“Ne mutlu o insanlara ki bu dünyada fakirdirler” Gâvur Mahallesi – Mıgırdiç Margosyan

167

Diyarbakır’da o sabah lanetlenmiş bir gün başlamıştı. Bilemiyordum. Aslında başlangıçta benim için sıradan bir gündü. Sıradan bir sonbahar sabahı. Gözlerimi yeni açmış, burnumu daha yeni yeni karıştırmaya başlamıştım.

İşaret parmağımla burnumu karıştırırken bir taraftan da yattığım yerden evimizin direklerini sayıyordum: “Bir, iki, üç, dört, beş, altı…”

Türkçe saymayı bitirince bu kez de Ermenice saymaya başladım: “Meg, yergu, yerek, çors, hink, vetz…”

Evimizin, damımızın tüm ağırlığını bu birkaç yorgun ve cılız direk taşıyordu. Nedendir bilemiyorum ama, toprak damımızın bütün yükünü taşıyan bu direklere cılız omuzlarımla destek verip yardımcı olamadığım ve sırtüstü yattığım yerden sadece seyirci kaldığım için kendimi hep günahkar hissediyordum.

Yılların yıpranmışlığı içinde, yer yer çatlamış, eğri büğrü, şu zavallı, şu sıska, şu yaşam denen kavgada tahtakurularına yenik düşmüş, yorgun, bitkin, tükenmiş direklerimize olan güvenimi nasıl ve niçin kaybettiğimi de bilemiyordum. Korkuyordum, içimdeki bu korku, giderek sanki onlara karşı yapılmış saygısızlığa dönüşüyor gibiydi. Utanıyordum. Onlar da düşüncelerimi, duygularımı anlıyorlarmış gibi, öfkeli, eğri büğrü, şaşıca bakışlarıyla benimle alay ediyor, beni küçümsüyorlardı.

Yatağımda uzanmış, sabah keyfini sürdürüyordum. Bir kez de Kürtçe sayıyordum:

“Yek, dü, se, car, penç, şeş…”

“Car,” dördüncü direk, benim için daima korku ve endişe kaynağıydı. Diğerlerinden daha kambur ve yaşlıcaydı. Damımızın, loğ taşımızın ağırlığını en çok sırtında hisseden galiba oydu ve tıknefes soluyordu. Özellikle soğuk kış gecelerinde damımızın üstü kalın kar tabakasıyla kaplandığında, onun soluk soluğa nefes alışını duyar, ona çok acırdım. Her ne kadar Kürtçe’deki “car”, Ermenice “çare, derde deva” anlamına gelirse de; aslında car, car değildi, ama yine de iyi bir direkti.

Penç ve şeş, yani beşinci ve altıncı direklere gelince; onlar zaten ikizdiler. Bacı kardeş idiler. Biri diğerinin yarısıydı. Direğin birini uzunlamasına ortadan ikiye bölmüşler, birine penç, diğerine şeş demişlerdi. Evini, damını yapmaya kalkıştığında, direklerden birinin eksikliğini görünce, bir de paran pulun tükenmişse, oturup ağlar mısın? Yoksa güler misin? Hadi sen kendin gülersin diyelim, el alem ne yapar? Kahkahayı mı basar? Yoksa haline acıyıp, şöyle mi der:

“Vah, vah, zavallı adamcağız, bir dam yapmaya kalkıştı onu da beceremedi, bir direği eksik kaldı!”

“Bir direği eksik, damı açıkta kaldı.”

“Yazıklar olsun!”

“Sıke’nin evi, Sıke’nin damı yarıbuçuk kaldı, haberiniz var mı?”

O halde en iyisi, en kestirme çözüm, bir direği ikiye bölüp, birine penç diğerine şeş deyip ele güne rezil olmadan damı kapatmaktı.

Aslında bizim beşinci ve altıncı direklerimiz diğerlerinden daha genç ve daha kuvvetliydiler, ama ben yine de korkuyordum. Korkuyordum çünkü loğ taşımız çok ağırdı. Ben bizim loğ taşından daha ağır taş görmüş değildim. Hatta, değirmenci Kürt Uso’nun değirmen taşı bile belki bu kadar ağır değildi… En kötüsü bizim loğ taşı hep damdaydı, tüm ağırlığıyla oraya çökmüştü. Biliyordum, sonsuz bir savaş sürüyordu direklerimizle loğ taşımız arasında. Hissediyordum, bu savaştan eninde sonunda loğ taşımız galip çıkacaktı, taş yürekli loğ taşımız…

Emindim, adım gibi biliyordum, bir gün, hayır hayır belki de bir gece, daha doğrusu bir kış gecesinde, damımız karla kaplanınca, hatta kar loğ taşını da örtünce, işte o zaman direklerimiz yenik düşecek ve loğ taşı da tam benim, evet tam benim kafama düşecekti.

Kızıyordum, nefret ediyordum loğ taşımızdan. Loğ taşımıza kızdıkça direklerimize daha çok acıyordum. Anama, babama, kardeşime, bir de kedimiz Mestan’a acıyordum.

Direklerimiz, bizim direklerimiz neden böyle yarıbuçuk, sıska, eğri büğrü, çatlak, budaklı, inceydiler? Neden? Yoksa biz fakir miydik?

Peki, biz neden fakirdik? Babamın bunca çalışıp çabalamasına rağmen biz neden yine de fakirdik? Evet, evet bizim çok paramız maramız yoktu. Eğer zengin olursan evinin, damının direkleri de kalın, sağlam ve çok olur. Öyle yek, dü, se, cal, penç, şeş dediğinde hemen bitmez, saymaya devam edersin, “Heft, heşt, neh, deh,” daha sonra da onbir oniki onüç… say sayabildiğin kadar… O zaman loğ taşından da korkmazsın, hatta onlar senden korkar, seni gördüklerinde o kocaman loğ taşları girecek delik ararlar… Zengin evlerinde ne duvarlarda delikler olur, ne de duvarlar kerpiçtendir. Peki evimizin duvarları neden bu kadar delik deşik? Bu deliklerde akrep kaynardı. Akreplerin sipsivri iğneleri olur, soktuklarında karnın şişer, hemen ölürsün. Zengin çocukları da ölür mü? Onlar da ölür, onlar da ölür ama geç ölür. Dua edenler tez ölmez, çok yaşar, dua edenlere Tanrı istediğini verir, istediği her şeyi.

Altı yaşındaydım. Erkenden uyanmıştım. Yapacak işim de yoktu. Tanrı ile konuşuyordum:

“Tanrı baba, söyle şu loğ taşına evimizi terk etsin!”

“Tanrı baba, söyle şu direklere kırılmasınlar!”

“Tanrı baba, söyle şu yılanlara evimize gelmesinler!”

“Tanrı baba, akrepleri kov evimizden!”

“Bize ekmek ver!”

“Üzüm ver, kuru üzüm ver, pestil ver, ceviz de ver!” Siparişlerimin sonu gelmiyordu. İstedikçe daha çok istiyor, iştahım daha da kabarıyordu. İlk kez Tanrıyla bu kadar senli benli, ilk kez bu kadar iç içeydim. Bu güç her isteğimi yerine getirecek, ne istersem verecekti.

“Bize dut kutusu ver! Yumurta ver!”

“Süt ver! Bal da ver! Şeker de ver, badem de ver!”

“Kavun karpuz da isterim!”

“Oyuncak topaç isterim!”

Dileklerimi tamamlamış, artık isteklerimi sıralamaya başladığım sırada, küçük kız kardeşim ağlayarak uyandı. Kardeşimin sesine anam yer yatağında doğruldu, kalktı duvarda çiviye asılı duran gaz lambasına, daha doğrusu küçük idare lambasına yöneldi, fitilini biraz yükseltti. Işık, iki duvar arasında gerilmiş bezden bir salıncak çizdi. Salıncakta kız kardeşim ağlıyordu. Anam kız kardeşimi kucakladı, aldı, yatağa oturdu, memelerini çıkardı, birini kardeşimin ağzına zorla soktu, sesini kesti. Bu gürültü içinde benim de Tanrı ile olan konuşmam kesildi.

Odada üç kişiydik; ben, anam ve kardeşim. Babam yoktu. Babam senede birkaç kez Diyarbakır’ın yakın ilçe ve köylerine gider, oralarda çalışırdı. Köylülerin dişlerini çeker ya da onlara takım diş, altın diş yapardı. Köylüler, özellikle genç kızlar ve delikanlılar öndeki üst dişlerinden birini altın kaplatmayı çok severlerdi. Babama Kürtçe, dişlerine altın, “zer” yapmasını söylerlerdi;

“Dıraneme zer çeke.”

Aslında babam diş doktoru, diş tabibi falan değildi. Okul mokul da okumamıştı. Diş tabibi Mahmut Bey’in yanında birkaç yıl çıraklık, sonra da kalfalık yapmış, daha sonra da kendi kendine diplomasını vermişti. Köy köy gezip mesleğini sürdürüyordu. Adı dişçi Ali’ydi. Asıl adı Sarkis’di, köylüler neden Ali Usta, Dişçi Ali derlerdi bilemiyordum. O zamanlar altı yaşındaydım. Benim babamın adıyla uğraşacak halim yoktu, çok daha önemli kendi dertlerim vardı, arkadaşlarımla aşık oynayacak bir aşık kemiğim bile yoktu. Kuş avlamak için bir çatal bir de lastiği nereden bulup buluşturup “çatallastik” yapacağımı düşünüyordum. Her şeyi de Tanrı’dan istemek biraz da ayıp oluyordu doğrusu!

Babamın her köye gidişinde üzülüyor, dönüşünü sabırsızlıkla bekliyordum. Çünkü dönüşünde her zamanki gibi bana pestil, ceviz, kuru üzüm, bir de yabani aluç getireceğini biliyordum.

Evet, heyecanla onun dönüşünü bekliyordum. Kapımızın önüne gelip kısrağından inince, hoppala deyip beni kucaklayarak önce öpecek, sonra da atının üstüne oturtacaktı. Ben attan düşerim korkusunu yüreğimde hissedecek, ama bu duygumu kimselere belli etmeden, atın eyerinden tutacak, sonra da hızlı gitmesi için bacaklarımla atın böğrüne vuracaktım:

“Ço, ço deh mirat, ço”

At yürüyecek, ben “küçe”mizde, sokağımızda arkadaşlarıma caka satacaktım. Onlar da beni seyredeceklerdi. Binmek isteyecekler, bana yalvaracaklardı. Ama ben topacımı kıran komşumuz Pilo dayının oğlu Vanes’i bindirmeyecektim.

Ben hayallerimle yaşarken, anam kardeşimin karnını doyurdu. Uyuması için tekrar salıncağına yatırdı. Çabuk uyuması için de ipinden çekerek salıncağı bir sağa bir sola sallarken, sonsuz ve bitmeyen ninnisine başladı:

E, e, e, e. Ey, ey, ey, ey.

Monoton, yeknesak bu ninniden evimizin kedisi Mestan rahatsız oldu. Sönmüş olan odun sobasının yanından kalktı, bir sağa bir sola bakındı, gözleriyle daha rahat, daha az gürültülü bir yer aradı, esnedi, tüm vücudunu ön ve arka ayakları üstünde bir yay gibi gerdi, boynunu biraz uzattı, sonra sedire doğru yürüyüp minderle kıtık dolu yastığın arasına kıvrıldı, gözlerini kapadı.

e, e, e.

“Ey, ey, ey, ey.”

Anamın “ey, ey’lerine aniden karşı komşumuz Tumas dayının hırıltılı sesi karıştı:

“Hanım, Hanım, kız Hanım!”

Tumas dayı kendi avlularından veryansın ediyordu.

“Hanım, lao, kız Hanım!”

Anam sabahın kör karanlığında, Tumas dayının yüksek sesle kendisine seslenmesine pek anlam veremedi. Yine de “ey, ey’lerine son verip hızla ve telaşla kapıdan dışarı fırladı. Anamın bu zamansız susuşuna kardeşim içerlerdi, yine ağlamaya başladı. Kız kardeşimin bu cırcır böceği sesine en çok Mestan bozuldu. Yerinden doğruldu, kalktı, pençeleriyle sabah makyajını yaptı, saçlarını taradı, bıyıklarını düzeltti, kardeşime nazire yaparcasına üç kez miyavladı, karnını doyurmak için dışarı çıktı. Mestan’ın kapıdan çıkışıyla anamın deliler gibi içeri girmesi bir oldu, hatta Mestan bu arada galiba anamdan bir de tekme yedi. Ben yattığım yerden, ellerimi çıplak göbeğime koymuş oyunuma devam ediyor, hep aynı yönden direklerimizi saymayı sürdürüyordum:

“Bir, iki, üç…”

Dışarıda neler oluyordu? Tumas dayı neden bağırıp duruyordu? Anamdaki bu telaş, bu heyecan, bu korku, bu acelecilik neyin nesiydi? Beni hiç mi hiç ilgilendirmiyordu. Ama aynı şeyi anam için söyleyemeyeceğim. Kardeşimi kaptı, beni de ayaklarıyla dürterek bağırdı:

“Kalk! Kalk! Damımız çöküyor.”

Anamın aniden söylediği bu sözlerden hiçbir şey anlamış değildim. Ama anlaşılan onun da bana uzun uzadıya bir şeyler izah edecek ne hali ne de vakti vardı. Acele, telaş ve korku içindeydi. Benim yavaştan aldığımı görünce, panik halinde koluma yapıştı, çekti çıkardı beni yatağımdan. Kardeşimi göğsüne bastırarak, beni de kolumdan sıkıca tutarak avluya sürükledi.

Dışarıda alaca karanlıkta seçebildiklerimin arasında Tumas dayı, karısı Estığik Baco, diğer komşularımız Dikran dayı, karısı Bayzar Baco, ilk göze çarpanlardı. Peki ama bu kadar telaş, bu kadar patırtı nedendi? Diğer komşularımız Estedur dayı ve karısı Verto Baco, Keya dayı ve karısı Meryem Baco, kuyumcu Haço ve karısı Verjin Baco neden gelip gelip bizim avluda toplanmışlardı? Peki bu sonbahar sabahında neden bu kadar çok küfür ve beddua yağıyordu? Kime?

Kız kardeşim kocakarı Eğso Baco’nun kucağına yerleştirilmişti. Ben Verjin Baco’nun elinden tutmuş boş gözlerle bir odalı damımızı seyrediyordum. Aslında ilk bakışta biraz aptalca görünüyorsam da evimizin, damımızın çökeceğini bu hengame içinde anlamıştım. Zaten anam da söylemişti. Ama doğrusu artık işin şaka kaldırır yanı yoktu. Damımız yıkılıyordu; yatağımda düşlediğim gibi korktuğum başıma geliyordu. Ancak yine de çok mutluydum, çünkü avludaydım ve kör olası loğ taşı artık benim başıma düşmeyecekti.

Evimiz, damımız çökecekti; senelerin tecrübesiyle konuşuyordu komşumuz duvarcı ustası Tumas dayı.

“Ben ki çatırtıyı duydum, dışarı fırladım, anladım ki bu dam yıkılacak, hiç mümkünatı yok. Hiç çaresi yok.”

Sonra Dikro’nun kulağına eğilip fısıldıyordu:

“Bağh Dikro görisen, evin bağdadisi duvardan çığhtı çığhacağ.”

Tumas dayı kalın parmaklarıyla Dikro dayıya bağdadi dediği bir direği gösteriyor, işaret ediyordu. Gösterdiği direk, kerpiçten yapılmış duvarımızın içinden dışarı fırlamak üzereydi. Ben bu zavallı direği tanımıyordum bile. Tumas dayının konuşmalarından sezinlediğim kadarıyla bu direğin yük taşımadaki payı en az diğerleri kadarmış, onun yükü bayağı ağırmış. Ama bu direk bizim diğer direklerimize ihanet etmişti.

Anam yıkıldı yıkılacak denen odamıza aceleyle birkaç kez girip çıktı. Bir girişinde yerde serili duran yatağımızı topladı geldi. Bir diğer girişinde bakır sinimizi, tenceremizi ve leğenimizi çıkardı. Diğer yandan Dikro dayı ile kuyumcu Haço, anamın ceviz ağacından yapılmış çeyiz sandığını güç bela kapıp geldiler.

Evimizin tüm zenginliği o çeyiz sandığında saklıydı. Onun kocaman anahtarını anam bir yerlerde saklardı. Aslında misafir şekerlerine dadandığım için saklardı sandığın anahtarını. Misafirlere ikram edebilmek için saklanan, gizlenen o rengarenk kağıtlara sarılı İstanbul kökenli şekerlere bayılırdım.

Sıra yastığımızı, kilimimizi, idare lambamızı kurtarmaya geldiğinde anamın eve son bir kez daha dalma girişimini Tumas dayı onu eliyle çekerek engelledi:

“Yo, yo Hanım yavrum, dam çökmek üzere, girme!”

Anamın Tumas dayının sözlerine kulak asmaktan başka şansı yoktu.

Lanetli o sonbahar sabahında, çiseleyen yağmurla beraber loğ taşımızın ağırlığına dayanamayan direklerimiz, bağdadimiz sonunda yenilgiye uğradı. Damımız büyük bir gürültüyle bir anda değil, yavaş yavaş çöktü. Önce bağdadi kerpiç duvardan fırladı, sonra yek ve se, sonra car ile penç, sonunda da dü ile şeş çatırdayarak aşağı indiler.

Avluda toza dumana karışık yağmur yağıyordu.

Diyarbakır’ımızın ulu Tanrısı, şimdi evimizin tozunu, toprağını, samanını, yağmurun bereketine karıştırmış başımızdan aşağı serpiyordu.

Anam yağmura karışan gözyaşlarıyla çaresizlik içinde ağlıyordu. Komşu “baco”lar anamı teselliye çalışıyorlardı:

“Şükür, siz sağ kaldınız.”

Ben Verjin Baco’nun elinden kurtulup koştum, gidip anamın basmadan dikilmiş eteğine yapıştım, sarıldım, ama ağlayamadım.

O sonbahar sabahında ufacık yatağımda tatlı tatlı burnumu karıştırıp direklerimizle sohbet edip çocuksu hayallerimi zorlarken, direklerimiz için Tanrı’dan güç dilerken, nereden ve nasıl bilebilirdim ki, bizim Surp Giragos Kilisesi’ndeki ve üzerinde çarmıha gerili İsa Peygamber’in gümüşten kabartma heykeli bulunan, siyah kaplı kocaman İncil’in yaprakları arasında gizlenmiş Tanrım, benim tüm isteklerimin, tüm dileklerimin tamamen tersini yapacak, dahası, şeytanı anıştıran loğ taşma uyacak, fazladan da nankör bir bağdadi yaratacak ve başıma gökten evimizin tozunu dumanını yağdıracaktı; badem, tatlı ve şeker yerine…

Anam ağlıyordu. Tek tesellimiz, babamın köylerde ekmek kavgamızı sürdürüyor olmasıydı. Papaz Arşenin İncil’inden her pazar günü “İyilik yap, iyilik bulursun”, “Tanrı daima fakirlerin yardımcısıdır”, “Ne mutlu o insanlara ki bu dünyada fakirdirler, sonsuz mutluluğa önce onlar ereceklerdir” gibi sözler söyleyen İsa Peygamberimiz de ortalıkta gözükmüyordu.

O gün damımızın yıkıntısı içinden bana sanki alay eder gibi sırıtan loğ taşını, onun korkunç ağırlığını, çocuksu sıska cılız omuzlarımda hissediyordum. Evet, onun günah kadar olan ağırlığını sanki var gücümle ben taşıyordum. Senelerce, senelerce fakir damımızın yükünü taşıyan zavallı güçsüz direklerimiz meg ve yergu, üç ve dört, penç ve şeş gibi…

Mıgırdiç Margosyan
Kaynak: Gâvur Mahallesi

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz