Onur Öymen’e teşekkür, Alevilere yakarımdır! – Evrim Alataş*

Evrim_AlatasDersim Katliamı tartışması devam edeceğe benziyor. Etsin de… Allah razı olsun Onur Öymen’den, bir sürü şeyin önünü açtı. En önemlisi, Tunceli denilen yörenin adının “Dersim” olduğu ve orada 38’de yaşananın da bir katliam olduğu, sayesinde sıkça telaffuz ediliyor. Başbakan bile “Dersim Katliamı” ifadesini kullandı. İkincisi ise, CHP ve Mustafa Kemal bu sayede tartışılır oldu. Katledilmek üzere bir dağın yamacına toplananların tepede gördüğü o beyaz atlı “evliyanın” Mustafa Kemal olmadığı, son Dersimlilerin de bu sayede kurtulmadığı da anlaşılmış oldu. Zira, Mustafa Kemal, Dersim İsyanı’nın bastırılmasında fikir babasıydı. Babalı-kızlı (Sabiha Gökçen ile) hallediverdiler meseleyi. Demek ki şu Stockholm sendromundan kurtulmanın vakti gelmiştir.

Tüm bu sebeplerden ötürü Onur Öymen’e teşekkür etmek lazım. Kenan Evren gibi o da yaptığı şeyin farkında değil ama çok iyi iş becerdi. “Atatürk’ün yaptığı bir şeydir, ne yani Atatürk faşist mi” derken bile şuurunu kaybetmiş SS subaylarının yıllarca yaşlı bakımevlerinde dünyayı kavramaya çalışmalarına benziyor hali, ahvali. Bu denli aşırı dozda Kemalizm bağımlısı bir adama ne diye yüklenesin. Ne diye istifa etmesini bekleyesin ki? Gitmesi gereken kişi Onur Öymen değildir. Yazımız burada başlar. Ve Alevilere çağrıdır.

Bir Alevi-Kürt olarak bu memlekette yaşamanın nasıl bir zorluk olduğunu, nelerle karşılaşılacağını, sistemin sürekli hakaret ve baskısının insanın sırtında nasıl bir yük yarattığını iyi biliyorum. Yakın zamanda yayımlanan Her Dağın Gölgesi Deniz’e Düşer adlı kitabımda Alevi-Kürtlerin nasıl bir cendereden geçtiklerini, kendi köyüm üzerinden anlatmaya çalıştım. Özetleyeyim…

Kimsenin Türkçe bilmediği, cemlerin gizli yapıldığı bir köydü benimki. İsmet İnönü gelip eğitim enstitüsü açınca herkes dedi ki “Aha, devlet kapımıza geldi, modernleşeceğiz.” Köyün bir başka mahallesine de Sünniler yerleştirilmişti. Herkes hızla Türkleşti. Cumhuriyete sahip çıktılar ama cemlerini niye gizli yapmak zorunda kaldıklarını sorgulamadılar. Ayrıca neden Türkçe konuşmak zorunda olduklarını da… Sonra Deniz Gezmişler geldi köye. Oradan yüzlerini Nurhaklara döndüklerinde bizim köyün Alevi iki mahallesi onlara destek verdi, kucaklarını açtı. Derken sürekli askerler basmaya başladı köyü. Denizler idam edildi, 12 Eylül geldi ve köyün bütün erkekleri işkenceden geçti. Askerler köyden çıkmaz oldu. Devrim düşü yerle bir oldu. Oysa millet tarlalarını satıp örgütlere bağışlamıştı. Nurhaklarda gezen gençlere süt, peynir taşımıştı. Ama olmadı. Daha elektrik gelmemişti bizim köye ama jandarma karakollarında bütün erkekler çüklerinden elektrik yedi. Benim çocukluğuma kadar devam etti bu. Neden? Çünkü biz Alevi-Kürttük ve tehlikeliydik. Bize güven olmazdı. Geceleri kalkıp evin etrafında askerlerle karşılaştığımız için altımıza işemeye başlamıştık. Nenem bir leğen koydu salonun ortasına, kalkıp buraya işeyin dedi geceleri.

Çocukluğumda herkes Cumhuriyet gazetesi okurdu. O zamanlar SHP otobüsleri köye sol marşları çalarak gelir, annelerimiz ekmek arası kavurmayla yollarını keserdi. Hâlâ ümitliydik. Zaman geçti ve bize devletin karakollarındaki işkenceden başka bir şey düşmedi. CHP de iktidar oldu SHP de, ama cezaevi kapılarından kurtulamadık. Çocukluğum, cezaevlerini ziyaretlerle geçti. Hep birilerinin ayaklarının altı patlaktı, hep birilerinin gözü mor. Annem hep cezaevindeki oğullarını bekledi. Köydeki başka kadınlar da… Niye? Çünkü rejimler değişse de bizim kimliğimiz değişmiyordu. Biz Alevi-Kürttük!

Duvarlara kimi zaman Hz. Ali’nin resmi asıldı, kimi zaman Atatürk’ün, kimi zaman Deniz Gezmiş’in. Ama o resimlerin yanında, cezaevinde bulunan ağabeylerimizin fotoğrafları eksik olmadı. Kimileri hiç dönmedi. Neden? Çünkü rejimler değişse de bu ülkeyi her zaman ordu yönetti. Ve ordunun o yumuşak sopası başımızdan eksik olmadı. Ha, yanı başımızdaki Sünnileri mi soruyorsunuz. Onlar kimi zaman Ülkü Ocaklarında örgütlendiler. Bazı geceler köye laflar geldi “bu gece köyü basacaklar, tıpkı Maraş’taki gibi bizi kesecekler” diye. Hepimiz nöbet tuttuk. Uyuyamadık. Ama geceleri onlar değil, askerler geldi hep. Hep devlet girdi köyümüze. Son olarak 1990’larda girdiklerinde yanlarında genç ölülerimizi de getirmişlerdi. Niye, çünkü o gençler “Biz Kürdüz” demişlerdi. Kulakları, burunları kesildi.

 [youtube]http://www.youtube.com/watch?v=vEKjzyghjlA&feature=player_embedded#[/youtube]
Demem o ki Alevi Türk ve Kürt-Alevi kardeşlerim; korkmamız ve çekinmemiz gereken “Sünniler” değil, bu sistemin ta kendisidir. Ordusuyla, derin devletiyle, cinayet şebekeleriyle bu sistem ve bu sistemi savunanlardır. CHP gibi… Vazgeçin CHP’den. Onur Öymen’in gitmesini beklemeyin, siz terk edin orayı. Bundan daha açık faşizm var mı? Ki siz benden iyi bilirsiniz faşizmin ne olduğunu…

Evrim Alataş (19 Kasım 2009 -taraf)

*Evrim Alataş, 1976 yılında Malatya’nın Akçadağ ilçesi Gölpınar köyünde, Alevi-Kürt bir ailenin çocuğu olarak doğdu. İlk ve orta öğrenimini köyde tamamladı. Eğitimine İstanbul’da devam etti. 1994 yılında gazeteciliğe başladı. Yeni Politika, Demokrasi, Özgür Bakış, Ülkede Özgür Gündem gibi gazetelerde muhabir ve editör olarak çalıştı. Bir dönem Evrensel gazetesinde de yer alan yazar, Birgün ve Özgür Politika gazeteleri ile Esmer Dergisi’nde çeşitli dönemlerde köşe yazarlığı yaptı. Esmer Dergisi, Birikim, Siyahi, Amargi, Tiroj gibi dergilerde makaleleri yayımlanan yazar, Radikal İki başta olmak üzere pek çok yayına ağırlıklı Kürt sorunu üzerine yazılar yazmaktadır.

2003 yılında Aram Yayınları’nda “Mayoz Bölünme Hikayeleri” adıyla kitabı yayımlanan Evrim Alataş, Kürt coğrafyasında yaşanan çatışmalı dönemin traji-komik hikayelerini derleyerek bir “kara mizah” dili yaratırken, çeşitli kitaplara da katkılarda bulundu. Alataş, Mehmed Uzun’un hayatının anlatıldığı “Uzun Roman”, Ece Ayhan’ın işlendiği “Poelitika Ece Ayhan” ile Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nin Kürtçe-Türkçe hazırladığı Öykü Seçmesi’ne öykü ve yazılarıyla katkıda bulundu.

Evrim Alataş, sinema yönetmeni Miraz Bezar ile beraber, Diyarbakır üzerinden Kürt dünyasını ve savaş mağduru çocukları konu edinen bir hikaye oluşturdu. “Min Dît” adıyla uzun metrajlı çekilen filmin galası 2009 baharında Diyarbakır’da yapıldı.

Halen Diyarbakır’da yaşayan Alataş, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nin Kültür Sanat Festivalleri ile Edebiyat Günleri organizasyonları ile çeşitli sivil toplum kuruluşlarının çalışmalarında yer aldı. Alataş’ın “Her dağın gölgesi Deniz’e düşer” adıyla kaleme aldığı çalışması 2009’un Ağustos ayında İletişim Yayınların’dan çıktı.

1 Yorum

  1. insan kendi konumunu alevi-kürt olarak tanımlarsa ,şüphesiz ki;
    başkalarını da sünni-türk,ortodoks-ermeni,katolik-süryani …vb.
    gibi algılar.bunun sonucu olarak ırkımız ve inancımız kişilğimizi belirlemenin ön koşulu olur.
    faşizmin tanımını okuyucusuna havale eden sevgili yazarımız da
    işin sadece salt soykırım uygulamasıyla yetinir.
    bunları söylerken monşer öymen’i ya da CHP’yi savunduğum
    sanılmasın.amacım ırk ve din orijinli siyasetlerin bizi bir yerlere
    götürmeyeceği düşüncesidir…

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz