Dünden Bugüne Türkiye Solunun HAPİSHANE TARİHİ – Şaban Öztürk

sol hapishaneHapishane kurumu, insanlığa kapitalizmin armağanıdır. Burjuva devriminden sonra, ‘bedene eza’ yerine, ‘kapatılma’ yani ‘hapsetme’ bir ceza biçimi olarak girmiştir insan yaşamına. Özünde “ıslah etme” düşüncesi vardır. Ancak bu ıslah fikrinin ne anlama geldiği ortada.
Son yıllarda hapishanelerin, siyasi mahpuslar ekseninde gündemde olması ve onların buralarda yaşadıkları, bizi geçmişte ülkemiz hapishanelerinde neler yaşandı sorusuna cevap aramaya itti. Bu arayış esnasında genel olarak siyasi mahpusların hapishane hayatlarına değinirken esas merkeze solu koyduk. Bunun da nedeni, yakın tarihimizde şu yada bu ekolün hayatında hapishane belirli dönemlerde yer alırken, solun hayatında her dönem yer almış olmasıdır.
Hapishane yaptıranlar, bu hapishanelere kendileri de düşmüşlerdir. Durumu değişmeyenler sosyalistler olmuştur. Onlar hiç hapishane yaptırmamış ama, hapishanelerin her daim konuğu olmuşlardır.

*
Her tarihsel anın analizi, üretim tarzının ve toplumsal hayatın değişimleri göz önünde bulundurularak yapılır. Toplumsal çatışmalar da tüm bu saydıklarımızın temelinde yükselir. Hapishane ve mahpusluk da bu çatışmaların sonucundan başka bir şey değildir. Sonuçta, ele aldığımız konunun hangi evrelerden geçerek nasıl bir gelişme gösterdiğini, burada açıklamaya çalıştığımız metoda uygun olarak anlatmaya özen gösterdik.

*

Suç ve suçlu üreten sosyal hayatın çözümsüzlükleri karşısında infaz sistemleri nasıl ki çaresiz kalmışsa, bu çaresizliğin büyük sorunlara yol açtığı yer hapishaneler olmuştur. O yüzden hapishaneler insanlığın gündeminden düşmeyen yerler olmuşlardır. … Bir insanı sisteme uygun söylendiği gibi ıslah da etseniz, yok da etseniz, dışarıdaki sosyal yaşantı biçimi, eksilttiğiniz “suçlu” insanın yerine daha çoğunu üretip gönderdikçe bu sorun bitmeyecektir. Uygulamadaki ve mimarideki değişim çalışmaları da bitmez tükenmez çalışmalar olarak sürecektir. Üstelik ıslah amaçlarından uzaklaşmış sermaye için bu da bir sektör halini almışsa, sorun daha da vahim hale gelmiştir.

*
Hapishanelerde yaşamı zorlaştıran koşulların yanında, aslında bir insanlık suçu olarak görülmesi gereken bir hapishane sorunu da, ‘çocuk mahpuslar’dır. ‘Çocuk mahpuslar’ın da karşı karşıya kaldıkları sorun, açlık ve hastalıkla ilgili olsaydı, bu bir eksiklik olarak nitelenebilirdi. Ancak ‘çocuk mahpuslar’ tüm hapishane sorunları yanı sıra, ne acıdır ki, büyüklerin tecavüzüne maruz bırakılmakta, cinsel bir nesne olarak kullanılmaktadırlar. Necip Fazıl Kısakürek çocuk mahpuslar için şunları söylüyor: “Sübyan koğuşu hailesi anlatılabilir gibi değildir. Bunların hepsi, doktorun tabiriyle ‘önlerinden ve arkalarından belsoğukluğuna müptela’dır. Cemiyetimizin halini göstermek için tereddütsüzce kaydediyorum; hapishanede çocukların işi gece gündüz birbirlerinin iffet ve ismetini didik didik etmektir. Buraya bir gün için düşecek çocuk ebediyen mahvolmuştur. Şu hikayeciği dinleyin: Tahliyesi gelen her çocuk; bir gün evvel müdüriyete gidip ağlar, tepinir, yalvarırmış: ‘Aman çıkacağımı arkadaşlarım duymasın!’ yahut; ‘Yarın çıkacağımı arkadaşlarım biliyor; aman bu gece müdüriyette yatayım!’
Neden mi? Aralarından birinin ertesi günü çıkacağını duyan çocuklar, onu bir daha göremeyeceklerini, son fırsatın o akşam olduğunu düşünerek hep birden zavallının üstünden geçiyorlarmış!..
Dertlerimizi cesaretle deşmeyi bilelim!.. Kirlerimizi, sahte hicap numaralariyle çamaşır altında gizlemekten çok daha iyi…”

