Nâzım Hikmet ve Sanatçıların Vatandaşlık Sorunu – Memet Fuat

Ulusal sınırları aşmış, dünyaya açılmış sanatçıları bambaşka ölçülerle benimsemek gerekir. Onlar bütün insanlığın malıdırlar. Hiçbir ulus onları kendi ölçülerine gömemez.

Bizim klasiklerimiz var mıdır, yok mudur tartışmasının, Mevlânâ Türk klasiği midir, yoksa İran klasiği midir tartışmasına dönüştüğü yerde, Cemal Süreya’nın tatlı iğnelemesi, yalnızca gülümsetici değil, uyarıcıydı da :
“Mevlânâ’yı da mı Türk vatandaşlığından çıkartıyorlar?”
Bu sözün genel çağrışımı, Nâzım Hikmet’ten Gazi Yaşargil’e, birçok Türk aydınının T.C. vatandaşlığından çıkartılmalarıydı. Oysa ben birden Demir Özlü’yü düşündüm…
Cemal Süreya ile aşağı yukarı aynı yıllarda başlamışlardı yazdıklarını yayımlamaya. “A Dergisi” çevresinde yakınlıkları var mıydı, bilmiyorum. Pek yoktu sanırım. Ama birbirlerini izleyerek, kollayarak gelişen bir kuşağın çocuklarıydılar.
Belki Demir Özlü’nün vatandaşlıktan çıkartılışının yarattığı derin acı, belki de Nâzım Hikmet’in unutulup gitmiş vatandaşlık sorununun şu günlerde yeniden gündeme getirilmiş olmasıydı Cemal Süreya’ya bu iğnelemeyi yaptıran…

Bir sanatçı vatandaşlıktan çıkartılınca neden böylesine sarsılıyoruz?
Diyelim, Demir Özlü T.C. vatandaşlığından çıkartılınca ne değişiyor?
Bu soruya pek çok doyurucu yanıt verilebilir. Kişisel açıdan, toplumsal açıdan, hukuksal açıdan…
Ayrıca, bir insanın eylemleriyle bağlandığı, uğrunda nice sıkıntılara katlandığı ülkesinden koparılmak, uzak tutulmak istenmesi de çok acı… Ulus sevgisi, vatan özlemi, bunlar kolay kolay dinecek sızılar değil…
Ama bir sanatçı olarak Demir Özlü ne yitirir?

Picasso Fransa’da yaşadı yıllarca. İspanyol vatandaşı mıydı, yoksa Fransız vatandaşlığına mı geçmişti? Hiç merak etmedim. Bir iki kitap karıştırsam öğrenebilirim, ama ne gereği var! Neyi değiştirir?
Bir sanatçının vatandaşlıktan çıkartılması söz konusu olduğunda sarsılmamız, sanırım, daha çok kendi açımızdan. Ne kadar uygar, ne kadar insancı olursak olalım, ulusal gurur duygusunu aşamıyoruz.
Yalnız sanat alanında değil, her alanda böyle…
Einstein bir Türk olsa, ya da T.C. vatandaşı olsa, bundan herhalde büyük bir gurur duyardık. Spor karşılaşmalarında bile, ulusal bir başarı kazanıldığında havamız hemen değişiveriyor.
Türk soyundan olmanın ötesinde, T.C. vatandaşı olmanın da günümüzde ayrı bir değeri var. Naim Süleymanoğlu Bulgar vatandaşıyken de dünya şampiyonu bir Türktü, ama T.C. vatandaşlığına geçerek Türkiye adına yarışacak olması bambaşka bir anlam kazanıverdi.
Dünyanın en ünlü beyin cerrahlarından biri olarak anılan Gazi Yaşargil’in T.C. vatandaşlığından çıkartılmasına üzülmemiz neden? Ünlü bir beyin cerrahı olduğu gerçeği değişmiyor, Türk soyundan olduğu gerçeği de değişmiyor… Vatandaşlık yalnızca bir işlem… Ama üzülüyoruz, çünkü olaya başka bir açıdan, kendi açımızdan bakıyoruz. Başarılı kişilerin bizden olmalarını, aramızda olmalarını istiyoruz.

Cemal Süreya, “Mevlânâ’yı da mı Türk vatandaşlığından çıkartıyorlar?” diyor. Oysa Türk vatandaşlığı diye bir şey yok, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı var. Ama bu sözü söyleyebilmek için böyle bir kaydırma yapmak zorunda. Çünkü Mevlânâ zaten T.C. vatandaşı değil. İran diliyle yazan, Türk soyundan olduğunu söyleyen bir şair : T.C. vatandaşı olup olmamak diye bir sorunu yok. Yunus, Karacaoğlan, Pir Sultan, Dadaloğlu, evet, hiçbiri T.C. vatandaşı değil. Namık Kemal, Tevfik Fikret, bu ülke için yanıp tutuşmuş daha niceleri Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu göremediler, T.C. vatandaşı olarak kütüklere geçmediler.
Yoksa yanılıyor muyum, bu konuda kendiliğinden işleyen bir uygulama mı var : Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu görememiş olan, Osmanlı kütüklerinde kalan ölülerimiz, T.C. vatandaşı mı sayılıyorlar? Konunun öylesine dışındayız ki, bu soruya pek az kişi sağlıklı bir yanıt verebilir sanıyorum. Mevlânâ’nın, Yunus’un, Karacaoğlan’ın, Tevfik Fikret’in vatandaşlıklarını düşünmek kimin aklına gelir! Yaşadıkları dönemdeki bir Türk devletinin uyrukları, daha doğrusu, kullarıdırlar. Türk olmaları, Türk soyundan gelmeleri yeter onları benimsememize. Oysa bugün T.C. vatandaşlığına apayrı bir önem verildiğini görüyoruz.

İşin içine siyasa girince mi vatandaşlık böylesine önem kazanıyor? Bir Türkün başarısı soydaşlarını yüceltir, bir vatandaşın başarısı ise ülkesini yüceltir diye mi düşünülüyor? Siyasa adamları, yönettikleri ülkeyi, başka bir söyleyişle, yönetimlerini yüceltecek vatandaş başarılarına karşı daha duyarlı oluyorlar anlaşılan.
Ama bütün bunların ötesinde, vatandaşlığın, soydaşlığın ötesinde, çok daha üstün değer yargıları var.
Mevlânâ Türk olmuş, İranlı olmuş, ne değişir?
Mevlânâ Türk de olsa, İranlı da olsa, dünya görüşü, yaşam anlayışıyla, şairliğiyle nereye ulaşmışsa, gene orada durur. Ne daha yukarda, ne daha aşağıda…

Şu son kampanya yapılmasa, sorun yeniden gündeme getirilmese, bugün elli yaşın altındaki insanlarımızdan acaba kaçı Nâzım Hikmet’in T.C. vatandaşlığından çıkartılmış olduğunu aklının ucundan geçirirdi! Yanlış anlaşılmasın, böyle bir kampanya yapılmasa daha iyi olurdu demek istemiyorum. Konu başka. Nasıl Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan önce yaşamış sanatçılarımızın yapıtlarını okurken (ya da izlerken) hangi ülke uyruğu olduklarını kimse düşünmüyorsa, Nâzım Hikmet’in yapıtlarını okurken de hangi ülke uyruğu olduğunu kimse düşünmüyordu.
Bu onun ya da okurlarının sorunu değil, yakınlarının, dostlarının, arkada bıraktıklarının, bir de ülkemizde yasaların üstünlüğüne inanan, eski yeni her haksızlığı ortadan kaldırmayı vatandaşlık görevi sayanların, özellikle de hukukçuların sorunudur.
Siyasal baskılarla sanatın uzun süre denetlenemediğini biliyoruz. Namık Kemal’in, “Dünyanın merkezine atsalar da beni, yeryüzünü patlatır çıkarım,” diyerek yaptığı abartma, sanat yapıtları açısından bakarsak bir gerçeği yansıtıyor. Hiçbir baskı sanat yapıtları kadar uzun ömürlü olamıyor.
İkinci Dünya Savaşı yıllarında Nâzım Hikmet’e yapılan baskılar, sanırım, dünyanın pek az ülkesinde pek az şaire uygulanmıştır. Ama unutturulmak istenen şiirlerinin, yirmi beş otuz yıl gibi kısa bir sürede bütün dünyaya yayıldığı görüldü.
Sanatın karşı konulmaz gücü…
Nâzım Hikmet olayı bugün artık yerel bir siyasa olayı olmanın çok ötesinde, bütün yönleriyle, uluslararası bir kültür olayıdır…

Ne var ki, siyasanın gücünü kırmış, etki alanının ötelerine geçmiş olsalar da, bu tür sanatçıların bile, siyasal amaçlarla kullanıldıkları çok görülmüştür. Özellikle, demokrasi yolunda özgürlükçü davranışlarda bulunarak iyi bir izlenim yaratmaktan bir şeyler umanlar, kendilerini çoktan aşmış uluslararası sanatçılara içtenliksiz bir hoşgörüyle yaklaşırlar. Batılıların demokrasi anlayışını benimsemek isteyen, ya da ekonomik, siyasal nedenlerle benimsemek zorunda kalan, ama söz özgürlüğünün önemini gerçekten anlamamış olan yönetimlerde bu tür güven vermekten uzak, yapay yaklaşımlar her zaman yaşanabilir.

Ulusal sınırları aşmış, dünyaya açılmış sanatçıları bambaşka ölçülerle benimsemek gerekir. Onlar bütün insanlığın malıdırlar. Hiçbir ulus onları kendi ölçülerine gömemez. Kanımca, bugün, İngiliz şairi Shakespeare ne kadar İngiltere’ninse, ya da İspanyol şairi Lorca ne kadar İspanya’nınsa, Türk şairi Nâzım Hikmet de ancak o kadar Türkiye’nindir…

Nâzım Hikmet Üstüne Yazılar  (ss. 150-153)
Bu kitapta, 1965’ten 1998’e, otuz üç yıl boyunca, Memet Fuat’ın Nâzım Hikmet üstüne yazdığı yazılar bir araya getiriliyor.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz