Yalanlarla ne kadar içli dışlı olduğumuz, ayrımcıkları üstüne ince ince düşünmemizden belli değil mi? Yalanı yalnızca büyüklüğüne/küçüklüğüne göre değerlendirmekle yetinmiyoruz, ona pembe ya da beyaz gibi renkler yakıştırıyoruz; zararlı mı, zararsız mı, hatta gerekli mi, gereksiz mi sayılacağını moral ölçülere vurmaya çabalıyoruz. Her yalanın kendince bir üslubu Var anlaşılan: kıtır, atılıyor; mantar, kesiliyor; maval, okunuyor; palavra sıkılıyor sözgelimi. Bu arada atılan, kesilen, okunan ya da sıkılan yalanların hedefi ıskaladığı için kıvırtı-lanların şirinlik yüzünden hoş görüldüğü çıkıyor ortaya. Oysa aynı hoşgörü yalana inanana asla gösterilmiyor. O zavallı, enayi ya da avanak sıfatıyla yalanı ya yiyor, ya yutuyor.
“En yakınlarıma bile ayda kaç lira kazandıklarım, eşleriyle-dostlarıyla aralarının nasıl olduğunu sormak gibi yalan-azdırıcı huylarım yok. O zaman insanlar bana neden durup dururken yalan söylesinler?” sorusundaki mantığımın geçersizliğini —ki hâlâ geçerli bence— kavramam yıllar aldı. Kimbilir kaç kere enayi durumuna düşmüşümdür! Bazen, bu saf soruya takılmamdan ötürü bilmeyerek, bazen hatır için çiğ yalan da yutulur canım avuntusuyla bile bile… Pişman mıyım? Hayır… Karşınızda iflah olmaz bir yalancı varsa, bu özelliğini sırf üstünlüğünün tadını çıkarmak için kullanıyorsa, uğraşmaya değmez. Tabii sizden yalanını desteklemenizi beklemiyorsa, yalnızca atıp tutuyorsa.
Şu söylediklerimden, yalan söylemeyi beceremediğim sonucunu çıkarmayın. Kendilerine sorulan “En beğenmediğiniz huyunuz nedir?” sorusuna, “Dürüstlüğüm, yalan söylemeyi asla beceremem” yanıtını verenlerin acıklı masumluğuna bürünmektense düpedüz ahmaklığı, yani iyi dinleyici rolünü benimsemek daha kolay bence. Yaşamım süresince karşılaştığım, değişik, tınılar ve renkler seçmiş yalancıların tökezledikleri nokta ortaktı: dinleyicilerinin onlar kadar zeki olabileceğini hesaba katmıyorlardı. Bu büyüklenme duygusu, desteksiz atışlarını gülünesi bir boyuta zorla vardırmalarına yol açıyordu. Hiç unutmam, akıllı başlı sandığım bir tanıdığım, sırf tepkilerimi sınamak amacıyla aynı gecede —on dakika için- de— beni önce frijid, sonra lezbiyen, en sonunda da feminist olmakla suçlamış, tam isterikliğimde karar kılacakken uygun bir dille kapı dışarı atılmıştı: bence beynine kan gitmiyordu; sigarasını bitirdikten sonra —tabii isterse yolda da içebilirdi— kalkıp evine kadar yürüse açılırdı belki.
Bu tür deneyimler, yalan söylemenin zahmetli, titizlik isteyen bir uğraş olduğunu öğretti bana. Önceleri de seziyormuşum ki sevdiğim kişilere, “Ne olursun yalana zorlama beni, söylemesine -bal gibi söylerim de- soğurum senden.” uyarısında bulunmayı aksatmamışım. Belki de uydurma ya da kurmaca yeteneğimi bir tek insanı kandırmaya harcamaktansa birçok insanı inandırmaya yönelik bir meslekte değerlendirmemde bu sezginin payı büyüktür. Yazarlık, uydurma yeteneği için biçilmiş kaftan. Ne var ki okurunuzu her dediğinizi yutmaya hazır bir enayi gibi görüyorsanız çuvallamanız kaçınılmaz. Nasılsa o sizin neyi, nasıl, ne adına uydurduğunuzu keşfetmiştir. Onun gönlünü kazanmak uğruna giriştiğiniz olmadık cambazlıklarda, günün gözde eğilimlerini kollama hevesinizde bir yalan kokusu olacaktır. Çok yeni bir yazar olsanız da aynı yazgıdan kurtulamazsınız. Uydurduklarınızda tutar-sızsanız, ikinci kitabınız, birinciyi geriye doğru silebilir.
Uydurmakla yalan söylemek arasındaki fark üstünde dururken en önemli ortak öğenin “tutarlılık” olduğunu belirtmek istedim. Şimdi, diyelim bir tek insanı kandırmak için canla başla bir yalan tasarlıyorsunuz. Tıpkı bir kurmaca ürünü hazırlarcasına ya da kusursuz bir cinayet işlercesine çalışacaksınız. Crime parfait diye bir şey olamaz saplantısını bir kenara atın. Düşünün ki bizler, yalnızca failleri meçhul olmayan suçlardan haberliyiz, meçhul ustaları tanıma olanağımız hiç yok! İkincilerin yer aldığı dosyanın kabarıklığı yolumuzu aydınlatabilir:
Kusursuz bir yalan işlemek istiyorsanız; öyküyü iyi kurun:
a) Önce atmosferi saptayın. Kurbanınızın nasıl bir ortamda gevşeyeceğini, silahsız kalacağını, bu uğurda sizin neler yapabileceğinizi kendi kendinize sık sık yineleyin.
Sıra ayrıntılarda:
b) Önceden listesini çıkarttığınız ayrıntıların hangilerini yalanın bütünlüğü içinde eriteceksiniz? Hangilerini “ağızdan kaçmış” izlenimini pekiştirmeye ayıracaksınız?
Yorulduğunuzun farkındayım. Ama bu kadar uğraştığınıza göre çabanıza değsin bari. Birkaç iş kaldı geriye.
c) Sahiciliğin baş koşulu sayılan içtenlik-sıcaklık / gerçekçilik – nesnellik/ uçukluk – marjinallik /popülerlik -benimsenirlik dengelerini iyi tutturdunuz mu? Sıralanış düzenleri değişse bile hepsi yerli yerinde mi? Bir daha bakın.
İşte vurucu an geldi: yalanınızın doruk noktası. Artık söyleyin de kurtulun barı.
Şeytansı sayılabilecek bir öykü kahramanı yaratmaya çalışırken bu sorular aklıma geldi. Onu ben uydurdum da yalanlarını uydurmak başlı başına bir sorundu. Günlük yaşamın “yalancı “sıyla yazarın uydurması arasına bir set çekmek nasıl güçtü! Dahası, öyküde yazar-sesinin yer almayacağına karar vermiştim. Okurun kulağına yalnızca öykü kişilerinin sesleri gelecekti, o kadar. Bu sinir yıpratıcı çaba sırasında siyasilerimizi düşündüm. Hiçbirinin kendi kişisel mesleğindeki yeteneğini görememem bir yana, özü bir ölçüde “fark edilmez incelikte yalanlar” söylemeye dayalı politikayı neden seçtiklerini kavrayamadım. Uydurma ya da kurmaca bilincine uzaktılar ama neden doğru dürüst gündelik bir yalan bile söyleyemiyorlardı? Yalanın “haysiyetini” de umursamadıklarından mı?
Tomris Uyar
Tanışma Anları
Varlık Dergisi, Yıl 1996, Sayı 1065’de yayınlamıştır.