(Sayfa: 265 – 266)

*
Hapishanelerde, adli mahpuslar arasındaki hiyerarşi bu dönemde de varlığını sürdürmektedir. Yani hapishanelerin resmi ve gayri resmi ikili yönetim şekli devam etmektedir. Koğuş ağaları, ayrıcalıklı statüdeki kişiler ve onların adamları, meydancılar gayri resmi yönetimin basamaklarıdır. Elbette Ankara Merkez Hapishanesinde de bu yapı mevcuttu. Ayrıntıları Gün Zileli’nin hatıralarından aktaralım: “Her koğuşun bir mahkum yöneticisi, daha doğrusu ‘koğuş ağası’ vardı. İdare bu koğuş ağalarıyla işbirliği halindeydi. Bu ağalar, genellikle nüfuz sahibi, yerlatı dünyasında ve hapishanelerde yıllarını geçirmiş ağır mahkumlardı. Onların yatakları koğuşun en güzel köşesinde bulunurdu. Diğer mahkumların ranzalara perde germeleri yasak olduğu halde, onların ranzalarına perde germe ayrıcalıkları vardı. Söylendiğine göre, bazı koğuş ağaları bu perde bölmelerinde, ‘karıları’ ile kalıyorlardı. Bize koğuş ağalarının ‘karısı’ olarak gösterilen birkaç delikanlıyı hatırlıyorum. Bu genç insanların davranışlarında, ‘karı’ olduklarını belli edecek en ufak bir şey gözlemek mümkün değildi. Bunların hepsi de hapishanenin en gariban kesiminden gençlerdi…” (Sayfa: 189)

*

1930’lu yıllarda ülkemizdeki sosyalistler arasında parlayan iki sosyalist yıldız vardır ki, ömürlerinin uzunca bir dilimini hapishanelerde bırakmışlardır. Bunlar Dr. Hikmet ve Nazım Hikmet’tir. Gerçekten de bu iki hikmet, tüm insani özellikleriyle Türkiye sosyalist hareketinin “hikmetidir”. Yani bu dönem sosyalist hareketin kısa sözüdür onlar.

Nazım Hikmet’in 1928 yılında yaşadığı kısa hapislikten başka, henüz hapishaneyle uzun süreli tanışıklığı yoktur. 1933 baharı ilk uzun tanışıklığa sahne olacaktır. Nazım Hikmet o yıllardaki serbestliği sırasında bir grup arkadaşıyla birlikte TKP’den uzaklaştırılmıştı (yıl 1930). Buna rağmen her sosyalist gibi kafasındaki örgütlü mücadele fikrini hayata geçirmeye uğraşmıştır. Ancak bunda başarılı olup da merkezi bir yapılanma oluşturduğu söylenemez. Fakat şiir ve makaleleri ile ülke gündemine girmeyi başarmış, sosyalist bir kümelenmenin oluşmasında büyük katkıları olmuştur. Etrafında pek çok insan toplanmıştır. Nazım Hikmet’in yaşama biçimi ve kişiliği de etrafındaki insanlar üzerinde etkileyici bir faktör olmuştur.

Sanatçıdır, şairdir ama burjuva ve küçük burjuva aydınları, sanatçıları gibi savruk, dağınık ve sefil bir yaşantısı yoktur. Oldukça düzgün, ilkeli ve üretken bir hayatı vardır. Bu dönem, onun patronu ve arkadaşı olmuş Zekeriya Sertel, Nazım Hikmet’in yaşantısına dair bakın neler yazmış: “Nazım çalışkan adamdı. Yaşantı bakımından da o zamana kadar tanıdığınız şair ve sanatçılara benzemiyordu. Bizde çoğunlukla sanatçılar Paris’i taklit ettikleri için içlerinde doğru dürüst normal insan hayatı yaşayan pek azdı. Sanatçının bohem olması gerektiğine inanır ve onlar da bohem hayatı sürmeyi sanatçılığın bir gereği sayarlardı. Oysa Nazım içki ve sigara içmez, muntazam çalışır, bohemlikten iğrenirdi. Sabah erkenden işe gelir, bütün gün durmadan çalışır, boş zamanlarda arkadaşlarına fikirlerini aşılamaya uğraşırdı. Veya yalnız kalırsa şiir yazardı. Bir dakikasını boş geçirmezdi. Kendisine verilen işten fazlasını yapmaktan hoşlanırdı. Örneğin işe başladıktan bir süre sonra sayfaları da bağlama işini üstüne aldı. Teknik işlere bayılırdı. Mürettiphanede başmürettibin masası başında sayfa bağlamak ve bu vesile ile işçilerle bir arada çalışmaktan zevk alırdı.” (Sf. 131-132)

*

(1940’larda) Türkiye’nin içine sokulduğu yeni dönemin önemli bir özelliği de ABD ile yapılan ikili anlaşmalardır. Bu anlaşmalar Türkiye’nin yeniden yapılandırılmasının rotasını çizmiştir. İktisadi anlaşmalarla tarımdan ticarete, sanayi yatırımlarına kadar neler yapılacağı belirlenmiştir. Diğer anlaşmalarla kültürel şekillenme ve eğitim belirlenmiştir. Böylece günlük hayata da müdahale edilmiş olunuyordu. Siyasi ve askeri anlaşmalarla Türkiye, emperyalizme yeni sömürgecilik ilişkileriyle tamamen bağlanmış oluyordu. Bu bağımlılık ilişkileri, Demokrat Parti iktidarı ile başlamış değildi. CHP döneminde ilk ikili anlaşmalar yapılmıştı. (Sf. 32)

13 Şubat 1952’de Türkiye’nin NATO’ya kabul edilmesi ve 23 Haziran 1954 tarihinde ABD ile imzalanan “Askeri Kolaylıklar Anlaşması”ndan sonra, Türkiye’de pek çok askeri üs kurulur. Bu üslerin bulunduğu Türkiye topraklarının kontrolü yabancı askerlerdedir. (Sf.35)

*

Dünya emperyalist sisteminin bir halkası durumuna gelen Türkiye’de artık insanların günlük hayatları da eskisi gibi değildi. Ulusal ve insani değerler yoz kozmopolit emperyalist değerlerle yer değiştiriyordu. Türkiye 1970’li yıllar boyunca değersizleştirme batağına doğru itilmiş, tüm karşı koymalara karşın “değersizleştirilme” önlenememiştir. Elbette sadece Türkiye’de değil dünyanın her yerinde, insanlara aynı durum yaşatılmıştır. (Sf. 228)

*
Emperyalizmin denetimindeki darbelerden sonra yapılan işleri üç ana başlıkta toplayabiliriz:

1) Yönetime el koyup devlet içindeki (en başta ordu içindeki) bağımsızlık düşüncesine bağlı, halkçı, vatansever unsurları tasfiye etmek.

2) Ekonomiye el koyup planlı ulusal ekonomi çizgisini değiştirmek, ulusal kaynakları emperyalist tekellerin eline vermek, buna uygun üstyapı oluşturmak.

3) Halk için demokrasiye izin vermemek ve kurtuluş hareketlerini ezmek. (Sf. 181)

*

Mustafa Suphi’nin Katli

“Kongre kararı gereği (Doğu Halkları Kurultayı -1920), Anadolu’ya geçmek için hazırlıklara başlayan Mustafa Suphi ve arkadaşları, Ankara hükümetiyle yazışmalara başlarlar. Ankara hükümeti TKP’lilerin Anadolu’ya gelmelerini, Ankara’daki meclis çalışmalarına katılmalarını kabul eder. Bu davete uyan Mustafa Suphi, Ethem Nejat gibi öncü isimlerin de aralarında bulunduğu bir grup TKP’li Anadolu’ya geçer. Erzurum’da Kazım Karabekir tarafından karşılanan heyetin onuruna törenler düzenlenir. Ne var ki denetim altında bulundurmak için Ankara’ya gelmelerini kabul eden M. Kemal başkanlığındaki hükümet, edindiği bilgiler sonucu bunun hiç de kolay olmayacağını anlayınca, TKP heyetinin Ankara’ya gelmesini önlemeye karar verir. Elbette böyle bir karar ve niyet açıkça Mustafa Suphi ve arkadaşlarına bildirilmez. Mustafa Suphi ve arkadaşları daha gelmeden önce Kazım Karabekir’e “gerekenin yapılması” emrini taşıyan bir telgraf çekilmiştir.
Karşılama törenlerinin arkasından illegal plan devreye sokulmuştur. İlk adım TKP heyetini Trabzon’a yönlendirmek olmuştur. Erzurum’dan Trabzon’a kadar yol boyunca, planlanan provokasyonlar devreye sokulmuştur. Provokasyonun amacı, “Komünist Fırkası’nın halk tarafından memlekette istenmediğinin ön plana çıkarılmasıdır. Aslında baştan beri her şey TBMM Hükümeti’nin mülkî ve askerî makamları tarafından yaptırılmasına rağmen, TBMM Hükümeti bütün olayların dışında tutuluyor ve TKF’na karşı yaratılan aleyhte durum sadece ahaliye mal ediliyordu. Hükümet güçleri ise, TKF Heyeti’ni ahalinin tecavüzünden korumak rolünü üstleniyordu. Böylece TBMM Hükümeti’nin resmi temsilcilerinin Moskova’ya gittikleri bu günlerde, Sovyet Hükümeti ile arada soğukluk yaratacak bir olaya meydan verilmek istenmiyordu.
Erzurum’dan Trabzon’a kadar yollarda Mustafa Suphi ve arkadaşlarına hakaretler devam ettirilmiş ve hiçbir yerde ahalinin bunlara yiyecek ve yatacak yer vermemesi sağlanmıştır.”
Bu şartlarda Trabzon yakınlarına kadar gelmeyi sağlayan TKP heyeti, yine bir tertip sonucu şehre sokulmaz, denize açılmak zorunda bırakılır. Tarih 28 Ocak 1921 gece yarısıdır. Bir takayla denize açılan 15 TKP’li, arkalarından gelen Yahya Kahya ve 40-50 kişilik adamları tarafından katledilirler. M. Kemal Paşa başkanlığındaki Ankara Hükümetinin bilgisi dahilinde, TKP’lilerin Ankara’ya gelmesi böylece önlenmiş oluyordu.”
(Sayfa: 50, 51, 52)
*

