Neden 14 Temmuz? Neden HAS Parti? Neden Leyla Zana? – Yetvart Danzikyan

Güçlü ve baskıcı iktidarlar böyle yapar. Bir “karadelik” olmaya çalışırlar. Tüm merkez-kaç kuvvetleri emen, emmeye çalışan, devletin/medyanın gücünü kullanarak geride bir posa bırakmak isteyen bir karadelik olmaktır amaçları. Böylelikle tüm siyasi hareketleri kontrol altına almak isterler. Bu, aslında totaliter bir eğilimin en güçlü ipuçlarıdır. Fakat bu içlerine çekmek istedikleri hareketleri rastgele seçmezler.
Egemenliklerine tehdit olarak gördükleri dinamikler, hareketlerdir hedef aldıkları. Siyasal Kürt hareketi işte tam da bu sınıfsal, AKP egemenliğini tanımayan karakteri nedeniyle hedeftedir. AKP’nin ne yaptığı, ortada. Ve bu cephede hayli zorlanacakları, büyük ihtimalle başaramayacakları da.

BDP ve DTK’nın 14 Temmuz Cumartesi günü Diyarbakır’da düzenlemek istediği mitinge önce valilik “izin vermedi”, sonra da devlet, tüm hışmıyla miting düzenleyen binlerce insanın ve milletvekillerinin üzerine yürüdü. Böylece bir milat daha geçildi. Siyasal Kürt hareketi sözkonusu mitingle Öcalan’a uygulanan tecridi protesto etmek istemekteydi. Devlet ise her zamanki gibi “önceden izin alınmaksızın gösteri, basın açıklaması yapılabilir” hükmüne rağmen yine “izin vermeyerek” yapacaklarına bir meşruiyet sağlamaya çalıştı. Bu meşruiyete sadece devletin yeni sahiplerinin inandığını söyleyebiliriz. Hükümet’in, daha doğrusu yeni devletin bu son marifetiyle AKP’nin Kürt Sorunu’nda statüko dışı hamleler yapacağı beklentisinin de artık herhalde tamamen sönümlenmiş olması gerekir. Ki zaten AKP medyası hariç tutulduğunda sanıyorum ki bu beklentide olanlar bir elin parmaklarını geçmemekteydi artık.

Tam da burada siyasal Kürt hareketinin neden 14 Temmuz tarihini seçtiği de anlamlı hale geliyor. Çoğunuzun bildiği gibi 14 Temmuz 1982, Diyarbakır Cezaevi’nde ölüm oruçlarının başladığı tarihtir. Ancak biraz daha ayrıntılı hatırlayabiliriz o dönemi. Diyarbakır Cezaevi’nde 12 Eylül darbecileri tarafından uygulanan vahşet, artık hepinizin malumu. 21 Mart 1982’de Mazlum Doğan’ın dava arkadaşlarına üç kibrit çöpü gösterdikten sonra intihar ettiğini de muhtemelen çoğunuz biliyorsunuz. Mazlum Doğan’ın intiharının ardından Dörtler’in, yani Ferhat Kurtay, Eşref Anyık, Mahmut Zengin ve Necmi Öner’in kaldıkları koğuşta kendilerini ateşe vermeleri de bilinir. Ancak tüm bu eylemlere rağmen Cezaevi yönetiminin işkenceye devam etmesi ve mahkumlara mahkemelerde siyasi savunma hakkı tanınmayışı, ölüm orucu fikrini doğurur. Eylemi başlatan Mehmet Hayri Durmuş’tur. Eylem sonucunda Durmuş ile birlikte Kemal Pir, Ali Çiçek ve Akif Yılmaz yaşamlarını feda etmişlerdir.

Kararın alındığı duruşmayı da hatırlamakta fayda var. Özgür Gündem gazetesine konuşan eski tutuklulardan İsmail Kino’nun anlatımına göre Durmuş mahkemede “Biz sizden bir şey istemiyoruz. Sadece siyasi savunmamız için kağıt ve kalem istiyoruz” demekteydi. Ancak bu kağıt ve kalemin bile çok görülmesi üzerine Durmuş ve arkadaşları ölüm orucuna başladıklarını mahkemede ilan ederler. Mahkemenin asker olan hakimi “Hayır Hayri, yapma, vereceğiz kağıt ve kalemi” diyor ama Durmuş’un cevabı net. “Artık çok geç. Veremezsiniz siz. Sizin evet ve hayırlarınızla hareket etmem. Taleplerimizi canımızı ortaya koyarak alacağız.” diyor Durmuş. 14 Temmuz’un seçilmesi ise Bastille zindanının basıldığı günden mülhem.

14 Temmuz böyle bir gün işte. Milat olması da bu yüzden. Evet o 14 Temmuz ile bu 14 Temmuz, devletin gaddarlığı açısından karşılaştırılamaz belki ama, otoritenin siyasal Kürt hareketine bakışında hiçbir farklılık olmadığı görülüyor. Tabanla neredeyse bütünleşen ve devletin boğucu/baskılayıcı kurallarını eylemlilikle aşan, aşmaya çalışan etnik-sınıfsal hareket, yeni devletin konsepti uyarınca boğulmaya, susturulmaya çalışılıyor.

Bu etnik-sınıfsal kavramı üzerinde bilhassa duruyoruz çünkü daha önce de, AKP’nin BDP’yi devre dışı bırakmaya çalışma nedenlerini sayarken, siyasal Kürt hareketindeki bu “ezilen/sınıfsal” damarın da etkili olduğunu söylemiştik. Çünkü bu damardır ki AKP’nin artık iyiden iyiye belirginleşen “devletli-baskıcı-otoriter” tavrını tanımıyor. Ve muhtemelen bu yüzden AKP de siyasal Kürt hareketini –aslında hiç de öyle bir dinamik olmamasına rağmen- bölmeye çalışıyor. Erdoğan’ın Leyla Zana ile görüşmesi sonrası BDP cephesinde görülen hayli düşük tonlu kuşkuyu yine Erdoğan’ın “BDP rahatsız oluyor, Zana’ya mahalle baskısı uygulanıyor, tehdit ediliyor, korkutuluyor” diye ilan etmesi ve harekette bir çatlak yaratmaya çalışması, biraz da bundandır. Not düşmekte fayda var, Zana zaten görüşmeye BDP’den farklı bir ajanda ile gitmemişti. Ve geçen hafta da vurgulamaya çalıştığım gibi Zana’nın yaptığı, 1 gram bile umut varsa, peşine düşmekti. İktidarın bunu kendi oyunları için kullanacağını bile bile. Öyle de olmuş görünüyor. Mevcut durumda Erdoğan’ın yaptığı Kürt hareketinde bir çatlak yaratmaya çalışmak, hedef aldığı kısmı AKP karadeliğinde kaybetmektir.

Güçlü ve baskıcı iktidarlar böyle yapar. Bir “karadelik” olmaya çalışırlar. Tüm merkez-kaç kuvvetleri emen, emmeye çalışan, devletin/medyanın gücünü kullanarak geride bir posa bırakmak isteyen bir karadelik olmaktır amaçları. Böylelikle tüm siyasi hareketleri kontrol altına almak isterler. Bu, aslında totaliter bir eğilimin en güçlü ipuçlarıdır. Fakat bu içlerine çekmek istedikleri hareketleri rastgele seçmezler. Egemenliklerine tehdit olarak gördükleri dinamikler, hareketlerdir hedef aldıkları. Siyasal Kürt hareketi işte tam da bu sınıfsal, AKP egemenliğini tanımayan karakteri nedeniyle hedeftedir. AKP’nin ne yaptığı, ortada. Ve bu cephede hayli zorlanacakları, büyük ihtimalle başaramayacakları da.

AKP karadeliği’nin bir diğer hedefi de HAS Parti oldu. HAS Parti, bilindiği üzere siyasal İslam içinden AKP’yi eleştiren bir hareket. Ajandalarındaki ana başlığı AKP’nin global kapitalizmin tam göbeğinde yer alması oluşturuyor. “Karunlaşmayacağız”, “Firavunlaşmayacağız” sloganlarıyla AKP’nin yoksulu ezen, yeni bir İslami burjuva sınıfı yaratan politikalarını hedef tahtasına koydular. Bunu da İslam içinden, -mevcut durumda artık iyice zayıflamış- eşitlikçi bir zeminden konuşarak yaptılar. Yani AKP’yi aslında yumuşak karnından vurmaya çalıştılar. Sayısal olarak iktidarı tehdit edici bir taban oluşturamasalar da argümanlarının o çevrede, yanu “yukarılarda” etkili olduğu anlaşılıyor. Zira AKP yola çıkarken vesayet rejimini geriletmenin yanısıra ülkenin egemen burjuva sınıfını da karşısına almış ve yoksullardan yana politikalar izleyeceğinin mesajlarını vermişti. Bunu da elbette İslami bir argümanla beslemekteydi. Gelinen noktada AKP’nin sendikalar, grevler, kıdem tazminatı gibi konularda -12 Eylül sonrasını aratmayacak biçimde- düpedüz egemen sınıfın dilinden konuştuğu, bunun için de devraldığı devletin baskı aygıtlarını pervasızca kullandığı ortadadır. Ve yine anlaşılıyor ki en çekindiği muhalefet dinamiklerinden biri de bu alanda İslam içi bir argümanla hedef tahtasına konulmaktır. Çünkü sadece devleti değil, İslami yorumu da tekeline almış durumda AKP. Ve İslami yorum ile dünyevi iktidarın birleştiği, üstelik de “ezen sınıf” haline geldiği rejimlerde, mutlaka İslam içinden de bir muhalefet türer. Ve kimi zaman iktidarı epey zorlar. Sayıca ürkütücü olmayan, ancak İslam içinden konuşması nedeniyle belli ki önümüzdeki dönemde AKP’yi zorlaması hayli muhtemel olan bu dinamik, tam da bu yüzden Erdoğan’ı harekete geçmeye sevketmiş olabilir. “Kurtulmuş Başbakan olacak” gibi senaryolar da muhtemelen bu işin siyasi magazini. AKP karadeliği ilk aşamada hedefine ulaşmış görünüyor. HAS Parti Genel Başkanı Numan Kurtulmuş, ne yanıt verir, AKP Kurtulmuş’a verdiği vaadleri yerine getirir mi, bilinmez. Ancak HAS Parti’nin büyük bir yara aldığı, hatta dağıldığı ortada. Aslına bakılırsa bütün bu olanlar HAS Parti’nin iddiasını sürdürmek isteyenler için yeni bir imkan da yaratıyor. Neyin AKP’yi korkuttuğu faş olmuştur. Dolayısıyla siyasal İslam hareketi içinde böyle bir imkanın varolduğu da ortaya çıkmıştır.

Sürecin tamamına baktığımızda ise görünen manzara şu: AKP, otoriter yönetimlerin “tıkanma/duraklama” dönemlerine özgü, “karadelikleşme” yoluna gitmeye hevesli görünüyor. Bu, bir iktidar için işlerin yolunda gitmediğinin göstergelerinden biridir esasen. Belki bu politikalarla kısa vadeli başarılar sağlanabilir ama orta vadede “yutulmak istenen” hareketlerde yeni bir direnç gelişir ve zamanla bu direnç, yeni ve güçlü muhalefet alanları, imkanları yaratır. (Yeni dönemde BDP’nin meşruiyetinin önceki yıllarla kıyaslanmayacak biçimde genişlediğini akılda tutalım) Ve aynı zamanda iktidar-muhalefet gerilimini yeni bir eksene taşıyarak aslında oyunu, iktidarın istemediği bir sahaya taşır. Oyun bugüne kadar iktidarın istediği ve güçlü olduğu “vesayet sistemiyle mücadele” alanında oynanıyordu. Şimdi yeni ve AKP’nin güçlü olmadığı bir alanda oynanma ihtimali var. Yani siyaset, yeni bir denkleme gebe.

Yetvart Danzikyan
16 Temmuz 2012, Radikal

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz