Televizyonun Baskı Gücü – Pierre Bourdieu

Gazeteciliğin evreni bir alandır ama izlenme-oranı aracılığıyla ekonomik alanın baskısı altındadır. Ve fazlasıyla heteronom, tecimsel baskılara çok güçlü bir şekilde maruz bu alan, yapı olarak, bütün öteki alanlar üzerinde bizzat bir baskı uygulamaktadır. Bu yapısal, nesnel, anonim, görünmez etkinin doğrudan görünen şeyle, genelde ilan edilen şeyle, yani talanın ya da filanın müdahalesiyle hiçbir ilişiği yoktur…

Sorumluları ilan etmekle yetinilemez, yetinmemek gerekir. Örneğin Viyanalı büyük taşlamacı Karl Kraus, bugün Le Nouvel Observateur’ün genel yayın müdürüne tekabül etmesi gereken kişiye çok şiddetle saldırıyordu: bütün zamanını, onun, kültürü tahrip eden kültürel uydumculuğunu, önemsiz ve acınası yazarlara gösterdiği yakınlığı, barışçı fikirleri gözden düşürmek için onları riyakârca öğreten tutumunu açığa çıkarmakla geçiriyordu… Ve aynı şekilde, çok genel bir tarzda, eleştiriler insanlara yönelirler. Oysa, insan sosyolojiyle uğraştığı zaman, kadınların ya da erkeklerin sorumluluk taşıdıklarını, ama kendi imkânları ve imkânsızlıkları içinde, büyük ölçüde, içine yerleştirilmiş oldukları yapı ve bu yapı içinde işgal ettikleri konum tarafından belirlendiklerini öğreniyor. Dolayısıyla, falan gazeteciye, falan filozofa ya da falan filozof-gazeteciye yönelik polemikle yetinmek mümkün değildir… Ama herkesin kendi günah keçisi vardır. Bu kurala bazen ben de uyarım: Bernard-Henri Lévy yazar-gazeteci ya da filozof-gazetecinin bir tür simgesi haline gelmiştir. Ama Bernard-Henri Lévy’den söz etmek bir sosyologa yakışmaz… Onun bir yapının bir tür gölgeolayından [épiphénomène] ibaret olduğunu, bir elektronun olduğu şekilde, bir alanın ifadesi olduğunu görmek gerekir. Eğer onu üreten ve ona küçümen gücünü veren alan anlaşılmazsa hiçbir şey anlaşılamaz.

Çözümlemeyi dramatikleştirmemek ve eylemi de akılcı bir biçimde yönlendirmek için bu önemlidir. Nitekim ben inanıyorum ki (ve bunları bir televizyon kanalından sunmakta oluşum bunu kanıtlıyor), buradakiler türünden çözümlemeler olayların gidişini, bir ölçüde de olsa, değiştirmeye katkıda bulunabilirler. Bütün bilimler bu iddiayı taşırlar. Auguste Comte şöyle diyordu: “Bilim ve dolayısıyla öngörü, öngörü ve dolayısıyla eylem”. Toplum bilimi de bütün öteki bilimler gibi bu emeli gütme hakkına sahiptir. Sosyolog da, gazetecilik gibi bir uzamı, daha yola çıkarken oradaki itkileri, duyguları, tutkuları, çözümleme çabasıyla arılaşan tutku ve itkileri betimlediğinde, belli bir etkinlik umudu taşır. Örneğin, mekanizmalara ilişkin bilinci yücelterek, ister gazeteci ister televizyon izleyicisi olsunlar, bu mekanizmalar tarafından kullanılan insanlara bir parça özgürlük kazandırmaya katkıda bulunabilir. Sanırım -ve bu bir ayraç- kendilerini, hep söylendiği üzere, nesneleştirilmiş gibi hissedebilecek gazeteciler, eğer söylediklerime iyi kulak verecek olurlarsa, dağınık bir şekilde bildikleri ama fazla da bilmek istemedikleri şeyleri açıklığa kavuşturmak suretiyle, sözünü ettiğim mekanizmalara hâkim olabilecekleri özgürlük araçlarını onlara verdiğimi kabul etmek durumunda kalacaklardır – en azından ben, bunu umuyorum. Aslında, gazeteciliğin içinde, rekabetten doğan bazı etkileri ortadan kaldırmaya imkân verecek gazeteler-arası ittifaklara yönelmek mümkündür. Eğer kötücül etkilerin bir bölümü rekabeti yönlendiren yapısal etkilerden doğuyorsa, bu yapısal etkiler ivediliği bizzat üretiyor, scoop’un izlenmesine bizzat yol açıyor, hiç kimsenin farkında olmayabileceği çok tehlikeli bir enformasyonun sırf bir rakibi alt etmek için ortaya atılabilmesine bizzat neden oluyorlarsa, eğer işlerin böyle olduğu doğru ise, bu mekanizmalar konusundaki bilinçlendirme ve bunların açıklanabilir kılınması, rekabeti etkisizleştirmeye yönelik bir ortak muhakeme ve eyleme yöneltebilir (bir bakıma, kimi zaman, çocuk kaçırma olayları türünden aşırı durumlarda yapıldığı gibi; gazetecilerin, kamuoyunda yabancı düşmanı söylemleri yüzünden -ve bu söylemler aracılığıyla- tanınmış olan siyasal liderleri -izlenme-oranı hesaplarıyla- televizyona çağırmama konusunda mutabık kaldıklarını ve bu söylemleri aktarmamayı yükümlendiklerini düşünmek -ya da hayal etmek- mümkündür – ve bu da her türlü sözümona “yalanlama”dan çok daha etkili olurdu). Gerçekten de ütopyacılığa kayıyorum ve bunun bilincindeyim. Ama sosyoloğun determinizmini ve kötümserliğini her zaman onun karşısına dikenlere karşı şunu öne sürmekle yetineceğim; eğer ahlaki savsaklamaları doğuran yapısal mekanizmaların bilincine varılsaydı, bunları kontrol altına almaya yönelik bilinçli bir eylem de mümkün hale gelirdi. Yüksek düzeydeki bir sinizmle belirginleşen bu evrende, ahlaktan çokça söz edilmekteilir. Sosyolog olarak, ahlakın ancak yapılara, insanların ahlaktan çıkarları olmasını sağlayan mekanizmalara dayanırsa etkili olduğunu biliyorum. Ve bir ahlaki kaygı gibi bir şeyin ortaya çıkabilmesi için, bu şeyin o yapının içinde dayanaklar ve destekler, ödüller bulması gerekirdi. Bu ödüller izleyici kitlesinden de gelebilirdi (eğer ne türlü kullanılmalara maruz kaldığı konusunda daha aydınlanmış ve daha bilinçli olsaydı).

Dolayısıyla ben, halihazırda bütün kültürel üretim alanlarının gazetecilik alanının yapısal baskısına maruz olduklarını düşünüyorum; yoksa kendileri de alanın güçleri tarafından aşılmış bulunan falan ya da filan gazetecinin, falan ya da filan kanal yöneticisinin baskılarına değil. Ve bu baskı bütün alanlarda son derece eşdeğer, sistemli etkiler uygulamaktadır. Gazetecilik alanı, alan olarak, öteki alanlar üzerinde etkimektedir. Başka türlü dendikte, kendisi de tecimsel mantığın giderek daha fazla egemenliği altında olan bir alan, kendi baskılarını giderek daha büyük ölçüde öteki evrenlere dayatmaktadır. Ekonominin ağırlığı, izlenme-oranı aracılığıyla televizyon üzerinde etkide bulunmakta ve, televizyonun gazetecilik üzerindeki ağırlığı boyunca da, televizyonun problemlerinin kendilerine dayatılmasına yavaş yavaş razı olan gazeteciler ve öteki gazeteler üzerinde, hattâ en “arınmış” gazeteler üzerinde etki yapmaktadır. Ve aynı şekilde, gazetecilik alanının bütününün taşıdığı ağırlık aracılığıyla, kültürel üretimin bütün alanlarına yüklenmektedir.
Actes de la recherche en Sciences sociales’in”4 gazeteciliğe ayırdığımız bir sayısında, Remi Lenoir’ın, yargı evreni içinde yer alan ve yargı alanına içsel normlar açısından da her zaman en saygıdeğer kişilerden olmayan birtakım adli yargıçların, kendi alanlarının içindeki kuvvet dengelerini değiştirmek ve içerdeki aşamalı-düzeni devre dışı bırakmak için televizyondan nasıl yararlanabildiklerini gösteren çok güzel bir yazısı vardı. Bu, bazı durumlarda çok iyi olabilir, ama aynı zamanda, güçlükle elde edilmiş bir kolektif akılcılık durumunu tehlikeye de düşürebilir; ya da, daha kesin bir ifadeyle, kendine özgü mantığını adaletin anlamına ilişkin sezgilerin, sık sık görüntülerin ya da tutkuların kurbanı olan ortak adalet duygusuna ilişkin sezgilerin karşısına çıkarmaya muktedir bir yargısal evrenin özerkliğiyle sağlanmış ve güvenceye alınmış olan kazanımları sorgulanır hale getirebilir. İster kendi dünya görüşlerini ya da kendi değerlerini dile getirsinler, ister, bütün iyi niyetleriyle, “kamusal heyecan”ın ya da “kamuoyunun” sözcülüğüne soyunduklarını iddia etsinler, gazetecilerin baskısının kimi zaman yargıçların işini çok güçlü bir biçimde yönlendirdiği duygusu vardır. Ve bazı kişiler, yargı erkinin gerçek bir aktarımından söz etmişlerdir. Patrick Champagne’ın çözümlediği “olaylar”da da görüldüğü gibi, bunun eşdeğerini, demagojinin mantığının -izlenme-oranının mantığı- içsel eleştirinin mantığına ikame olabildiği bilimsel evrende de bulmak mümkün olabilirdi.

Bütün bunlar fazlasıyla soyut görünebilir; yeniden ve daha basitçe söyleyeceğim. Alanların her birinde, üniversite alanında, tarihçilerin alanında, vb., alanın içsel değerleri uyarınca ezenler ve ezilenler vardır. “İyi bir tarihçi”, iyi tarihçilerin iyi tarihçi olduğunu söyledikleri biridir. Zorunlu olarak döngüseldir bu. Ama heteronomi, matematikçi olmayan birinin matematik konusundaki fikrini açıklamak üzere müdahale edebildiği zaman, tarihçi olarak kabul edilmeyen birinin (örneğin bir televizyon tarihçisi) tarihçiler hakkındaki fikrini açıklayabildiği ve kendisine kulak verildiği zaman başlar. Bay Cavada, televizyonun kendisine bahşettiği “yetke” ile, size en büyük Fransız filozofunun bay X olduğunu söyler. İki matematikçi, iki biyoloji bilgini ya da iki fizikçi arasındaki bir anlaşmazlığa, bir referandumla, ya da bay Cavada tarafından seçilmiş katılmacılar arasındaki bir tartışmayla hakemlik etmenin mümkün olduğu düşünülebilir mi? Oysa medyalar, hiç durmadan, birtakım kesin kararları açıklamak üzere müdahale etmekteler. Haftalık yayınlar buna bayılırlar: on yılın bilançosunu çıkarmak, on yılın, on beş yılın, haftanın, on büyük “entelektüeli”ni, önem taşıyan “entelektüelleri”, yükselmekte olanları ve inişe geçenlerini belirlemek… Bu iş neden bu kadar gözdedir? Çünkü bunlar, entelektüel değerler borsasında etkili olmaya imkân veren ve entelektüellerin, yani hisse senedi sahiplerinin (çoğunlukla küçük hisse sahipleridirler, ama gazetecilik ya da yayın âlemi içinde güçlüdürler) senetlerinin rayicini yükseltme girişiminde bulunmak için yararlandıkları araçlardır. Aynı şekilde, sözlükler de vardır (filozoflar, sosyologlar ya da sosyoloji, entelektüeller, vb. sözlükleri) ve her zaman için birer erk, birer kutsama aracı olagelmişlerdir. Değerlendirmelerin yapısını değiştirmeye yeltenmek üzere, örneğin, dışlanmış olmaları gereken ya da dışlanabilecek olan (özgül kıstaslar uyarınca) insanları dahil etmekten, ya da dahil edilmiş olmaları gereken ya da dahil edilebilecek olan insanları dışlamaktan, ya da yine bu “palmares”lerden birinde olduğu gibi, Claude Lévi-Strauss ile Bernard-Henri Lévy’yi, yani hiç tartışılmayacak bir değer ile tartışmasız bir şekilde tartışılabilir olan bir değeri yanyana koymaktan ibaret olan en sıradan stratejilerden biridir bu. Ama gazeteler, gazeteci-entelektüeller tarafından hemen benimsenip ele alınan problemleri ortaya koymak üzere de müdahalede bulunurlar. Gazete dünyasının yapısal bir değişmezi olan entelektüel-düşmanlığı (çok kolayca anlaşılan), gazetecileri, örneğin düzenli aralıklarla entelektüellerin hataları sorununu gündeme getirmeye, ya da gazeteci-entelektüeller dışında kimseyi seferber etmesi mümkün olmayan ve çoğu kez, kendilerine bir “boş zaman” kapmak suretiyle, bu televizyon entelektüellerinin medyatik yönden varolmalarına imkân vermekten başkaca varlık nedeni bulunmayan tartışmalar açmaya yöneltir.

Bu dış müdahaleler son derece tehditkârdırlar, çünkü bunlar, en başta kültür üreticileri, kitapların satış başarısına katkıda bulunan ve satış üzerinden yayıncıları etkileyen ve yayıncılar aracılığıyla da gelecekteki yayın imkânları üzerinde etkili olan izleyicilere, seyircilere, okurlara gereksinim duydukları ölçüde, her şeye rağmen ağırlığı olan haricileri yanıltabilirler. Bugün tanık olduğumuz gibi, medyanın kendi best-sellers lists’i içinde tüketilmeye koşulu tecimsel ürünleri övme ve yazar-gazeteciler ile gazeteci-yazarlar arasında inip çıkan asansör mantığını kullanma eğilimleri sonucu, kitapları 300 basan genç yazarlar, ister şair, ister romancı, sosyolog ya da tarihçi olsunlar, yayın yapmakta giderek daha fazla zorlanacaklardır. (Bir ayraç: aykırı bir şekilde, ben, sosyolojinin ve özellikle de entelektüeller sosyolojisinin, Fransız kültürel alanının bugün gözlemekte olduğumuz hale gelişine, hiç şüphesiz katkıda bulunduğunu düşünüyorum. Bu, elbette istemeden olmuştur: gerçekten de sosyoloji iki karşıt kullanımın konusu olabilir; biri, stratejilerini daha etkin kılmak için ortamın yasalarının bilgisinden yararlanmaktan ibaret olan sinik kullanım, öteki de, yasaların bilgisinden ya da onlarla mücadele etmek için ortaya çıkan eğilimlerden yararlanmaktan ibaret olan ve klinik diye adlandırabileceğimiz kullanım. İnancım o ki, siniklerin bir bölümü, hiçe saymanın peygamberleri, televizyon fast thinker’ları ve gazeteci tarihçiler, sözlükleri ya da ses alma cihazına kaydedilmiş çağdaş düşünce bilançolarını kaleme alanlar, güç denemelerine girişmek, entelektüel alanda özgül hükümet darbelerine kalkışmak için, fütursuzca sosyolojiden -ya da sosyolojiden ne anlıyorlarsa ondan- yararlanıyorlar. Gösteri dünyasının büyük düşünürü olarak oluşturulmuşken, onu etkisizleştirmeye yarayan sinik ve sahte bir radikalizme bahane işlevi gören Debord’un düşünce tarzında, gerçekten eleştirel nitelikte neyin bulunabileceği konusunda da aynı şeyler söylenebilirdi.)

Pierre Bourdieu
Kaynak: Televizyon Üzerine | Çeviren:Turhan Ilgaz (YKY)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Social media & sharing icons powered by UltimatelySocial