Sabahattin Ali’nin Hikayeciliği ve Romancılığı – Vedat Günyol

Sabahattin Ali’den söz etmenin iki yolu var. Biri, onu hikayeci ve romancı olarak ayrı ayrı yönlerden ele almak, öbürü de, ondan bir bütün olarak söz etmek. Roman, hikâye türlerine bağlı kalıp, teknik farklar, biçime dokunan ayrılıklar üzerinde durulunca birinci yoldan yürümüş oluruz. Sanata, edebiyata verdiği propaganda değeri göz önünde tutulunca da, onu özü bakımından bütün eserleriyle incelemek yerinde olur.
Yazar üstünde tam bir yoruma varabilmek için iki yolu da denemek gerek. Bu yazıda birinci yolu deneyeceğim.
Roman bakımından değilse bile, hikâye yönünden, yazarın sanatını belirtecek kadar elimizde eseri var: Değirmen, Kağnı, Ses, Yeni Dünya. Kırk yedi hikâyeyi kapsayan bu dört kitaba, yazarın uzun hikâyesi Kürk Mantolu Madonna’yı da ekleyebiliriz.

Bugüne kadar küçük hikâye üzerinde çalışan sanatçıların eserlerini belli başlı iki tipe indirgeyebiliriz: Birinciler, öteden beri alışılagelen, başlangıcı, dönüm noktası, sonu olan hikâyelerdir. Guy de Maupassant’ın hikâyeleri bu türün iyi örnekleri sayılır, ikincilerse, Çehovla doğup gelişen ayrı yapıda hikâyelerdir. Hattâ bunlara hikâye demek bir bakıma doğru da olmaz. Bunlarda alışılmış anlamda bir başlangıç, belli bir bitiş, açık bir bağlanış yoktur. Hikâyede bütün ilgi bir ruh durumu üzerinde toplanır. Olay ikinci plânda kalır çoğu zaman. Çehovla insan, bilinçaltı manzaralarını seyre dalar dalar da olayı aramaz olur. Oysa Maupassant’la okuyucu dış’ın etkisinde, olayların akışında kalır, ne ruhu düşünür ne de iç’i.

Sabahattin Ali’yi birinci tip hikayecilerden sayabiliriz. Onun hikâyelerini, edebiyatımıza Ömer Seyfettin’le yerleşen bu türün başarılı örnekleri olarak gösterebiliriz.

Bizde ikinci tip hikayecilere yaklaşan bir Sait Faik var. O, tıpkı Çehov gibi içe dönük bir hikayeci. S. Ali ise, dış’a bakan, iç’i dışta arayan bir sanatçı.

S. Ali’ye göre hikâyede psikoloji şu olmalı: insanın iç dünyasını, dışa vuran yaşantısıyla göstermek.

Ne var ki bu, güç bir iş. İç hayatı dışa vuran davranışlarla vereyim derken, yalnız dış’ta kalmak tehlikesi var. S. Ali bu tehlikeyi sezmiş olacak ki, her zaman ruhu yansıtmanın güçlüğünü, bizi toplum sorunları üzerinde düşündürmekle gidermeye çalışıyor. Onun hikayeleriyle çok kez bir psikolojiye varamıyorsak da, belli sorunlarla karşılaşıyor, bunlar üzerinde düşünmek fırsatını buluyoruz. Unamuno’nun dediği gibi, “Önemli olan, ne yolda olursa olsun, düşünmektir. Çünkü düşünen insan düşüncelere hâkim olur, olunca da alçaltıcı köleliklerden kurtulur.”

Sulfata, Asfalt Yol, Kazlar adlı hikâyelerde karşılaşılan dış gerçekler, bu gerçeklerle varılan düşünceler, insana, bu gerçekler üzerinde düşünmenin, bunlara kafaca hâkim olmanın bir bakıma özgürlüğünü kazandırıyor.

S. Ali’ye göre, sanatçının amacı insanları yükseltmektir. Yükseltmek için de “endividüalizmden mümkün olduğu kadar hayata, muhite dönmek, muhitten bir çok şeyler almak ve muhite bir çok şeyler vererek yazmak” gerekir (Varlık, sayı: 65). Acaba, S. Ali hikâyelerinde, sanatçıdan istediği bu özellikleri verebiliyor mu, ona bakalım.

Bir defa, hiç şüphe yok ki, S. Ali çevreye dönük bir hikayeci, “nabzını kütlenin nabzı ile aynı tempoda arttırmak” özleminde olan bir sanatçıdır. Sonra, gözlemlerine kendinden fazla şeyler katmamak isteği de oldukça güçlü. Hikâyelerinde hep kendini silmek yolunu tutuyor. Sait Faik gibi, gördüklerini kendine çekmiyor. Bu uğurda çok kez, bile bile kuru bir gözlemci olmaya kalkışıyor. Öyle ki, hayattan topladığı gereçler üzerinde hayal gücünün, duygularının emeği oldukça silik kalıyor.
Kaygısı açık: Bireycilikten, kendi deyimiyle “endividüalizmden” kaçınmak. Ona göre, gerçek sanat, sanatçının kendini silip çevreyi verebildiği zaman başlar, İçimizdeki Şeytan adlı romanının kişilerinden Ömer, yazarın bu düşüncesini şöyle dile getiriyor: “Bence sanatkâr, kendinden başkalarını vermeğe başladığı zaman sanatkâr olur.”

İşte, Sait Faik’in sık sık hikâyelerine girmesine karşılık, Sabahattin Ali, hikâyelerinin hep dışında kalıyor. Olayın akışını durdurup duygularını dile getirdiği yok. Hayır, var. Ama yalnız bir defacık. O da, Selâm adlı hikâyesinin sonunda. Bu hikâyenin kişisi sanki Yusuf değil de S. Ali’nin tâ kendisi. Bir kumpanya oyuncusu kadın uğrunda evini barkını bırakıp kaçan Yusuf’un ardından hikayecinin yolladığı selâma bir bakın: “Dört elle sarıldığımız bir çok kıymetlerin, uğrunda sahici bir insan gibi kalbimiz ve kafamızla yaşamayı feda ettiğimiz binlerce sözde mühim şeylerin ne kadar kolay fırlatılıp atılabileceğini bana öğreten Yusuf. Benden sana selâm olsun…”

Sanki hikayeci burada, kutsal sayılan şeyleri, donmuş düşünceleri, kısaca, bağnazlığı birden fırlatıp atabilen insanlara içten hayranlığını gizliyemiyor.

Kurtarılan Şaheser, Kırlangıçlar, Birdenbire Sönen Kandilin Hikâyesi gibi allegorik çeşnide romantik hikâyeleri bir yana, konularının çoğu köy, köylü, köy-şehir ilişkileri ya da anlaşmazlığı üstüne. Yazar bize Anadolu’yu “Metruk, unutulan, bilinmeyen Anadolu’yu” aydınlarımızın “bir Amerikalı seyyah gözüyle” görüp anlayamadığı Anadolu’yu gösteriyor (Köpek’de olduğu gibi).

Olayları sık sık toplum dertlerimize dokunuyor. Ama çoğu yol üstü, ayak üstü toplanmış olaylar, gezi izlenimleri hissini veriyor. Hikayeci bunları fazla işlemeden anlatmaya çalışıyor. Gerçekçiliği de buradan geliyor.

Yalnız, olayların duyulmuş, gerçekten olmuş olaylar hissini verme kaygısının doğurduğu kusurlar eksik değil. Bir defa, olayları süslememekteki direnişi, üslubu kuruluktan tâ anlatım düşüklüklerine kadar indirdiği oluyor. Sonra, hikâyelerinin bazıları fıkra çeşnisi veriyor. Örneğin, Bir Konferans adlı hikâye kaba nükteli bir fıkra olmaktan öteye geçemediği gibi, Bir Cinayetin Sebebi de mahkeme salonlarında duyulan olayların kuruluğundan kurtulamıyor.

Sait Faik’in hikâyelerine bir birlik havası veren bir şey var. Onun insana dönük duyarlığı, insanlık sevgisi.

Sabahattin Ali’deyse, duyarlık yerine, saplantı halinde açığa vurulmak istenen gerçekler var: Arabalar Beş Kuruşa, Apartman Çeşnisinde, Asfalt Yol, Sulfata gibi ayrı tatta hikâyelerle ispatlanmak istenen toplum sorunları, toplum bünyesinden doğan aksaklıklar…

Sait Faik’in gerçek’teki gerçek’ten kaçışına karşılık, Sabahattin Ali’de gerçek’e sıkı sıkıya bağlanış var.

Sabahattin Ali’nin romanlarına gelince: Sayıca az ama, değerce ağır basan romanlar. Kuyucaklı Yusuf olsun, İçimizdeki Şeytan olsun, en başarılı romanlarımız arasında yer alır. Bu romanların birleştiği nokta şu: ikisi de hem çerçeve, hem ruhça katıksız yerli birer roman, ikisi de çevre, töre romanı. Biri bir Anadolu kasabasını bütün ruhu ve yaşantısıyla veriyor, öbürü küçük bir aydın topluluğunu canlandırıyor.

S. Ali hikâyelerinde her zaman veremediği iç’i romanlarında verebiliyor. Kuyucaklı Yusuf’ta ruh incelemeleri yok ama, davranışlardan çevrenin, bir bakıma da kişilerin psikolojisine girebiliyor. Olaylar öylesine ustalıkla seçilmiş, ayrıntılar sanki üzerlerinde hiç işlenmemiş gibi öylesine tabii tertiplenmiş ki, insan pek farkına varmadan kendini çevrenin ortasında buluveriyor. Romancı, işlediği ayrıntıları belli etmeden bütün’e gerçeklik vermesini biliyor.

S. Faik’in tersine, S. Ali’nin hikâyeden romana geçişi mutlu bir geçiş sayılabilir. S. Faik biçimsel bağları kıran bir sanatçı. Olaylarına sıkı sıkıya bağlanmadan okuyucuyu daha çok duyguya doğru çekiyor. S. Ali ise, olayların bütün olanaklarından faydalanarak okuyucunun soluğunu olayın seyriyle ayni tempoda tutuyor. Hem olaylarına, hem duygularına hâkim. Onun için de roman gibi güç bir mimariyi daha ustaca başarıyor.

S. Faik’in Medar-ı Maişet Motoru adlı romanı yüzünü fazlasıyla ağartacak bir deneme sayılamaz. Roman “birbirini ancak tutan sahnelerden” kurulu. Roman kişilerinden Fahri’nin hayatı gibi “bir takım kopuk, yarım şeritlerden” meydana gelmiş. Yakın zamanların bu iki romancısıyla kıyaslanacak tek romancısı Reşat Enis’in Toprak Kokusu da aynı teknik kusurda. O da, yan yana gelmiş kopuk şeritler gibi hayat sahneleriyle dolu, ama hep aynı ruhun esintisiyle ateşlenen ve ateşliyen hayat sahneleriyle. Toprak Kokusu da, Medar-ı Maişet Motoru gibi bütününde değil, parçalarında değerli.

S. Faik sanatı duygulanmalarının, Reşat Enis de gözlemleriyle beslenip güçlenen coşkularının buyruğuna veriyor, ikisinin de olayları Hüseyin Rahmi’de olduğu gibi kopuk kopuk. Biri çağrışımlar ve duygulanmalarla beşli, öbürü kızgın coşkularla. Yalnız S. Faik’in H. Rahmi’den ayrıldığı nokta şu ki, H. Rahmi’nin eserleri, olayları kıran o ağız dolusu filozofça sözlerin dışında; S. Faik’inkilerse, olaylarının ötesinde kalan çağrjşımlarla, duygularla değerli.

S. Faik’in eserleri, olaylarla değil kişilerin ruh durumlarıyla, bir bakıma da düşünceleriyle değer taşıyor. Kişileri duygularıyla olduğu kadar düşünceleri ve geçmişleriyle de birer varlıktırlar. S. Faik ile, her an, davranışların dışında, kişilerin ruh örgüleri içindeyiz. Onların ruh örgülerini olmuş bitmiş buluyoruz. S. Ali’nin kişileri bambaşka: Edremit’e gelen Kuyucaklı Yusuf’un geçmişini unutamıyorsak, bunun nedeni onun köylü olduğunu aklımızdan bir an çıkaramamamızdır. Yoksa, romanla ilgimiz onun yaşadığımız an içinde gelişen davranışlarında toplanıyor. O davranışlardan psikolojiye inmeye bakıyoruz. Çünkü önümüzde bir sorun var: Köyün kasabayla karşı karşıya gelmesi, ya da savaşması. Gözlerimiz hep, kasabanın bozmaya çalıştığı ama bir türlü bozmadığı Yusuf’un davranışlarında. Bu davranışlardan onun ruh durumunu yakalamaya çalışıyoruz. Muazzez’e olan sevgisinin kasaba insanlarıyla karşı karşıya getirdiği Yusuf yine aynı Sevgi yüzünden onlarla ilişkisini kesiyor, ya da ters yönlü ilişkilere girişiyor.

S. Ali’nin kişileri çevrelerinin ürünüdürler. Bir çoklarında ortak yan şu: İradesizlik. Kuyucaklı Yusuf çoğu zaman kararsız ve iradesizdir. Kaymakam Selâhattin bey, İçimizdeki Şeytan’ın Ömer’i hep iradesiz kimselerdir. Bu iradesizlik kişileri çevrede eritiyor, iradesi en gevşek olanın, yani içindeki şeytanı en fazla olanın ezilmesi daha kolay oluyor. Ömer de Yusuf gibi iradesiz. Yalnız Ömer’in içindeki şeytan daha güçlü. Yusuf her şeye rağmen çevreye kafa tutuyor. Bunu iradesinden çok, kinine borçlu. Oysa, Ömer’de şeytanı altedecek kin yok. Bu yüzden Yusuf başkaldırmaya, Ömer’se köleliğe koşuyor. Kişilerde ortak olan ikinci yan da şu: Topluma karşı içten olmadıkları halde, kendi kendilerine karşı içtendirler. Kişiler kendi kendileriyle hesaplaşır, davranışlarının hesabını yaparlar. Ömer davranışlarının iyiliğini de kötülüğünü de bilir. Vicdanından beraat kararı almadığı olur. O, iyiyi de kötüyü de tartmasını biliyor ama, içindeki şeytan her zaman ağır basıyor. Kişilerin psikolojisi S. Ali’nin romanlarında yaşattığı çevrenin ruhuna götürür. Bu da bir başka yazının konusu olmağa değer sanırım.

Vedat Günyol
Dile Gelseler, 1966

1 Yorum

  1. Sabahattin âli’nin hikayelerinde yalın ve saf haliyle Anadolu’yu ve bizim insanımızı bulursunuz..
    Duyguları ve ihtiyaçları ile…

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz