Küçük Pastör’den Deccal’e Nietzsche
Nietzsche Büyürken
Nietzsche 15 Ekim 1844’te, bugün Almanya sınırları içinde küçük bir köy olan Röcken’de dindar bir ailede doğdu. Babası Ludwig Nietzsche, her iki dedesi gibi Protestan bir din adamıydı. Nietzsche birçok yaz mevsimini, kız kardeşiyle birlikte, büyük bir kütüphanesi olan dedesi David Oehler’in yanında geçirdi. Babasının 1849’da, otuz altı yaşındaki ölümü, beşinci doğum gününü kutlamaya hazırlanan Nietzsche’nin üzerinde büyük bir etki bırakacaktı.
Nietzsche on dört yaşında, seçkin Pforta yatılı okulunda burslu okumak üzere evden ayrılıncaya kadar annesi, kız kardeşi, babaannesi ve iki halasıyla birlikte, sırf kadınlardan oluşan dindar bir ortamda büyüdü. Okul arkadaşları dindar tavırları yüzünden ona “küçük pastör”1 ismini takmışlardı.
Pforta’ya gitmeden önce yazdığı Yaşamımdan (Aus meinem Leben) adlı otobiyografisinde, dinî inancı kendisini güçlü bir şekilde göstermektedir:
Ben şimdiye kadar çok fazla şeyi tecrübe ettim -sevinç ve hüzün, gülümseten şeyler ve üzücü şeyler- ama bunların hepsinde Tanrı bana, zayıf çocuğuna yol gösteren bir baba gibi yol gösterdi (…) Yaşamımı sonsuza kadar O’na hizmet etmeye adamaya güçlü bir imanla karar verdim. Umarım Sevgili Rab bu isteğimi yerine getirmem için bana güç verir ve yaşam yolculuğumda beni korur. Bir çocuk gibi O’nun lütfuna sığınıyorum: O, hepimizi, başımıza gelebilecek tüm kötülüklerden koruyacaktır. O’nun ilahî arzusu olsun!2
Nietzsche, Pforta’da Grekçe ve Latince okudu. Okulun tarihsel bilime ve klasik metinlere verdiği önem, zaten matematikle arası hiçbir zaman iyi olmayan Nietzsche’nin potansiyelini ve hem çağının hem de eski çağların derin fikirlerini keşfetmesine neden oldu.
Yeni yeni gelişmeye başlayan eleştirel tarihî çalışmalar, Kutsal Kitap’ta3 bahsedilen yer, zaman ve olayların gerçekliğini sorgulamakla kalmıyor, aynı zamanda Kutsal Kitap’ın yazım tarzının ve içerdiği mucizelerin eski çağlardan kalan metinlerle benzerliklerini de gösteriyordu. Böylelikle, Kutsal Kitap’ın, tartışılması tabu olan ilahî konumu sarsılıyor ve Kutsal Kitap, insan ürünü antik bir efsane konumuna düşüyordu.
Bunun Nietzsche üzerindeki en önemli etkisi, Kutsal Kitap’a sadece ruhsal değil tarihsel gözlerle de bakmaya ve gitgide Hristiyan inancının tarihsel güvenilirliğinden şüphe duymaya başlaması oldu.4
Pforta’dan mezun olduğunda kuşkuları onu inançtan uzaklaştırmaya başlamıştı. Annesinin baskısıyla Bonn Üniversitesi’nde teoloji ve filoloji okumaya başladığında, inanç ona artan bir şekilde, arkasında nesnel bir gerçek bulunmayan, mantıksız bir his gibi görünmeye başlayacak ve nihayetinde “küçük pastör”, “Din, insanların çocukluğunun bir ürünüdür” deyip inançsızlığını beyan edecekti.5
Nietzsche annesiyle kız kardeşinin tüm ikna çabalarına rağmen teoloji okumaktan daha Bonn’dayken vazgeçmiş ve orada geçirdiği yılı bir kayıp olarak görerek 1865 yılında filoloji okumaya odaklandığı Leipzig’e geçmişti.
Çok geçmeden, Nietzsche’nin entelektüel gücü hocalarının dikkatini çekmişti. Klasik filoloji konusundaki yetkinliği hocalarının, Basel Üniversitesi’nin profesör kadrosundaki boşluğu doldurmak için henüz yirmi dört yaşında olan Nietzsche’yi önermelerine ve Nietzsche’nin hiçbir mülakata tabi tutulmadan Leipzig’de doktorasını tamamlamasına neden oldu.
Nietzsche, hayal edemeyeceği kadar kısa bir sürede birçok akademisyenin uzun yıllar beklediği kadroya sahip olmuştu. Otuz dört yaşında Basel’i terk edinceye kadar hayatını aralıksız olarak okul ortamında geçirecekti.
Ancak Nietzsche Basel’e atanmasıyla aynı dönemde, giderek filolojiye kısılıp kaldığını hissetmeye başladı. Onun ilgi duyduğu ve odaklanmak istediği konu, yaşamın nihai anlamı ve geleceğiydi. Felsefenin ve Nietzsche’nin uğraşması gereken asıl soru veya sorun buydu.
NİETZSCHE: “TANRI ÖLDÜ”NÜN POLİTİK MESAJI – LESLEY CHAMBERLAİN
Tanrı Öldü!
Tanrı inancının, daha doğrusu dinin reddi Nietzsche’nin düşüncesinin yapı taşıdır. Nietzsche’nin yüzleşmeye çalıştığı tüm nihai sorular bu reddi takip etmektedir.
Salaquarda, Nietzsche’nin ilk din eleştirilerini şöyle vurguluyordu: “Şüpheci bir yaklaşıma sahipti ama reddettiği dinî görüşlerin ve doktrinlerin doğru olmadığının kanıtlanabileceğini savunmuyordu.”6
Tarihî araştırmalar dinî iddiaları giderek izafileştiriyordu. Kutsal Kitap bir anda tüm dokunulmaz ve tartışmasız gizeminden sıyrılıp bilimin eleştirel merceği altına yatırılabilen, sıradan bir tarihî metin konumuna düşmüştü.
Ne var ki, 1880’den sonra Nietzsche’nin dikkatini dogmaların dayandırıldığı Kutsal Kitap ve tarihten çok, içinde yaşadığı çağ çekmeye başladı. İlerleyen bilim ve teknoloji, beraberinde farklı bir dünya görüşünü de geliştirmekte ve Orta Çağ’ın efsanevi düşünceleri mekanik rasyonalite ile yer değiştirmekteydi. Bu değişim sürecinde hem Kilise hem de dinî inanç, özellikle toplumun eğitimli ve elit tabakaları üzerindeki gücünü kaybetmeye başlıyordu.
Ancak Nietzsche, etrafını saran enerjinin hâlâ Hristiyan değerlerinin uzantısı olan, yeteri kadar ileri gidememiş bir devrim olduğunu sezmeye başlamıştı. Tanrı inancı sarsılmaz sanılan tahtından indirilmiş, eleştiriye ve redde açık konuma düşmüş, her bilinmeyeni açıklayan bir referans olmaktan çıkıp insanlığın derinden düşünmesini ve keşfetmesini engelleyen bir duvar hâlini almıştı.
Yani artık Tanrı kavramı modası geçen bir aksesuar, bir süs konumuna düşmüştü. Nietzsche’nin Şen Bilim’de Tanrı’nın mecazi ölümünü ilan edişi, felsefi bir argüman veya sonuçtan ziyade, dinin zamanın Avrupa’sında düştüğü kültürel konumun ifadesiydi.
Kitabın 125. paragrafındaki ünlü deli adam benzetmesi ile Nietzsche artık Tanrı’ya inanmayı bırakmıştır, ancak aslında attığı adımın arkasındaki tüm köprüleri yıktığını ve tüm bağları kopardığını ve sonsuz bir okyanusa açılmak üzere olduğunu fark etmeyen Avrupa’ya durumun ciddiyetini göstermeye çalışmaktadır.
Deli adam, sabahın ilk saatlerinde pazar yerine koşar ve Tanrı’ya inanmayan insanları şaşkınlık içinde bırakarak “Tanrı’yı arıyorum! Tanrı’yı arıyorum!” diye bağırır. Kalabalık onunla dalga geçer. “Kayıp mı oldu?” diye sorar birisi. Bir başkası, “Bir çocuk gibi yolunu mu kaybetti?” diye sorar. “Yoksa saklanıyor mu? Bizden korkuyor mu? Seyahate mi çıktı? İltica mı etti?”
“Tanrı nerede mi?” diye cevap verir deli adam ve tüm şaşkın bakışların arasında şunları sorar:
Size anlatayım. Onu biz öldürdük -sen ve ben! Hepimiz onun katilleriyiz! Ama biz bunu nasıl yapabildik? Denizi nasıl tamamen içebildik? Ufku tamamen silmek için süngeri kim verdi bize? Bu yeryüzünün, güneşinden bağını çözdüğümüzde ne yapıyorduk? Şimdi nereye gitmektedir? Biz nereye doğru hareket ediyoruz? Tüm güneşlerden uzağa mı? Boş uzayın nefesini hissetmiyor muyuz? Daha soğuk olmadı mı? Geceler bizi daha da sıkıştırır hâle gelmedi mi? (…) Tanrı öldü! Tanrı hâlâ ölü! Ve biz onu öldürdük! Kendimizi nasıl avutalım, tüm katillerden daha katil olan bizler? (…) Bu kanı üzerimizden kim silecek? (…) Bu eylemin yüceliği boyumuzu aşmıyor mu? Sırf hak ediyor görünebilmek için kendimiz tanrılar olmak zorunda değil miyiz?
Soruları bittiğinde ona şaşkınlıkla bakan kalabalık gibi sessizleşir. Elindeki feneri yere fırlatır ve kalabalıktan uzaklaşırken kendi kendine konuşmaya devam eder.
Çok erken geldim. Benim zamanım daha gelmedi. Bu heybetli olay hâlâ yolda, hâlâ dolaşıyor -insanların kulaklarına ulaşmadı. Şimşek ve fırtına vakit ister; yıldızların ışığı zaman gerektirir; eylemler, yapılmış olmalarına rağmen, görünmeleri ve duyulmaları vakit alır. Bu eylem hâlâ onlardan en uzakta olan yıldızdan da uzak -ve yine de bunu kendileri yaptılar!
Tanrı’ya inanmayı bırakmış olan kıta hâlâ attığı adımın boyutlarını ve sonuçlarını görememekte ve Nietzsche’nin deyişiyle, esintisiz ve pürüzsüz bir noktasında seyrettiği okyanusun sonsuzluğunu ve tehlikesini fark etmemektedir.
İşte bu noktada nihilizm doğmaktaydı. Yaşama bir bütün olarak anlam getirdiğine inanılan güneşin sönmesiyle, tüm fiziksel gerçekliğin ötesinde olan sabit bir referans noktası ve tüm atılan adımların nihai sonuçları da karanlık içinde kayboluyordu.
Birey, Hristiyan inancını reddettiğinde, Hristiyan ahlakını da reddetmiş oluyordu. Hristiyanlık bir sistem, tutarlılık gerektiren bir bütündü. Eğer birisi o sistemin temelini sağlayan inançtan, yani Tanrı’dan vazgeçerse, sistemin tamamını parçalamış olurdu. Hristiyan ahlakı bir emirdi; geçerliliği ve gerekliliği o emri verene dayanmaktaydı. Tanrı reddediliyorsa Hristiyan ahlakı da reddedilmeliydi.
Kaybolan sadece “doğru” ve “yanlış” değil, aynı zamanda “iyi” ve “kötü”, “çirkin” ve “güzel” gibi değer yargılarıydı. Çünkü bir şeye kötü demek sabit bir iyilik normunu temel almak demekti ve böyle evrensel bir temel sadece Tanrı’nın varlığı ile mümkün olabilirdi. Bu yüzden Tanrı ölünce, gerçek ve estetik de ölmüş oluyordu.7
Nietzsche’nin Tanrı ile birlikte öldüğüne inandığı ahlak, gerçek ve estetik, modernitenin ve modern dünya görüşünün yapı taşları idi. İnsanlar her ne kadar Tanrı’ya inanmasalar da, zayıflık ve ilgisizlik yüzünden yeni yerlere varmaktansa, Hristiyan değerlere ya da onlardan geriye kalanlara sarılmaya devam ediyorlardı.8
Tanrı ölmüş olmasına rağmen, gölgesi hâlâ üzerimizde dolaşmaktaydı. İşte deli adamın dikkat çekmeye çalıştığı şey bu tutarsızlık ve insanların etraflarını saran korkutucu ama bir o kadar da gebe boşluğu görmek veya kabul etmek istememeleriydi. En kısa zamanda bu gölge dağıtılmalı, insanlar “tüm değerlerin yeniden değerlendirilmesi” için kolları sıvamalıydı.
İnanç Maskesinin Arkasındaki Gerçek
Nietzsche’nin üstlenmek istediği rol de buydu. İnsanları sarsarak uyandırmak, o cesur yeni dünyaya geçmelerini sağlamak istiyordu. Ve bunun önündeki en büyük engel olan Tanrı inancı ve Hristiyanlık ortadan kalkmalıydı.
Nietzsche insanların en temel dürtüsünün “güç istenci” olduğu ve Hristiyan ahlakının temelinde “hınç” (ressentiment) yattığı fikirlerinden yola çıkarak, argümanlarını Hıristiyan inancını uygulayanların, bu inancın elçilerinin ve doktrinlerinin maskesini düşürmeye odakladı. Ahlakın Soykütüğü Üzerine isimli eserinde ahlak olarak tanımladığımız olgunun temelindeki her şeyin insandan kaynaklandığını kanıtlamaya çalışan tartışmalar ortaya atar. Üç makaleden oluşan kitap, iyilik, vicdan ve dindarlık anlayışımızın kaynaklarını göstermeye çalışır.
Ahlakın kaynağı olarak Tanrı değil de insan ve insanın konumu gösterildikten sonraki adım, varlığını ilahi bir sebebe dayandıran kilisenin gündeminin de insanlar tarafından oluşturulduğunu göstermektir. Bu yüzden Solomon, “Böbürlenen, kendini üstün gören bazı filozof ve teologlar için saygınlıklarını yitirmelerine, mantıklarının ve dindarlıklarının kişisel kıskançlıklara ve kızgınlıklara indirgenmesine sebep olan ad hominem bir argümandan daha kötü ne olabilir” der.9
Nietzsche için kilisenin tek bir amacı vardır: Güç sahibi olmak. Rahipler, günah ve gelecekteki yargı gibi konularda sürüyü sömüren parazitler gibidirler.10 Böylelerine güvenilmemelidir. Dinî inançlar ve Tanrı onların elindeki güç ve sermaye kaynağıdır.
Dolayısıyla bir Hristiyan için elde sadece İsa kalmaktadır: Ahlakın, inanan kişinin zayıflığından ve evriminden kaynaklandığı kanıtlanmıştır. İnanan kişinin hayatında yetkiye sahip olanlar da ya Kilise gibi kendi amaçlarına hizmet etmekte ya da Kutsal Yazılar gibi tarihsel araştırmalardan dolayı göreceleşmektedirler.
Ama İsa’nın kendisi bile inanç sahibi bir Hristiyan’ı kurtarmaya yetmeyecekti. Dindar kişilerin inandıkları İsa da bir efsaneden öte bir şey değildi. Tarih boyunca yanlış aktarılmış ve algılanmıştı. “Yalnızca biz, biz özgür ruhlar neredeyse iki bin yıldır yanlış anlaşılan bir şeyi anlamak için gerekli ön koşullara sahibiz”11 der Nietzsche Hristiyanlığın temel sorununa, yani Hristiyanlar tarafından sürekli yanlış anlaşılan kurtarıcı sorununa saldırırken. Deccal’de Tanrı’ya karşı en güçlü silahını çekmektedir Nietzsche: İsa, beden almış Tanrı, Mesih değil de, bir budala’dır.
Mesih Psikolojisi
Nietzsche “kurtarıcı tipinin/modelinin bizim elimize çok bozuk bir biçimde geçtiğine” inanıyordu.12 İlk olarak, bulundukları ortamdan dolayı, havarilerinin İsa’yı anlayamayacakları bir kategoride görmeleri imkânsızdı. Bu yüzden onu kavrayabilecekleri bir tipe sokmaları gerekiyordu; bu da Mesih, peygamber, dünyaya yeniden gelecek olan Yargıç’tı.13
İkinci olarak, gerçek İsa’yı fark etmekte başarısız oldular, çünkü İsa’nın kimliği üzerine kurgulanmış tarikatımsı adanmışlıkları İsa’nın daha önce hiç görülmemiş özelliklerini ortadan kaldırmıştı.14
Son olarak, havariler inançlarını savunma konumuna düştüklerinden, kırsal alanlarda sevgi mesajları veren vaiz İsa tiplemesinden, İsa’nın öğretilerine İkinci Geliş’ ve ‘Son Yargı’ gibi fikirler ekleyip öfkeli bir Tanrı tiplemesine geçtiler.15 Bundan dolayı Nietzsche “Hristiyanlığın kaynağının sorununa” son “çözüm” olarak, bu bozukluğun ötesine geçilmesine ihtiyaç olduğu önerisini getirir.
Nietzsche, böyle bir gündeme sahip ilk kişinin kendisi olmadığının çok farkındaydı. Pek çok araştırmacı İsa etrafında oluşmuş olan “mit”i çözümleyip gerçek olanı bulmaya çalışmıştı. Ne var ki Nietzsche “Dört Müjde’den 16 bir ‘canın’ tarihini çıkarmaya çalışmayı, durumu ciddiye almayan bir psikolojinin kanıtı olarak gördüğünü” ifade eder. 17
Bu “ciddiyetsiz psikoloji”ye sahip kişilere örnek olarak gösterdiği tek insan da “İsa’nın tipini açıklamak için kullanabileceği en uygunsuz iki kavramı, dâhi ve kahraman kavramlarını uygun gören, psikolojinin soytarısı” diye bahsettiği “Mösyö Renan”dır.18
Ziya Meral
Budala
Nietzsche Ve Dostoyevski Karşı Karşıya
NİETZSCHE: VE ÖNCELERİ “TANRI AŞKINA” YAPILAN ŞEYLER, ŞİMDİ PARA UĞRUNA YAPILIYOR
1 Pastör: Protestan din adamı
2 Hollingdale, Nietzsche: The Man and His Philosophy, 17
3 Buradaki Kutsal Kitap kavramı, Tevrat, Zebur ve İncil’i içeren ve Hristiyanların dinî kitabı olan “The Holy Bible”’ın çevirisidir.
4 Salaquarda, “Nietzsche and Judeo-Christian tradition”, Ed. Magnus ve Higgins, Cambridge Companion to Nietzsche, 92
5 Hollingdale, Nietzsche: The Man and His Philosophy, 20
6 a.g.e. 99
7 Nietzsche, The Will to Power, 423
8 Nietzsche, Anti-Christ, 162 ve Twilight of Idols, 80
9 Solomon, “Nietzsche ad hominem”, Magnus ve Higgins,. Cambridge Companion, 187
10 Nietzsche, Anti-Christ, 149
11 a.g.e. 160
12 Nietzsche, Anti-Christ, 154
13 a.g.e. 155
14 a.g.e. 155
15 a.g.e. 155
16 Buradaki ‘Dört Müjde’, İngilizce’de ‘Gospels’ denen ve İncil’in ilk dört bölümü olan Matta, Markos, Luka ve Yuhanna’dır. Bu dört bölüm, farklı yazarlar tarafından farklı kitlelere İsa’nın yaşamını ve öğretilerini anlatmak için yazılmış olan mektuplardır. Türkiye’de sıkça duyulan ancak gerçeklik payı olmayan dört farklı İncil olduğu fikri, İncil’in başındaki bu dört bölüm için Hristiyanların kullandığı isimlerin yanlış anlaşılmasından kaynaklanmaktadır.
17 a.g.e. 153
18 a.g.e. 153