“Ne olursun yalana zorlama beni, sonra soğurum senden” Tanışma Anları – Tomris Uyar

Tomris UyarYalanlarla ne kadar içli dışlı ol­duğumuz, ayrımcıkları üstüne ince ince düşünmemizden belli değil mi? Yalanı yalnızca büyüklü­ğüne/küçüklüğüne göre değerlendir­mekle yetinmiyoruz, ona pembe ya da beyaz gibi renkler yakıştırıyoruz; za­rarlı mı, zararsız mı, hatta gerekli mi, gereksiz mi sayılacağını moral ölçülere vurmaya çabalıyoruz. Her yalanın ken­dince bir üslubu Var anlaşılan: kıtır, atı­lıyor; mantar, kesiliyor; maval, okunu­yor; palavra sıkılıyor sözgelimi. Bu ara­da atılan, kesilen, okunan ya da sıkılan yalanların hedefi ıskaladığı için kıvırtı-lanların şirinlik yüzünden hoş görüldüğü çıkıyor ortaya. Oysa aynı hoşgörü yalana inanana asla gösterilmiyor. O zavallı, enayi ya da avanak sıfatıyla ya­lanı ya yiyor, ya yutuyor.

“En yakınlarıma bile ayda kaç lira kazandıklarım, eşleriyle-dostlarıyla ara­larının nasıl olduğunu sormak gibi yalan-azdırıcı huylarım yok. O zaman in­sanlar bana neden durup dururken ya­lan söylesinler?” sorusundaki mantığı­mın geçersizliğini —ki hâlâ geçerli ben­ce— kavramam yıllar aldı. Kimbilir kaç kere enayi durumuna düşmüşümdür! Bazen, bu saf soruya takılmamdan ötü­rü bilmeyerek, bazen hatır için çiğ ya­lan da yutulur canım avuntusuyla bile bile… Pişman mıyım? Hayır… Karşı­nızda iflah olmaz bir yalancı varsa, bu özelliğini sırf üstünlüğünün tadını çı­karmak için kullanıyorsa, uğraşmaya değmez. Tabii sizden yalanını destekle­menizi beklemiyorsa, yalnızca atıp tu­tuyorsa.

Şu söylediklerimden, yalan söyle­meyi beceremediğim sonucunu çıkar­mayın. Kendilerine sorulan “En beğen­mediğiniz huyunuz nedir?” sorusuna, “Dürüstlüğüm, yalan söylemeyi asla be­ceremem” yanıtını verenlerin acıklı ma­sumluğuna bürünmektense düpedüz ahmaklığı, yani iyi dinleyici rolünü be­nimsemek daha kolay bence. Yaşamım süresince karşılaştığım, değişik, tınılar ve renkler seçmiş yalancıların tökezle­dikleri nokta ortaktı: dinleyicilerinin onlar kadar zeki olabileceğini hesaba katmıyorlardı. Bu büyüklenme duygu­su, desteksiz atışlarını gülünesi bir bo­yuta zorla vardırmalarına yol açıyordu. Hiç unutmam, akıllı başlı sandığım bir tanıdığım, sırf tepkilerimi sınamak amacıyla aynı gecede —on dakika için- de— beni önce frijid, sonra lezbiyen, en sonunda da feminist olmakla suçlamış, tam isterikliğimde karar kılacakken uy­gun bir dille kapı dışarı atılmıştı: bence beynine kan gitmiyordu; sigarasını bi­tirdikten sonra —tabii isterse yolda da içebilirdi— kalkıp evine kadar yürüse açılırdı belki.
Bu tür deneyimler, yalan söyleme­nin zahmetli, titizlik isteyen bir uğraş olduğunu öğretti bana. Önceleri de seziyormuşum ki sevdiğim kişilere, “Ne olursun yalana zorlama beni, söyleme­sine -bal gibi söylerim de- soğurum senden.” uyarısında bulunmayı aksat­mamışım. Belki de uydurma ya da kur­maca yeteneğimi bir tek insanı kandır­maya harcamaktansa birçok insanı inandırmaya yönelik bir meslekte de­ğerlendirmemde bu sezginin payı bü­yüktür. Yazarlık, uydurma yeteneği için biçilmiş kaftan. Ne var ki okuru­nuzu her dediğinizi yutmaya hazır bir enayi gibi görüyorsanız çuvallamanız kaçınılmaz. Nasılsa o sizin neyi, nasıl, ne adına uydurduğunuzu keşfetmiştir. Onun gönlünü kazanmak uğruna giriş­tiğiniz olmadık cambazlıklarda, günün gözde eğilimlerini kollama hevesinizde bir yalan kokusu olacaktır. Çok yeni bir yazar olsanız da aynı yazgıdan kur­tulamazsınız. Uydurduklarınızda tutar-sızsanız, ikinci kitabınız, birinciyi geri­ye doğru silebilir.

Uydurmakla yalan söylemek arasın­daki fark üstünde dururken en önemli ortak öğenin “tutarlılık” olduğunu be­lirtmek istedim. Şimdi, diyelim bir tek insanı kandırmak için canla başla bir yalan tasarlıyorsunuz. Tıpkı bir kurma­ca ürünü hazırlarcasına ya da kusursuz bir cinayet işlercesine çalışacaksınız. Crime parfait diye bir şey olamaz sap­lantısını bir kenara atın. Düşünün ki bizler, yalnızca failleri meçhul olmayan suçlardan haberliyiz, meçhul ustaları tanıma olanağımız hiç yok! İkincilerin yer aldığı dosyanın kabarıklığı yolumu­zu aydınlatabilir:
Kusursuz bir yalan işlemek istiyor­sanız; öyküyü iyi kurun:
a) Önce atmosferi saptayın. Kurba­nınızın nasıl bir ortamda gevşeyeceğini, silahsız kalacağını, bu uğurda sizin ne­ler yapabileceğinizi kendi kendinize sık sık yineleyin.
Sıra ayrıntılarda:
b) Önceden listesini çıkarttığınız ayrıntıların hangilerini yalanın bütün­lüğü içinde eriteceksiniz? Hangilerini “ağızdan kaçmış” izlenimini pekiştir­meye ayıracaksınız?
Yorulduğunuzun farkındayım. Ama bu kadar uğraştığınıza göre çaba­nıza değsin bari. Birkaç iş kaldı geriye.
c) Sahiciliğin baş koşulu sayılan içtenlik-sıcaklık / gerçekçilik – nesnellik/ uçukluk – marjinallik /popülerlik -benimsenirlik dengelerini iyi tutturdu­nuz mu? Sıralanış düzenleri değişse bile hepsi yerli yerinde mi? Bir daha bakın.

İşte vurucu an geldi: yalanınızın do­ruk noktası. Artık söyleyin de kurtu­lun barı.
Şeytansı sayılabilecek bir öykü kah­ramanı yaratmaya çalışırken bu sorular aklıma geldi. Onu ben uydurdum da yalanlarını uydurmak başlı başına bir sorundu. Günlük yaşamın “yalan­cı “sıyla yazarın uydurması arasına bir set çekmek nasıl güçtü! Dahası, öyküde yazar-sesinin yer almayacağına karar vermiştim. Okurun kulağına yalnızca öykü kişilerinin sesleri gelecekti, o ka­dar. Bu sinir yıpratıcı çaba sırasında si­yasilerimizi düşündüm. Hiçbirinin kendi kişisel mesleğindeki yeteneğini görememem bir yana, özü bir ölçüde “fark edilmez incelikte yalanlar” söyle­meye dayalı politikayı neden seçtikleri­ni kavrayamadım. Uydurma ya da kur­maca bilincine uzaktılar ama neden doğru dürüst gündelik bir yalan bile söyleyemiyorlardı? Yalanın “haysiyeti­ni” de umursamadıklarından mı?

Tomris Uyar
Tanışma Anları
Varlık Dergisi, Yıl 1996, Sayı 1065’de yayınlamıştır.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz