Bugünlerde “akil insanlar”ın döne dolaşa tartıştığı iki örnek var: İspanya ve İrlanda. Oysa daha bu sonbaharda tarihin en uzun silahlı mücadelelerinden birine sahne olan bir ülkeye, Kolombiya’ya barış geldi, Marksist FARC gerilları tam 48 sene sonra silah bıraktı. Hükümet ile FARC arasındaki müzakereler gene Oslo’da yapılan toplantıyla başlamıştı. 1964’ten beri süren içsavaşın sona ermesi, bütün Latin Amerika’yı etkileyecek bir gelişme olduğu kadar, ABD’nin “arka bahçe” olarak bölgedeki Amerikan politikalarında köklü bir değişiklik anlamına geliyor. Adil bir barış için rehber niteliğindeki süreci dikkatlerinize sunuyoruz.
Kolombiya hükümeti ile FARC (Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri) arasındaki barış görüşmelerinin ilk ayağı Norveç, Küba, Şili ve Venezüella garantörlüğünde Norveç’in başkenti Oslo’da yapıldı. Taraflar, barış görüşmelerinin asıl ayağı olan ikinci tur müzakere sürecinin ise Küba’nın başkenti Havana’da düzenlenmesi konusunda görüş birliğine varırken, FARC-EP’nin önkoşul olarak ileri sürdüğü ateşkes ilan edilmesi şartı ise hükümet tarafından reddedildi.
Bunda, bugün hükümet güçlerinin elinin geçmişe oranla daha güçlü olması şüphesiz önemli bir etken. FARC, 2001 yılında 16 bin civarında olan gerilla gücünün 2012 yılında yaklaşık 8 bine gerilemesi ve son 1 yılda 3 önemli liderini kaybetmiş olmasına rağmen halen ülkenin kuzeyinde, Venezüella sınırına yakın bir bölgede İsviçre büyüklüğünde toprağı kontrol edebiliyor. Oslo görüşmeleri öncesi bir basın toplantısı düzenleyen FARC temsilcisi Ivan Marquez şunları söyledi: “Dünyada eşitsizliğin en yoğun yaşandığı 3. ülkeden, 60. paralelden, elimizde bir zeytin dalıyla geldik, siyasal çözümü ve bunun nasıl başarılacağını halk belirleyecektir.”
Barış mümkün mü?
Kolombiya hükümeti ile FARC heyeti arasındaki müzakere süreci beş temel konuda seyredecek gibi gözüküyor: 1. Topraklarına el konulan ve yurtlarından edilen köylülerin geri dönüşlerinin sağlanması; 2. Mağdurların hakları; 3. Uyuşturucu ticareti; 4. Silahlı çatışma ortamının sona erdirilmesi; 5. FARC’ın siyasal temsiliyeti.
Kolombiya’da çatışmalarla geçen elli yıl boyunca hemen hepsi yoksul köylülerden oluşan 6 milyon insan topraklarını terk etmiş durumda. ABD ve Hükümet destekli paramiliter güçlerce el konulan toprakların yaklaşık yarısında, çokuluslu şirketlerce petrol ve madencilik faaliyetleri yürütülürken, 21,5 milyon hektarlık tarıma uygun arazinin yalnızca 4,7 milyon hektarı tarımsal üretim için kullanılabiliyor. Tarım yapılabilecek alanların gittikçe daralması Kolombiya hükümetini her yıl 10 milyon ton gıda ithal etmeye zorluyor.
FARC-EP, kökleri 1960 yılı başlarındaki Bağımsız Köylü Cumhuriyetleri fikrine dayanan ve bunların en büyüğü Marquetalia Köylü Cumhuriyeti’nin 1964 yılında ordu tarafından dağıtılması ve köylülere uygulanan acımasız devlet terörüne tepki olarak yine aynı yıl Manuel Marulanda tarafından silahlı direniş örgütü olarak kuruldu. Toprak ağalarının egemenliğine ve feodaliteye karşı bir köylü direnişi olarak örgütlenen FARC’ın nihai hedefi hep sosyalizm oldu. Aslen bir topraksız köylü hareketi olarak doğan FARC için toprak sorunu, Kolombiya’daki sınıf mücadelesinin ana eksenini oluşturuyor. Kolombiya’nın tarihi boyunca süregelen toprak sorununu anlamak için istatistikî verilere kısaca göz atmak yeterli.
Kolombiya’da 500 hektardan fazla toprağa sahip olan ve tarım arazilerinin yüzde 62’sininin kontrolünü elinde tutan toprak sahiplerinin oranı genel nüfus içinde sadece yüzde 0,4 iken Alvaro Uribe yönetiminde geçen sekiz yılda özellikle uluslararası tekeller ve madencilik şirketlerince fonlanan paramiliter güçlerin yaptığı katliamlarla 8 milyon hektar tarım arazisine daha el konulmasıyla eşitsizlik daha da derinleşmiş durumda.
2010 yılında işbaşına gelen Kolombiya devlet başkanı Juan Manuel Santos’un toprak reformu vaadi de FARC için yasal bir soygun girişiminden öte bir anlam ifade etmiyor. Zira çatışmalı yıllar boyunca zorla el konulan topraklara yerleşen uluslararası tekellerin kuşatması altında olan yerel halk için elindeki bir avuç toprağı da tekellere satıp büyük şehirlerde sefalet içinde yaşamaktan başka bir seçenek bırakılmazken, toprak reformu adıyla sunulan yasanın yürürlüğe girmesiyle orman alanlarının bioyakıt üretimi için talan edilmesi, yeraltı zenginliklerinin ise petrol ve madencilik yatırımları için çokuluslu şirketlere peşkeş çekilmesi yasal kılıfa sokulmuş olacak.
Neoliberal istila
Neoliberalizmin laboratuvar ülkelerinden biri olarak seçilen Kolombiya’da bir ABD projesi olarak yürürlüğe konulan “Plan Kolombiya” ile ülke uluslararası tekellerin istilasına açık hale getirilmiş durumda. FARC’ın barış görüşmelerindeki temel taleplerinden birini de neoliberal politikaların sonlandırılması oluşturuyor. Bunlardan bazıları ABD ile imzalanan serbest ticaret anlaşmalarının iptal edilmesi ve “Plan Kolombiya” ile ülkeye yerleşen çokuluslu şirketlerin kovulması, toprakların yeniden paylaşılması ve direnen hak sahibi köylülere geri verilmesi.
Zira bu satırların yazıldığı esnada Puertogaitan kentinde petrol işçilerinin Canadian Pasific-Rubiales şirketine karşı yürüttüğü mücadele devam ediyordu. 12.500 işçi çalıştıran bu şirket her gün 250 varil petrol çıkarırken işçiler günde 16-21 saat çalışmaya zorlanıyor. Bu ise işçilerin 1920’li yıllardaki muz plantasyonlarından daha ağır koşullarda çalışmaları anlamına geliyor. Marmato’da altın madeni işleten Resource adlı bir madencilik şirketi ise tüm kenti bir altın madeni haline getirmiş durumda. Bu kentte de yerel halkın direnişi devam ederken, direnişe destek veren bir kilise papazı geçtiğimiz günlerde paramiliter güçlerce katledildi. Kolombiya’da bütün yer altı zenginlikleri, petrol, altın, demir, nikel tümüyle uluslararası tekellerin elinde ve ülkede bir ulusal ekonomiden söz etmek mümkün değil.
Kolombiya’nın askeri bütçesi GSMH’ye oranla dünyanın en büyüklerinden biri durumunda. Yılda 27 milyar peso silahlanmaya harcanırken, Kolombiya ABD’den en fazla silah satın alan 3. ülke konumunda. 330 bin askerden oluşan Kolombiya ordusunun yaklaşık 100 bini uluslararası tekellerin çıkarlarını ve tesislerini korumakla görevlendirilmiş durumda. Kolombiya, ABD ile imzaladığı “Serbest Ticaret Anlaşmaları” ile tam anlamıyla bir yarı sömürge statüsünde. Ülke 8 üs ile dünyada İsrail’den sonra ABD’nin en fazla askeri üs barındırdığı ikinci ülke durumunda. ABD medyasının Kolombiya’yı demokrasi konusunda “model ülke” olarak takdim etmesi ve diğer Latin Amerika ülkelerinin de izlemesi gereken bir örnek ülke olarak öne çıkarması elbette ki şaşırtıcı değil.
Çatışmalarla geçen elli yıl boyunca FARC-EP’ye yöneltilen ve başını ABD hükümetleri ile medyasının çektiği en büyük suçlamalardan biri de kokain ticareti yapmaktı. FARC-EP’nin uyuşturucu ticareti yaptığına dair bugüne değin hiçbir bağımsız kuruluşun tespiti ya da resmi bir raporu olmamasına rağmen bu propagandanın yaygın olarak kullanılmasının sebebi gerillanın hâkim olduğu bölgelerde yerel halkın tek geçim kaynağı olan “koka” ekiminin yaygın olarak yapılmasından kaynaklanıyor. Bu suçlama karşısında insanın aklına ister istemez Bolivya Devlet başkanı Evo Morales’in Birleşmiş Milletler toplantısında sarf ettiği sözler geliyor: “Kokadan iki kötü şey yapılır; Coca Cola ve Kokain. İkisini de biz yapmıyoruz. ABD yapıyor.”
Barış ve adalet arayışı
FARC gerillaları ile hükümet güçleri arasında elli yılı aşkın bir süredir devam eden çatışmaları sona erdirmek amacıyla ilki 1984 yılı olmak üzere sayısız kez barış girişiminde bulunuldu. Bunlardan FARC açısından en dramatik olanı ise şüphesiz 1984 görüşmeleri ve sonuçları oldu.
1985 yılında Kolombiya hükümeti ile FARC-EP heyeti arasında yürütülen barış görüşmeleri ve nihayetinde varılan uzlaşma ile FARC’ın çok sayıda lideri, seçim sürecine katılıp Komünist Partisi ile de birleşerek legal bir siyasi parti olan Union Patriotica’yı (Yurtsever Birlik) kurdular. Seçimlerden büyük bir zaferle çıkan Yurtsever Birliğin çok sayıda yerel ve ulusal yöneticisi ile kongre üyeleri, 8 milletvekili, 11 belediye başkanı ve 2 başkan adayı da dâhil yaklaşık 5 bin üyesi hükümet destekli paramiliter güçlerce katledildi. Union Patriotica fiziksel olarak yok edildi. 4 milyon köylü daha topraklarını terk etmeye zorlandı. FARC kırsala ve gerilla mücadelesine geri döndüğünü açıkladı.
Bundan yaklaşık on yıl sonra FARC-EP, dönemin devlet başkanı Pastrana ile askerden arındırılmış bir bölgede müzakere yürütmek üzere yeniden anlaşmaya vardı. FARC, barış görüşmelerine toplumsal desteği arttırmak amacıyla açık forumlar düzenledi, toplumun tüm kesimleriyle devleti demokratikleştirecek siyasal ve sosyal reformların neler olabileceğini tartışmaya açtı, uluslararası tekellerin elindeki stratejik öneme sahip işletmelerin kamusal mülkiyete alınması için kampanyalar yürüttü. Henüz müzakere sürecinin başlarındayken Pastrana, ABD başkanı Clinton ve daha sonra Bush’un baskılarıyla görüşmeleri aniden sona erdirdi ve ordusunu FARC’ın müzakereleri yürüten heyetini ele geçirmeleri için görevlendirdi. FARC liderleri ele geçirilemedi ancak görevi Pastrana’dan devralan yeni devlet başkanı ve paramiliter milislerin lideri Alvaro Uribe tarafından izlenen “kavrulmuş toprak” politikasının (İsyancı güçlerle çatışmaların devam ettiği tüm bölgeler ve yakın çevresinde her türlü yaşam ve geçinme olanaklarını yok etmeye yönelik kirli savaş politikaları) sahneye konması uzun sürmedi.
2007-2008 yıllarında bu kez Venezüella lideri Hugo Chavez’in de arabuluculuğu ile yeniden filizlenen barış umudu ise, yine trajik bir şekilde, FARC’ın üst düzey komutanlarından Raul Reyes ve heyette bulunan FARC mensuplarının tuzağa düşürülerek Kolombiya ordusunun Ekvador sınırında düzenlediği hava saldırısında katledilmeleri ile son buldu. Reyes, hükümetin ön şart olarak ileri sürdüğü bir grup savaş esirinin silahsız bölge olarak belirlenen Ekvador sınırında serbest bırakılması için FARC heyetine komuta etmek amacıyla orada bulunuyordu.
Son olarak geçtiğimiz Nisan ayı başlarında FARC “Barış için Kolombiyalılar” adlı bağımsız bir grubun da arabulucu olmasıyla elinde tuttuğu son on Kolombiya askerini de serbest bıraktığını açıkladı. FARC’ın elindeki savaş esirlerini serbest bırakması hükümetin barış görüşmelerine oturmak için öne sürdüğü ilk şarttı. Bu durum hem FARC’a hem de hükümete yakın çevrelerce barışa en yakın olunan, tarihi bir dönüm noktası şeklinde nitelendirilse de çok kısa bir süre sonra devlet başkanı Juan Manuel Santos bizimde otuz yıldır duymaya aşina olduğumuz bir açıklama yaptı: “Kolombiya’da FARC terörünün sonuna geldik.”
Sadece bu açıklama bile, üstelik bu sözlerin bir barış sürecinde dillendiriliyor olması, bundan önceki barış girişimlerinin neden devlet terörünün artmasıyla sonuçlandığını özetliyor gibiydi. Kolombiya’da devletin kökleşmiş sosyal ve siyasal sorunları adil ve barışçıl yöntemlerle çözmeye çalışmak yerine sorunu daha da kriminalize ederek bir “terör” ve “terörist” algısının ardına saklanması, elde ettiği dönemsel askeri başarıları da gerilla mücadelesinin sonunun geldiği şeklinde yorumlaması, FARC-EP’nin dünya tarihinde neden en uzun soluklu gerilla mücadelesi veren örgüt olduğu gerçeğiyle üst üste düşüyordu adeta. Devlet sorunu çözmeye çalışmıyordu; aslında becerebildiği kadar ötelemeye çalışıyordu o kadar.
Adil ve onurlu bir barış için
FARC’ın geçtiğimiz Nisan ayında ilan ettiği ateşkes ve elindeki son rehine grubunu serbest bırakmasının kökleri aslında biraz daha gerilere dayanıyor. 2005 yılı sonlarında Kolombiya devleti ile FARC arasında yürütülen barış görüşmelerinde karşılıklı ateşkes ilanı ve operasyonların sona erdirilmesi konusunda anlaşmaya varılmıştı. Devlet FARC ile vardığı uzlaşma sonucunda, 2006 yılından itibaren faşist paramiliter güçleri dağıtacağına dair söz verdi. Çetelerin varlığını sona erdirmek amacıyla Justica y Paz (Adalet ve Barış –bir nevi hakikatleri araştırma komisyonu) projesi hayata geçirildi ve ülkenin en büyük paramiliter örgütü olan Birleşik Kolombiya Savunma Güçleri (AUC) kamuoyu önünde silah bile bıraktı.
Ancak gerçeğin hiç de öyle olmadığının anlaşılması uzun sürmedi. Zira yasaya son dakikada eklenen bir madde ile çete faaliyetleri hakkında bilgi veren kişilere önemli oranda ceza muafiyetleri sağlandı. Son yirmi yılda 3 binden fazla üyesini faşist teröre kurban veren Sendikal Birlik (CUT) genel sekreteri Domingo Tovar Arrieta gelinen noktayı faşist çetelere “yasal kimlik kazandırma süreci” olarak değerlendirirken şu soruyu soruyordu: “Acı çeken aileler çocuklarının nerede ve ne zaman kör bir testereyle kesildiği ve parçalandığına dair ayrıntıları öğrenecek diye katillerin cezası neden affedilsin ki?”
Beş yıl boyunca devam eden parlamento soruşturmaları ve çete mensuplarının yargılanmaları sonucunda Kolombiya parlamentosunda faşist çetelerle açıkça işbirliği yapan yüzlerce milletvekili olduğu ortaya çıktı. Bu milletvekillerinin neredeyse hepsinin paramiliter güçlerin katliamlarıyla Devlet başkanı seçtirilen Alvaro Uribe’nin partisine mensup olmaları da elbette tesadüf değildi.
Beş yıllık süreçte sayıları 50-60 bin olduğu tahmin edilen paramiliter çete mensuplarından yalnızca 5 bini mahkeme önüne çıkarılabildi. Barış ve müzakere süreci olarak adlandırılan süreçte ise devlet destekli faşist paramiliter çetelerin cinayetleri hız kazandı. FARC üyeleri, sendikacılar, aktivistler, insan hakları savunucularının da aralarında olduğu yaklaşık 175 bin kişi öldürüldü; FARC’ı destekleyen yaklaşık 40 bin kişi de gözaltında kaybedildi. FARC bugün bu kirli savaş döneminde katledilen, gözaltında kaybedilen, yerinden yurdundan edilen tüm insanlar için gerçek ve adil bir yargılama yapılmasını ve bunun adının “devlet terörü” olarak resmen konulmasını talep etmeye devam ediyor.
Gelecek için sol birlik
Hayli hareketli geçen nisan ayı Kolombiya’da sosyal hareketlerin güç birliğine dayanan yeni bir sol parti kurulmasına da tanıklık etti: Consejo Patriotico Nacional. Köylü ve yerli hareketlerinden, öğrencilerden, insan hakları ve mahalle örgütlerinden oluşan irili ufaklı 1500 farklı muhalefet odağını bünyesinde toplayan birleşik partinin kuruluşu başkent Bogota sokaklarında yaklaşık 80 bin kişinin katıldığı coşkulu bir kutlama ile ilan edildi. Kolombiya solunun tüm renklerini kucaklama iddiasındaki partinin ilk amacı 2014 yılında yapılacak genel seçimlere katılmak.
Parti, ismini 1985 yılında FARC-EP önderliğinde kurulan ve birçok üye ve yöneticisi katledilen “Yurtseverler Birliği”nden aldığını özellikle vurgulama ihtiyacı hissetti. Buna rağmen hareketin önde gelenleri adlarının FARC ile değil, Bolivar ve Bolivarcı devrim ile birlikte anılmasını istiyor. Yeni partinin içinde feministlerden, çok uluslu şirketlere karşı direnen işçilere, LGBT hareketi aktivistlerinden, baraj inşaatlarına karşı çıkan köylülere kadar muhalefetin tüm renklerinin toplanmış olması acılı tarihi boyunca nice diktatörleri yıkmayı başarmış Latin Amerika halkları için umudun yeniden filizlenmesi anlamına geliyor.
Bahadır Durmaz
Express, sayı 133, Şubat-Mart 2013