İstanbul’la Aram Bozuk Bu Aralar
“Kadın, kente kapalıdır uyandığında – dünyanın neresinde olursa olsun. “Ev”i yaşama başlatma görevi yüzyıllardır ona verilmiştir çünkü. Belki perdeleri aralayıp havanın nasıl olduğuna bir göz atar: Ev halkının o havaya göre giyinmesini sağlayacak, eksikleri giderecektir çünkü. O arada gözüne ilişen görkemli bir ağacın ya da kenti saran pus tabakasının dikkatini dağıtmasına izin vermez, radyodan yükselen içli bir şarkıyla anılara sürüklenmez.
Sabah saatleri, onun o anda yapmak, sıraya koymak zorunda olduğu işlerle yüklüdür. Ev halkının nedense hep son ana ertelediği, son anda hesabını kendisinden sorduğu sorunla da uğraşır. Üniformanın bir düğmesi düşmüştür, pergel nerededir, görmüş müdür acaba? Pardösü, temizleyiciden gelmiş midir?.. Kendi ördüğü, dünyaya karşı savunduğu bu kozanın içinde, demli çay, kızarmış ekmek kokusuyla sarmalanmış, kraliçeliğin ve köleliğin çelişkili, buruk tadını çıkarmaya çalışır.
Herkes gittikten ev boşaldıktan sonra, bir yorgunluk çayı ya da kahvesi içerken kendine birkaç dakika ayırabilir ancak. Yüzünü inceler, kaşlarını alır, saçına bir biçim verir, o gün ne giyeceğini kararlaştırır; belki de aynaya bakıp dilini çıkarır, kimbilir… Ev kadını konumundaysa ola ki “Özel Bir Gün” filmindeki Sophia Loren gibi çok çocuk doğurup rejime hizmet ettiği için ideal anne ödülünü kazanan, Mussolini hayranı İtalyan anası gibi şöyle mırıldanır kendi kendine: “Şu yatakları toplayacak bir başka anne gerek, bir anne de bulaşıkları yıkamalı, bir de yorulacak bir anne gerek.” Yine de yanaklarına hafif bir allık sürmekten geri durmaz. Kentle buluşacaktır ya…
Kadınların süslenmesini; toplumca kabul edilme isteğine, bir çevreye yaranma, erkeklere ya da belli bir erkeğe güzel görünme çabasına yoranların gözden kaçırdıkları en önemli nokta, kadının artık nerdeyse içgüdüleşmiş bir alışkanlıkla tıpkı evini güzelleştirişi gibi dünyayı da güzelleştirme isteğidir. (Son yıllarda erkekler de bu gereksinimi duyuyorlar iyi ki.)
O yüzden de, sözgelimi Çayırbaşı kesiminde yaşıyorsa kentin, allı-morlu, iri güllü pantolon-şalvarının üstüne yeşil bir hırka geçirerek, başına kenarları iğne oyalı beyaz bir yemeni, onun üstüne çağdaş bir eşarp bağlayarak, bilmeden de olsa karşı çıkar evrensel renk uyumuna, yalnızca yaşadığı kent parçasına, alacalı kıyıya uyarlanır, cesur renklerle savunur varlığını (Oysa kocası, poturlu ve kasketliyken de kentli erkeğin uygun bulduğu gri renkten şaşmaz).
Fatih yöresinde, kadınların başlarını bağlamadan geçemedikleri sokaklardan birinde yaşıyorsa (evet, bugün!) solgun başörtüsünün altında kalan, görünmeyen saçlarını beliklerle güzelleştirdiğini varsayabilirsiniz.
Kent, her gün içli-dışlı olduğu kadının, yaşama kültürünü,beğenisini, hatta kilosunu, hatta yüz çizgilerini belirleyen bir aynadır. O kadarına ki, iyi bir gözlemciyseniz bir kadının hangi kentte büyüdüğünü, hangi kentle beslendiğini çabucak anlayabilirsiniz. Kentin hangi kesiminden geldiğini bile. Kültür düzeyini kestirebilmek için bir zamanlar tek ipucu, konuştuğu dildi ama bugün Türkçe artık kesin bir gösterge değil bu konuda: Televizyon Türkçesi en az ortaklaşayı belirledi bile.
“Bir kentin tarihini kavramanın en kestirme yolu,” diyor bir dostum, “o kentte doğup büyümüş bir kadının yıllar yılı esnafla ilişkilerinde kullandığı dili incelemektir. “Bu dildeki değişmeleri… Beşiktaş pazarındaki bir tezgahtan don-sütyen alan bir İstanbullu ile Bağdat caddesindeki bir mağazadan alışveriş edenin seçtikleri sözcükler ne gibi farklılıklar gösterir acaba? Bu fark kentle beslenen kadını, hemen her dilde kadın olarak tanımlanan kenti nasıl açıklar?
Beşiktaş pazarcılarına, kadına sır saklar akrabalar gibi yaklaşmalarını palabıyıklı da olsalar hafif kadınsı davranmalarını; öte yandan Rumeli Caddesi esnafına kadın müşterinin gözlerinin içine “erkekçe” bakmalarını öğreten gizli iletişim, yalnızca toplumsal sınıf ayrımından kaynaklanmasa gerek. Bir sokakta”Yenge” ya da “Bacı” olan kadın, iki sokak ötede “Hanımefendi” katına yükselebilir.
Şimdilerde bakıyorum da, doğduğum, yaşadığım, iliklerime kadar bağlı olduğum İstanbul’la bir besleme ve kalkındırma ilişkisi kalmamış aramızda. Bir nostalji canavarının eline düşmüş, yalnızca asimetrik iskeletiyle ayakta durabilen, gururu kırılmış bir kent artık İstanbul. Resmi tarihlere elbette bel bağlanmaz ama bu izlenimci tarihlere bel bağlanır anlamına gelmez ki. Nostalji canavarı, çok özel, çok kişisel ve özellikle yarım yamalak levanten bilgilerden bir tarih derlemeye çalışıyor bu aralar yaşamadığı, ya da en azından bir bölüğünü yaşadığı bir geçmişi bütünüyle yakıştırmaya çalışıyor bu kente: İnsansız bir geçmiş.
Hadi Ahmet Mithat Efendi’nin “günahkar Beyoğlu”su ile “saf Fatih”ini önemsemiyorsunuz, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Ahmet Rasim, Ahmet Hamdi Tanpınar, hele Sait Faik, hepten unutuldu mu? Beyoğlu’na dizilen müsamere lambaları, kafanıza düştü düşecek “mobil”ler, düzeltilmiş kaldırım taşları, eski tangolarla, valslerle kalkındırılmış eski “lokal”ler, korunmaya alınmış yapılar, kentin “dekoratif tarihi”ne (ne demekse!) kılıkılına bağlı sokaklar, şadırvan çevresindeki tıpatıp çiçek türleriyle özel alanlar neye yarayacak sonuçta? Oralara saydığım bu yazarların ve başka yazarların hiçbiri artık adım atamayacağına göre, aslına bakılırsa, yaşasalardı da adım atmayacaklarına göre, kent tarihinin en önemli bölümü, yaşanmış bölümü es geçilmiyor mu? İnsanları yani… Beyoğlu kalkındığında caddede salınacak Frenk giysili cicibeyler, Müslüman semtlerde dolanacak süzgün dilberlerle bıçkın kabadayılar nereden getirilecek? Televizyon dizilerinden ödünç mü alınacak yoksa?
İstanbul’la aram bozuk bu aralar. Ben onun istediği giysileri giyemiyorum, o bana yapay bir ağırlama sunuyor barlarında kafelerinde-çarşılarında. Kalkıp Balık Pazarı’na uzanmak var, Kabataş’taki kahvede bir çay içmek, Boğaz yolunda yürüyüp bir sigara tellendirmek… Genç yaşta bile kalçaları sarkan yine de o geniş kalçalara sıkı kot pantolonlar giymekten, enine çizgili tişörtlerini pantolonların üstüne çıkarmaktan, kulaklarına taktıkları inanılmaz ağırlıktaki küpelerle havalandıracakları kenti yerçekimine uğratmaktan gocunmayan genç kadınların -belki de haklı olarak yarattıkları- çağdaş metropol imgesini görmezden gelerek… (Kıyı köşede bir şeyler kalmıştır, birileri kalmıştır avuntusuyla oyalanmak daha kolay, neden yalan söylemeli bu kargaşada?)
Metropollerin ekonomik baskılar sonucu taşra kültürüne boyun eğmek zorunda olduklarını biliyorum ama İstanbul’un baştan bu kültürle başedecek bir apayrı kültürü yok muydu? Kafamı kurcalayan o.
Bir kadının bir kentle nasıl bütünleştiğini, nasıl onunla birlikte soluduğunu anlatan romanı Mrs. Dalloway’de sabahın erken saatlerini şöyle anlatıyor Virginia Woolf:
“Bond Sokağı büyülerdi; o mevsim, sabahın erken saatlerinde; uçuşan bayraklarıyla; dükkanlarıyla; ne bir su sesi; ne bir yakamoz; babasının elli yıldır takım elbise satın aldığı dükkanda bir top tüvit; bir-iki inci, buz kabı üstünde alabalıklar.
‘Hepsi bu kadar,’ dedi balıkçıya bakarak. ‘Hepsi bu kadar,’ diye yineledi eldivencinin vitrininde duralayarak. Savaş’tan önce kusursuz denilebilecek eldivenler vardı bu dükkanda. İhtiyar William amca, bir hanımefendi, pabuçlarıyla eldivenlerinden belli olur, derdi. Savaşın ortasında bir sabah, yatağında doğrulmuş, öbür yana dönmüş. ‘Artık dayanamayacağım,’ demişti. Eldivenler ve pabuçlar; kendisi eldivene pek düşkündü gerçekten, ama öz kızı, Elizabeth’i, hiç aldırmazdı böyle şeylere.”
Ev kadınlarının ördükleri kozayı küçümserken bir yandan hep aynı barlara, aynı güvenceli dost birleşmelerine gitmeyi özgürlük ve yiğitlik sayan, kentin getirebileceği belalardan korkmayı ilke edinip caddelerini boş bırakan, bir balıkçının sıcak bakışları karşısında bile kendilerini “meta yerine konmuş” sayan kadınlardan olmadığıma göre belki de artık tam anlamıyla bir kent sayılamayacak kadınsız İstanbul’la, tam anlamıyla bir kadın sayılamayacak kentsiz ben, ortak bir yazgıyı paylaşıyoruzdur.”
Çağdaş Şehir, Sayı 4, Haziran 1987
Tomris Uyar, Kitapla Direniş:
Yazılar, Söyleşiler, Soruşturmalar,
Yapı Kredi Yayınları, 2011, s. 246-9.