Bu bir mektup değil. Daha doğrusu sana yazılmış değil. Senin adına başkasına yazdım. Bir tür son söz. İki yıllık bir defteri kapamak için. Gevezelikleri bir yana bırakalım ve şu soruya bir cevap arayalım. Niçin ben susmak zorundayım?
Açın gözlerinizi, burnunuzu dikin ve kulak kesilin: Çürümeyi duyuyor musunuz? Siz başka türlü görseniz de şu çok yaşlı toprağımızda her günün tufanından artakalan sayısız şeyin kokuştuğunu, çürüdüğünü biz biliyoruz. Nereye gitseniz yalan ve ikiyüzlülükle dokunmuş halıların üstünden geçiyorsunuz. Ama bir koku, dayanılmaz bir koku gelmiyor mu burnunuza? Kırbacın rüzgârı, uykunun sisleri ya da altın varaklar kapatabilir, dağıtabilir mi bu pisliği? Çocukların sessizce geleceğin denizlerine kürek çektiklerine bakmayın. Ayakları geçmişin ağır zincirleriyle yeniden bağlanıyor. Bilginler gittikçe küçülen kurtlar gibi kendi kitaplarının ciltleri arasına gömülüyor. Kendi kuyruğunu yiyen bir masal hayvanı gibi ağır ağır ölüyor yaşam. Ortalıkta dolaşanlar yalnızca çerçiler ve tacirler çürümeye yüz tutmuş bir meyvayı evden eve dolaştırıyorlar.
Bütün bu olup bitenlerde sorumluluğumuz yok mu? Elbette var. Ama niçin susmak zorundayız? Sunduğunuz meyva yeni değil. Çünkü daha dalındayken ölümle lekelendi. Çürüyor ve düşecek. Bunu görüyor ve söylüyoruz.
Üstelik umutsuz da değiliz. İsterseniz diyalektik düşünün, isterseniz başka türlü. Çürüyen meyvadan çıkar yeni ağaçların tohumu. Doğanın da insanın da gençliği bu yüzden muhaliftir. Ve sizin «hayallerinizin bile ulaşamayacağı» yepyeni bir yaşam oradan doğar. Saydam bir takvime bakar gibi alçakgönüllü, ama dürüstçe görüyoruz bunu. Ama neden susmak zorundayız?
Biz ekin adamlarıyız. Hiçbir zaman ne ekip biçtiklerini anlamadığınız, anlamak istemediğiniz çiftçiler. Öldüğümüzde karnımızdan kırk tane «gelecek yıl» çıkartma gene de ayağımız yeryüzünde, topraktadır. Tanrıyla hesaplaşırız. Ama yitirmeyiz yeryüzüne, insana olan inancımızı. Bu yüzden geçer gider tanrılar ama biz kalırız. Hakir ve aciz kullarıyız halkın padişah değil geda’yız. Ama gerçeğin keskin kılıcı kendi boynumuzu kesse de. Kördüğümü bir «can» sözüyle hallederiz.
Günün birinde aramızdan biri, tıpkı Marquez gibi, sizlerden biri için söyle yazacaktır:
“… sonbaharının sarı yapraklarına bakarken, gücünün tümünü asla kullanamadığına, yaşamı hep ters yüzünden görmeye, gerçeğin görüntüleriyle bezeli bir kilimde atkılarla çözgülerin iplerini düzeltmeye hüküm giydiğini kavramıştı, en son anda bile, yaşanacak asıl hayatın bir gösteri olduğundan habersizdi, biz yoksul insanların sahici yüzünden gördüğümüz, sayısız acılı yıllarımızın sarı yapraklarıyla, uçucu anlık mutluluklarıyla dolu sizin olmayan yaşam, aşk gerçi ölüm tohumlarıyla çürüyüp bozulmuştu ama yaşam tepeden tırnağa aşktı, siz bir tren penceresinden bakan hüzünlü, silik bir görüntüydünüz yalnızca, suskun dudakların titreyişi gibi bir şeydiniz, kim olduğu, ne olduğu bilinmedik, yazgıdan yoksun bir ihtiyarın kadife eldiveninin sallanışıydınız, kimbilir belki de bizim düşlerimizin ürünü bir görüntüydünüz, yaşamın asıl yüzünü bilmeyen gülünç biri, bizse sizin kanlı-canlı ve geçici olduğunu aklınızdan bile geçirmekten ürktüğünüz yaşamı doyumsuz bir tutkuyla seviyorduk, öyle olduğunu bilerek, başkası yoktu ki, çünkü bizler kim olduğumuzu biliyorduk; oysa o hiç bilemedi, ölümün kamçısıyla köklerinden biçilmiş ihtiyar bir ölü olarak kaldı, sonbaharında, son donmuş yaprakların karanlık hışırtılarında unutuş gerçeğine, sılaya uçuyordu, ölümün, çürümüş cübbesinden duyduğu korkuya sıkı sıkı tutunarak, kurtuluş ezgilerine, şenlik fişeklerine zafer çanlarına kutlu haber, bütün dünyaya bildiriliyordu; sonsuzun bitmeyen süresi dolmuştu artık.”
Bırakalım bir yana gevezeliği. Biz kim olduğumuzu biliyoruz. Geleceğin çiftçileri. Ama siz kimsiniz? Tacir ya da başka bir şey. Alışverişi bizden iyi bilirsiniz. Öyleyse şu soruya bir yanıt bulalım: Su alışverişin faturasını niçin ben susarak ödemek zorundayım?
Onat Kutlar
Mektupların Sonu, 1 Temmuz’84
Kaynak: Yeter ki Kararmasın