umutsuzu avutmaktan çok uzakta, umutsuzluğu yok etmedeki başarısızlık, aksine kinini şid­detlendiren bir işkencedir; çünkü geçmiş,’) umutsuzluğu sürekli şimdide biriktirerek böylece ne kendinden kurtu- labildiği ve ne de kendini yok edebildiği için umutsuzluğa düşmektedir. Umutsuzluğun birikiminin formülü budur ve ben’in bu hastalığının içindeki ateşin fırlaması buradan kaynaklanır.

Umutsuzluğa düşen insanın bir umutsuzluk konusu vardır, buna yalnızca bir an inanılır daha fazla değil; çünkü hemen gerçek umutsuzluk, umutsuzluğun gerçek yüzü ortaya çıkar. Bir şeyden dolayı umutsuzluğa düşer­ken aslında insan kendi için umutsuzluğa düşmektedir ve şimdi kendi ben’inden kurtulmaya çalışmaktadır. Böylece “Sezar veya hiç olurum” diyen tutkulu kişi Sezar olamaz ve bundan dolayı umutsuzluğa düşer. Ama bunun başka bir anlamı vardır, Sezar hâline gelemediği için kendi ol­maya katlanamaz. O hâlde, aslında hiçbir şekilde Sezar olamadığı için bu ben Sezar olamamaktan dolayı umut­suzluğa düşer. Tüm neşesini, bir o denli umutsuz olan tüm neşesini başka bir biçimde oluşturabilen bu aynı ben için Sezar olamamak, işte bu durumda katlanılması en güç şeydir. Daha yakından bakıldığında, onun için dayanılmaz olan, hiçbir şekilde Sezar olmamak değildir; hiçbir şekilde dayanamadığı kendi ben’inden kurtulamamasıdır. Sezar olsaydı, bunu yapabilirdi; ama Sezar olamadığına göre umutsuz kişimiz ben’inden kurtulamaz. Özünde umut­suzluğu değişmemektedir, çünkü benliğine sahip değildir, kendi değildir. Sezar olarak kendi olamayacağı bir gerçek­tir, ama kendi ben’inden kurtulmuş olacaktır; Sezar olamayıp ben’inden kurtulamadığı için umutsuzluğa düş­mektedir. O hâlde, umutsuz bir kişinin kendi ben’ini yok etmesinin onun gördüğü bir ceza olduğunu söylemek yü­zeysel bir düşünce olacaktır. Çünkü bu, umutsuzun umut­suzluğunun, işkencesinin tam da yapamayacağı şeydir, çünkü umutsuzluk boyun eğmeyen, yok edilemeyen bir şeyi, ben’i ateşe vermektedir.

O hâlde bir şeyden umutsuzluğa düşmek, hâlâ gerçek umutsuzluk değildir, sadece başlangıçtır, doktorların bir hastalık için söyledikleri gibi umutsuzluk kuluçkaya yat­maktadır. Daha sonra umutsuzluk ortaya çıkar: Kendin­den umutsuzluğa düşülmüştür. Ölmüş veya şıpsevdi olan dostunu kaybetmekten dolayı aşkta umutsuzluğa düşmüş bir genç kıza bakınız. Bu kaybediş gerçek umutsuzluk değildir, kendi kendinden umutsuzluğa düşmüştür. Baş­kasına ait hâle gelseydi en hoş şekilde kaybetmiş ve kur­tulmuş olacağı bu ben, bu durumda can sıkıntısına yol açar; çünkü başkası olmadan bir ben’e sahip olmak zorun­dadır. Kendisrisln bir hazine olabilecek -diğer taraftan bu da başka bir umutsuzluk anlamı taşır- bu ben, diğeri öl­düğü zaman dayanılmaz bir boşluk olacaktır veya terk edilişini anımsattığı için bir tiksinti nedeni olacaktır. O hâlde ona “kızım kendi kendini tüketiyorsun” demeye çalı­şın; onun şu yanıtı verdiğini göreceksiniz: “Ah! Hayır, acım tam da kendimi tüketmeyi başaramadığımdan do­layı”.

Kendinden umutsuzluğa düşmek, umutsuzluğa kapılıp kendinden kurtulmayı istemek, işte her umutsuzluğun formülü ve İkincisi: Umutsuz olmayı, kendi olmayı iste­mek, daha önce belirttiğimiz gibi kendi olmanın’ reddedildiği umutsuzluğu, kendi olmanın istendiği umutsuzluğa dönüştürmek demektir. Umutsuz­luğa düşen, umutsuzluğu içinde kendisi olmayı istemekte­dir. O hâlde kendi kendisinden kurtulmayı istemiyor mu? Görünürde hayır, ama daha yakından bakıldığında her zaman aynı çelişkiye rastlanılır. Bu umutsuz kişinin ol­mak istediği ben, hiçbir şekilde olmadığı ben’dir (çünkü gerçekten olduğu ben’i sahiplenmek, umutsuzluğun tam karşıtıdır); aslında istediği, ben’i yaratıcısından ayırmak­tır. Ama burada umutsuzluğa düşmesine rağmen başarı­sızlığa uğranır ve umutsuzluğun tüm çabalarına karşın, bu Yaratıcı en güçlü olarak kalır, kişiyi olmak istemediği ben olmaya zorlar. Ama bunu yaparken, insan her zaman kendi yaratısının bir benliği hâline gelmek için kendi ben’inden, sahip olduğu ben’inden kurtulmayı ister. Ol­mak istediği ‘ben’e kavuşmak, tüm zevkleri tatmasını sağlardı -bu durumun da başka bir anlamda aynı dere­cede umutsuz olmasına rağmen-; ama olmak istemediği bu “ben”i olmak zorunda kalan bu kendi, onun işkence­sidir: Kendinden kurtulamamanın işkencesi.

Sokrates, ruhun ölümsüzlüğünü, ruhun hastalığının (günahın) ruhu yok etmedeki güçsüzlüğüyle kanıtlıyordu. Aynı şekilde, insanın sonsuzluğu, umutsuzluğun ben’i yok etme güçsüzlüğüyle, umutsuzluğun bu acımasız çelişki­siyle kanıtlanabilir. İçimizde sonsuzluk olmadan umut­suzluğa düşemeyiz; ama eğer umutsuzluk ben’i yok edebilseydi o zaman umutsuzluk da olmazdı.

Ben’in hastalığı olan umutsuzluk, “Ölümcül hastalık” budur. Umutsuz kişi ölümcül bir hastadır. Başka herhangi bir hastalıktan daha fazla olarak, bu hastalık varlığın en saygın özüne saldırır; ama insan bu yüzden ölemez. Bu­rada ölüm, hastalığın sonu değildir, bitmeyen bir sondur. Bu hastalıktan kurtulmamızı ölüm bile sağlayamaz, çünkü buradaki acısıyla birlikte olan hastalık ve… ölüm, ölememektir.

Umutsuzluğun durumu budur. Ve umutsuz kişinin bundan kuşku duymaması boşunadır, boşuna ben’ini kay­betmeye ve ondan hiçbir iz kalmamacasına onu kaybet­meye çalışır: Bununla birlikte, sonsuzluk umutsuzluğu ortaya çıkaracak ve kendi ben’ine çivileyecektir; böylece işkence her zaman kendinden kurtulamamanın sonucu olarak gerçekleşir ve insan böylece kendi ben’inden kur­tulmanın bir ham hayâl olduğunu anlar. Ve bu kesinliğe neden şaşırmalıyız? Değil mi ki bu ben hem sahip oldu­ğumuz hem kendisi olduğumuz varlıktır, Tanrının insana bahşettiği bir ödün, üstelik insana olan bağlılığından ileri gelen ödündür. Çünkü bu ben, varlığımız, Sonsuzluk’un insana tanıdığı sonsuz, yüce bir ayrıcalıktır ve aynı za­manda insan üzerindeki inancıdır.

Søren Kierkegaard
Ölümcül Hastalık Umutsuzluk
Çeviren: M. Mukadder Yakupoğlu, Felsefe, 144 sayfa, 2. baskı, ISBN 978-975-8717-06-4

Søren Aabye Kierkegaard (1813-1855)
1813’te Kopenhag’da doğdu. 1855’te yine Kopenhag’da öldü. Çocukluk ve gençlik dönemleri insanlardan uzak ve yalnız geçti. Annesini, ablalarını, iki ağabeyini henüz yirmi bir yaşını bitirmeden kaybetti. Ortodoks Lutherciliğe çok bağlı olan babasının güçlü kişiliği ve dindarlığının derinlerde yatan melankolisi, tüm hayatı boyunca etkisini sürdürdü. 
1841’de doktora tezi İroni Kavramı (Begriff der Ironie)’nı tamamladı. Bundan sonra takma adlarla birçok kitap yayımladı. Yazılarında hem resmî Kilisenin doktrinlerine hem de Hegel’in düşüncelerine saldırıyordu. Amacı, inancın özü açısından öznel olduğunu ileri sürerek Hıristiyanlığı onu karikatürleştiren Hıristiyanlara karşı savunmaktı. Sistematik ve rasyonalist düşüncelerin karşısındaydı. Güçlü ve etkileyici felsefesi, varoluşçuluğun kaynağını oluşturur. Heidegger, Jaspers, Sartre gibi düşünürler ona çok şey borçludur. 

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz