Tüm bu psikolojik anti parantezleri, Musa-dininin Yahudi kavmine etkisini öncelikle gelenek olarak gösterdiğini daha inandırıcı kılmak için açtık. Belirli bir olasılığın ötesine ihtimal ki gidemedik. Ancak varsayalım ki her şeyi eksiksiz bir şekilde kanıtladık; yine de sanki talep edilenin nicel değil sadece nitel faktörünü karşılayabilmişiz izlenimi kalırdı. Bir dinin ve kuşkusuz Yahudi dinin de oluşumunu ilgilendiren her şeyde bizim henüz açıklığa kavuşturamadığımız bir görkem yatmaktadır. Başka bir nedenin daha etken olması gerekir, eşi benzeri az bulunan ve aynı türden olmayan, biricik olan ve kendisinden doğup çıkan din gibi aynı boyutlara sahip bir neden.
Konuya ters taraftan yaklaşmayı deneyelim. İlkel insanın dünyanın yaratıcısı, kabilenin reisi ve kendisine bakan bir tanrıya ihtiyaç duyduğu bizim için anlaşılır bir durum. Söz konusu bu tanrı, geleneğin az biraz halen sözünü ettiği ölmüş ataların gerisinde bir yerdedir. Sonraki dönemlerin insanı, mesela bizim zamanımızın insanı da aynı şekilde davranır. O da yetişkin olsa dahi çocuksu kalır ve korunmaya muhtaçtır; tanrının desteğinden yoksun olmayacağım düşünür. Bu kadarı tartışmasız açıktır fakat neden sadece tek bir tanrının var olması gerektiği, neden çoktanrıcılıktan tektanrıcılığa atılan adımın etkin bir anlam edindiğini anlaması da bir o kadar zor.
İnançlı kimsenin tanrısının büyüklüğünden pay aldığı kesin ve tanrı ne kadar büyük ise onun himayesine duyulan güven de o derece artacaktır. Ancak bir tanrının gücünün zorunlu ön koşulu onun biricikliğini oluşturmaz. Kavimlerin çoğu baştanrılarının yüceliğini, kendisine tabi olan diğer tanrılara hükmetmesinde görmüşler ve başka tanrıların mevcudiyeti onun büyüklüğünde herhangi bir eksilmeye yol açmamıştır. Bu aynı zamanda, tapınılan bu tanrının evrenselleşip, tüm ülke ve kavimleri kucaklaması ile mahremiyetin kaybedileceği anlamına da geliyordu. Aynı zamanda kendi tanrımızı yabancılarla paylaşıp tanrı tarafından tercih edildiğinin ihtiyatı ile yetinmek gerekiyordu. Biricik tanrı tasarısının tinsel alanda bir gelişme olduğu ileri sürülebilir, ancak bu noktayı bu derece anlamlandırmak mümkün değil.
Tüm bunların motivasyonunu sağlayanın ne olduğuna ilişkin mevcut boşluk için dindar insanların yeterli bir açıklaması var. Biricik tanrı düşüncesi, uzun süre gizli kalan, nihayet kendini gösteren ve sonrasında kendisiyle birlikte herkesi çekip, alıp götüren ebedi gerçekliğin bir parçası olduğundan insanlar üzerinde bu derece etkin bir şekilde tesirli olmuştur. Bu türden bir nedenin gerek konunun gerekse de ulaşılan başarının büyüklüğüne uygun olduğunu itiraf etmemiz gerekir.
Biz de bu çözümü kabul etmek isterdik. Ancak bir noktada tereddüt ediyoruz. Dindarlanır bu argümanı iyimser-idealist bir ön koşula dayanmaktadır. Bunun dışında insan zihninin gerçekliğe ilişkin özel hassas bir sezgiye ve insanın ruhsal yaşamının, gerçekliği kabullenmek üzere özel bir eğilime sahip olduğu pek de tespit edilemedi. Biz daha çok tersini, zihnimizin herhangi bir uyarı almadığında hemen karıştığını ve gerçekliğe aldırış etmeden bizim düşlerimizi karşılayan şeylere inanmaktan daha kolayının olmadığım tecrübe ettik. Bu nedenle az önce söylediklerimizi onaylarken bir sınırlandırma getirmemiz gerekir. Dindar insanların çözümlerinin de gerçekliği taşıdığına inanıyoruz ancak maddesel değil, tarihi gerçekliği taşıyor. Ve bu gerçekliği geri dönüşünde öğrenen belirgin bir tahrifi düzeltme hakkım kendimizde görüyoruz. Bu demektir ki, bugün büyük tek bir tanrının var olduğuna inanmıyoruz, aksine ilk çağlarda, o zamanlar çok görkemli görünmesi gereken tek bir kişi vardı ve bu kişi sonra insanların belleğinde tanrı katma yükseltilip geri dönmüştür.
Musa-dininin ilk başta bir kenara itilip, yarı unutulduğunu ve sonra gelenek kimliğine bürünerek çıkışım yaptığım daha önceden benimsemiştik. Şimdi ise bu sürecin o zamanlar ikinci kez gerçekleştiğini kabul edeceğiz. Musa kavme, biricik tanrı düşüncesini getirdiğinde, bu yeni bir şey değil, insanın çağlarında yaşadığı, insanların bilinçli hafızasından çoktan çıkmış bir olayın yemden dirilişi idi. Ancak çok önemliydi, insanların hayatlarında derinlemesine değişimlere yol açmış ya da başlatmıştı, öyle ki insan ruhunda gele-nekvari, kalıcı birtakım izler bıraktığına inanmamak elde değil.
Tek başına bireylerin psikanalizinden, en erken izlenimlerin çocuğun henüz konuşma yetisine sahip olmadığı dönemlerde edinildiğini, bu izlenimlerin bilinçli bir şekilde hatırlanmadan, bir zaman gelip baskıcı bir karakter taşıyan etkilerle ortaya çıktığım öğrenmiştik. Tüm bunların insanlığın en erken yaşanmışlıkları için de geçerli olduğunu söylemekte haklıyız. Bu etkilerden bir tanesi biricik büyük bir tanrı düşüncesinin ortaya çıkışı olurdu, gerçi bu düşünce tahrif edilmiştir ancak büsbütün haklı bir anımsama olduğunu kabul etmek zorundayız. Bu türden bir düşünce baskıcı bir karaktere sahiptir, ona inanılması gerekmektedir. Tahrif edilmiş hali yeterli geliyor ise, bu durumda ona hezeyan diyebiliriz, geçmiş olanın geri dönüşü ise bu durumda ona gerçeklik demek zorundayız. Ruhsal hezeyanda da bir parça gerçeklik yatar ve hastanın inancı bu gerçeklikten yola çıkarak hezeyan dolu bir örtüye bürünür.
Şimdi anlatacaklarım sonuna kadar, birinci bölümde yaptığım açıklamaların biraz değiştirilmiş tekrarı.
1912 yılında Totem ve Tabu’da bu tarz etkilerin oluşmaya başladığı bu eski durumu yapılandırmaya çalıştım. Bu sırada Ch. Darwin, Atkinson, özellikle de W. Robertson Smith’in kuramlarından faydalandım ve psikanalizin verileri ve belirtileri ile kombine ettim. Darwin’den insanların köken olarak küçük sürüler halinde ve her bir sürünün tüm dişilerini kendi boyunduruğu altına alan ve oğullan da dahil olmak üzere genç erkekleri cezalandıran ya da ortadan kaldıran, yaşlıca bir erkeğin zorbaca hükümranlığı altında yaşadıkları varsayımım aldım. Bu anlatılanların devamında ataerkil düzenin, babaya karşı birleşen, onu yenip birlikte babalarım yiyen oğulların ayaklanması ile son bulduğunu Atkinson’dan aldım. Robertson Smith’in totem teorisine bağlanarak, sonrasında baba sürüsünün totemik kardeş birliğine yerini bıraktığını varsaymıştım. Birlikte barış içinde yaşayabilmek için zaferin sahibi olan erkek kardeşler, uğruna babalarım öldürdükleri kadınlardan vazgeçmiş ve dış evliliği yasallaştırmışlardı. Baba iktidarı yıkılmıştı, aile yaşantısı anaerkil hukuka göre düzenleniyordu. Oğulların babalarına karşı takındıkları duygusal tavır sonraki gelişmelerin tamamında gücünü korumuştur. Babanın yerine belirli bir hayvan totem olarak kabul edilmiş; ilgili hayvan kabilenin atası ve koruyucusu olarak benimsenmiş, zarar verilmesi ve öldürülmesi yasaklanmıştı ancak yılda bir kez kabilenin erkekleri bir şölen yemeğinde toplanıp başka zaman bu derece yüceltilen totem hayvanım parçalayarak hep birlikte yemişlerdir. Kimse bu yemeğe katılmamazlık edemezdi, babanın katlinin kutlamlarak tekrar edilişi idi bu, ve aynı zamanda sosyal düzenin, ahlak kurallarının ve dinin de kaymağım oluşturmaktaydı. Robertson Smith’te geçen bu totemik şölen yemeği ile Hıristiyanların Rabbani yemekleri arasındaki benzerlik bazı yazarların dikkatini benden önce çekmişti.
Ben Totem ve Tabu’d a söylediklerime bugün hâlâ sımsıkı tutunuyorum. Yeni nesil etnologlar Robertson Smith’in savlarım ağız birliği ile bir kenara iter ve ötekilerin bir kısmı da bundan oldukça sapan teoriler öne sürerken, kitabımın sonraki baskılarında görüşlerimi değiştirmediğime ilişkin sert sitemlere maruz kaldım. Söz konusu bu gelişmelerden haberdar olduğumu belirtmek durumundayım. Ancak ne bu yeniliklerin doğruluğundan ne de Robertson Smith’in yanılmış olduğundan emin değilim. Bir çelişki bir şeyin çürütüldüğü anlamına, bir yemlik ise illa ki bir gelişme olduğu ani amma gelmez. Ancak her şeyden önce ben bir etnolog değil, bir psikiatristim. Psikanalitik çalışmalarım sırasında işime yarayacağına inandığım etnolojik kaynakçayı seçip alma hakkına sahibim. Dâhi Robertson Smith’in işlerinde psikanalizin psikolojik malzemesi ile temas eden değerli noktalar, psikolojik malzemenin değerlendirilmesine ilişkin bağlantılar buldum. Rakipleri ile ise hiç karşılaşmadım.
Sigmund Freud
Musa ve Tek Tanrılı Din