İbrahim Kaypakkaya sadece oluşturduğu hareketin lideri olmakla kalmamış, sonraki dönemde de farklı görüşlerdeki devrimci gençler için direniş sembolü, ideal ve örnek bir kişilik olmuştur.

İbrahim Kaypakkaya, Türkiye üzerine de yeni görüşler ortaya koymuştur. Özellikle “Kemalizm” ve “Kürt Sorunu” üzerine görüşleri ile sadece içinden çıktığı hareket ile değil, sosyalist hareketin geneli ile de farklı bir tutum içine girmiştir.

Rozaliyev ve Şnurov (Türkiye Proletaryası) gibi Sovyet araştırmacılarının Türkiye üzerine çalışmalarını referans alan İbrahim Kaypakkaya, Kemalizm’e genel solun aksine hiçbir ilericilik atfetmeyen, karşı devrimci olarak niteleyen sonuçlara varmış ve bu görüşlerini de tüm açıklığıyla ortaya koymuştur.

İbrahim Kaypakkaya ve arkadaşları yeni örgütlenmelerini oluşturdukları günlerde eski mensubu bulundukları hareketin (PDA-TİİKP) dışarıda kalan lider kadrosu ve pek çok elemanı tutuklanmışlardı.

İlk eylemlerini Malatya ilinin Kürecik ilçesine bağlı Kahyalı köyü muhtarını öldürerek gerçekleştirdiler. Muhtar, Sinan Cemgil ve arkadaşlarını ihbar ettiği gerekçesiyle, 1972 Mayısında öldürülür.

İbrahim Kaypakkaya yüzleştirmeler esnasında insanlarla karşı karşıya gelmenin dışında hep yalnız tutuldu. 8 Mayıs günü yıkanma isteği kabul edilmiş, hücreye sağlanan imkanlar dahilinde, gözaltındaki bir arkadaşının yardımıyla yıkanabilmiştir. Belki de yakalandıktan sonra ilk ve son kez bir arkadaşıyla sorgu dışında görüşme imkanı buluyordu. Kimseyle görüştürülmese de kaldığı bölümdeki hücrelere getirilip götürülenleri hissettikçe yüksek sesle marşlar söyleyip, onları direnmeye teşvik eden konuşmalar yaptığı anlatılır.

Mayıs ayı ortalarında yeniden sorgulanmaya başlamış, bu sorgular esnasında hayatında kaybetmiştir. İbrahim Kaypakkaya’nın ölümü 18 mayıs 1973 günü kamuoyuna resmen açıklandı.

28 Haziran 1972’de, Ankara Emniyet Müdürlüğünde Vedat Gevrek’in ölümünden sonra, 12 Mart döneminin işkenceli sorgularında ölen ikinci kişi İbrahim Kaypakkaya idi…
(Sf. 423, 424, 425, 427 ve 428.)

* * *
İllerde hapishanelerin, siyasi mahpuslar ekseninde gündemde olması ve onların buralarda yaşadıkları, bizi geçmişte ülkemiz hapishanelerinde neler yaşandı sorusuna cevap aramaya itti. Bu arayış esnasında genel olarak siyasi mahpusların hapishane hayatlarına değinirken esas merkeze solu koyduk. Bunun da nedeni, yakın tarihimizde şu yada bu ekolün hayatında hapishane belirli dönemlerde yer alırken, solun hayatında her dönem yer almış olmasıdır.

Metni Yayına Hazırlayan: Çağlar Mirik
Kaynak: Türkiye Solunun HAPİSHANE TARİHİ
Şaban Öztürk, Yar Yayınları, 2011  (İki cilt )

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz