Macide bir müddet olduğu yerde kaldı. Bedri’nin ayak sesleri halı döşeli salondan geçip merdivenlerde kaybolduktan sonra ortalığı yalnız Ömer’in kesik ve hafif iç çekişleri dolduruyordu. Genç kadın, kocasının bu haline uzun uzun baktı. İlk defa olarak içinde merhamet ve alakadan ziyade, hiddet vardı. Birkaç kere gidip onun kafasını, yüzünü yumruklamak ihtiyacı duydu. Kafasında, o eski ve daima cevapsız kalan sual zonklayıp duruyordu: “Ne hakla? Ne hakla? Bana bunu ne hakla yapıyor? Ben ne yaptım? Ben herkesin oyuncağı mıyım? Ne hakla!…” Ve bunları düşündükçe kızgınlığı daha çok artıyordu. Nihayet kendini tutamayarak Ömer’i omzundan yakaladı ve sarstı; biraz evvel Bedri kapıya doğru sendelerken çıkardığı feryada benzeyen bir sesle:
“Kalk!” dedi. “Kalk ve arkasından koş!.. Senin gibi bir deliye iyilikten başka hiçbir şey yapmamış olan bir insanı bu kadar yaralamaya nasıl cesaret ettin? Git!.. Ancak ondan sonra seninle konuşabilirim… Bedri’yi bulup yaptıklarına pişman olduğunu söylemeden benim yüzüme bakma… Ben de ancak o zaman senin yüzüne bakabileceğim… Aman yarabbi!.. Sen ne kadar alçalabiliyormuşsun?.. Ömer!.. Bu kadarını tasavvur edemezdim. Herkesten, bütün insanlardan, anamdan, babamdan böyle şeyleri umar, senden beklemezdim… Neler yaptığının, neler söylediğinin farkında mısın?.. Bana daha büyük bir fenalık edemezdin. Söyleyecek şey bulamıyorum… Çok fena yaptın Ömer… Ağlamak bir şey ifade etmez…”
Ömer başını kaldırdı. Gözleri kızarmıştı. Macide’ye uzun uzun batıktan sonra yerinden kalktı. Ellerini karısının omuzlarına koydu:
“Galiba hakkın var!” dedi. “Ben senden, daha doğrusu sizden şüphe ettikten sonra nasıl yaşarım? Şu sözlerin insanı daha çok kuşkulandırabilirdi… Fakat bana yalan söylemediğini ispat etti. Git, Bedri’yi bul ve af dile demekle korkacak ve utanacak hiçbir şeyiniz olmadığını bana gösterdin! Evet, gideyim… İnanmak, itimat etmek lazım…”
Birdenbire tekrar değişti. Gözleri odaya ilk girdiği zamanki dalgın ve bulanık hali aldı. Maddi bir acı ile kıvranır gibi:
“Fakat nasıl inanmalı?.. Kendime inanmadıktan sonra… Bir gün içinde, birkaç saat içinde kendimin ne çirkef olduğumu öğrendikten ve yirmi altı seneden beri saklamaya muvaffak olduğum aşağılık ruhumu bir karış önümde gördükten sonra, kim olursa olsun, bir insana inanmak mümkün müdür? Benden bunu nasıl istersiniz?… Fakat lazım… Mademki sen istiyorsun, şimdi gider Bedri’ye yalvarırım… Herkesin benim kadar kepaze olması şart mı? Belki siz başkasınız… Bir insandan haksız yere şüphe etmek en korkunç şeydir. Aldanmak pahasına da olsa bunu yapmamalı. Şimdi gidiyorum!”
Hemen kapıya koştu. Tekrar geriye döndü. Macide’nin ellerine sarıldı. Onları ağzına götürerek öpmeye başladı. Bu sırada genç kızın ellerini çekmek için yaptığı ufak, fakat kati bir gayreti fark ederek gözlerini ona çevirdi:
“Eyvah!..” dedi. “Bunu ilk defa yapıyorsun… Asıl korkunç tarafı, farkında olmadan, içinden gelerek yapıyorsun… Macide… Seni de kaybetmeye başladım… Öyle ya, belki… Neden kaybetmeyeyim?.. Sen benim neyime bağlısın? Güzel huylarıma mı? Bulunmaz meziyetlerime mi? İkimizin ayrı dünyaların malı olduğu muhakkak… Yalnız seni deli gibi seviyorum… Bu kadar… Fakat şimdi? Şimdi bunu iddiaya cesaret edebilir miyim? Hakkın var! Ancak hiçbir şüpheye meydan vermeyecek kadar seni sevdiğim takdirde senden bir şeyler bekleyebilirdim. Şimdi kendini benden uzak hissetmen pek tabii… Fakat ben buna tahammül edemem… Söyle… Ne yapmam lazım?.. Macide, karıcığım, bak, sana bir arkadaş gibi soruyorum… Seni tekrar kazanmam için ne lazım? Bana teker teker say ve ben teker teker yapayım!.. Evet, söyledin ya!.. Hemen gidiyorum. İcap ederse onun ayaklarına da kapanacağım… Bunu senin için yaptığımı da söyleyeceğim… Hakkın var… Bedri kendisinden şüphe edilmeyecek kadar iyi bir insandır… Hemen gidiyorum…”
Koşarak dışarı fırladı ve aynı hızla merdivenleri indiği duyuldu. Macide kendini arka üstü yatağa attı. Birkaç dakika kımıldamadan, bir şey düşünmeden, muayyen bir yere bakmadan öylece kaldı. Birdenbire boğazına hafif bir gıcık geldiğini ve gözlerinden farkında olmadan yaşlar boşanmaya başladığını hissetti. Bu, öyle hummalı, hıçkırıklı, buhranlı bir ağlayış değildi. Bir yerde biriktiği anlaşılan gözyaşları, kendilerine dökülecek bir mecra bulmuşlar, gayet sakin, hatta biraz tatlı bir şekilde iki yanağından yastığa süzülüyorlardı.
Macide şakaklarında ve kulak memelerinde hafif bir gıdıklanmadan ve bilek damarlarını kesen bir adamın kan fışkırdıkça gömüldüğü garip gevşeklik ve rahatlığa benzeyen bir histen başka bir şey duymuyordu. Nefesleri derin ve seyrekti. Ciğerlerine çektiği her hava yığını göğsünde birazcık titriyor, fakat bu, hıçkırıktan ziyade tatlı bir iç çekişe benziyordu.
Kırmızı abajur gözlerinin önünde küçülüp büyüyor; ışık, yaşlarla karışıp yedi renge bölünüyor ve tavana doğru ufaklı büyüklü renk halkaları halinde yükseliyordu. Sessizlik kulağında zonklamakta ve yalnızlık alnına ağır bir taş gibi çökerek kafasını yastığa gömmekteydi.
Böylece ne kadar yattığını bilmiyordu. Bir gürültü ile kendine geldi. Derhal doğruldu ve ayaklarını karyoladan aşağı uzattı. Gözlerine ilk çarpan şey, bacakları oldu. Eteği sıyrıldığı için çıplak dizleri ve bunların biraz altında kıvrılıp bir lastikle tutturulmuş olan ten rengi çorapları ona bir yabancıya ait şeylermiş gibi geldi. Yere atladı ve aynaya sokulup yüzünü de görmek istedi, fakat bu sırada kapıya vuruldu. Macide kendini dalgın halinden uyandıran gürültünün ne olduğunu derhal anladı. Kimdi acaba? Yavaşça sokularak kapıyı araladı ve geriye çekildi.
Dışarıda otuz beş kırk yaşlarında, zayıf, sarı yüzlü, fakat oldukça temiz giyinmiş bir kadın, duruyor ve içeri girmekte tereddüt ediyordu. Macide ilk anda onu bir yerden tanıdığını zannetti. İçinde fena bir seziş vardı.
“Kimi aradınız?” diye sordu.
Yabancı kadın odaya çabuk bir göz attıktan sonra gayet keskin ve kati bir eda ile:
“Sizi!” dedi.
“BuyrunL Bir şey mi söyleyeceksiniz?”
Kadın içeri girdi. Macide onun elbiselerinin, alacakaranlıkta göründüğü kadar iyi vaziyette olmadığını tespit etti. Siyah ipekli entarisinin koltukaltlarının rengi atmış ve bazı yerleri göze çarpacak kadar parlamaya başlamıştı. Atkılı iskarpinleri biraz çarpık, fakat yeni boyanmıştı. Sık sık nefes alışı ve içinde herhangi acılı bir yer varmış gibi ikide birde yüzünü buruşturması pek sıhhatli olmadığını gösteriyordu. Macide söyleyecek söz bulamayarak sorucu gözlerle ona bakıyordu. Nihayet karşısındakinin ısrarlı sükûtuna dayanamayarak başını çevirdi. O zaman ziyaretçi kadın:
“Ben Bedri’nin ablasıyım!” dedi.
Macide birdenbire döndü:
“Siz mi?” diye sordu ve sözüne devam edemeyerek önüne baktı. Kadın tekrar başladı:
“Ne vakitten beri buraya gelmek istiyordum. Sizi yalnız görmem lazımdı. Aklı başında bir insan olduğunuzu, ne yalan söyleyeyim, pek zannetmiyordum. Onun için kendime hâkim oldum. Rezalet çıkmasın, kardeşim de üzülmesin dedim. Fakat her şeyin bir haddi var… Siz ne biçim insanlarsınız… Şimdi bakıyorum, yüzünüz hiç de fena bir kıza benzemiyor. Fakat yaptıklarınızı kendiniz beğeniyor musunuz?”
Macide bir şey anlamadan şaşkın şaşkın dinliyordu. Kadın oturmak için bir iskemle çekti, sonra vazgeçerek gene ayakta devam etti:
“Kızım… Kimsenin işine karışacak değilim. Canınız istediği gibi yaşarsınız… Fakat âleme zarar vermemek şartıyla… Kardeşimin bir aile geçindirmeye mecbur olduğunu herhalde biliyordunuz, öyle olduğu halde hangi vicdanla onun varını yoğunu, bütün kazancını, anasının ve ablasının nafakasını elinden alıyorsunuz? Onu masum buldunuz diye işi bu kadar ileri götürmek doğru mu?”
Macide daha beter şaşırdı. Kendini toplamaya çalışarak ve ani bir hiddetle yüzü kıpkırmızı olarak:
“Bunları kardeşinizle konuşsanız daha iyi değil miydi?” dedi.
Kadın derhal bir buhran geçirecekmiş gibi sinirli hareketlerle yüzünü oynatarak cevap verdi:
“Bedri ile mi? Onunla konuşulur mu? O yedi kat göklerde uçuyor. Ne zaman laf açacak olsam: ‘Aç mısınız? Çıplak mısınız? Beni kendi halime bırakın!’ diye söyleniyor. İnsan karnı doyunca ihtiyacı biter mi? Hem ne hakkınız var? O bizim kardeşimiz, oğlumuz, sizin ona yük olmaya ne hakkınız var? Karı koca aptal oğlanı buldunuz da soyup soğana mı çevireceksiniz? Ben de sizi bir şey zannediyordum… İki seneden beri bahsedip dururdu: ‘Aman anne, aman abla, Balıkesir’de bir talebem vardı. Şöyle kibar, şöyle güzeldi! Hiçbir yerde bu kadar mükemmel bir kız bulunmaz… Fevkalade!’ diyordu. Hatta o zamanlar, galiba bu kıza tutuldu, evlenmeye filan kalkacak diye korkmuştuk. Sonra araya zaman girdi, Balıkesir’e dönmedi. Yavaş yavaş da bu lafların arkası kesildi… Biz de gözden ırak, gönülden ırak dedik. Meğer başımıza gelecekler varmış. Birdenbire sizin lafınız yeniden başladı. Artık o kadar coşkun değildi tabii ‘Anne, o kız evlenmiş, hem şu bizim Ömer’le evlenmiş… İnşallah mesut olurlar!’ diyor, fakat içten içe eridiği de belli oluyordu. Durup dururken lafınızı açar: ‘Galiba çok sıkıntı çekiyorlar, şu Ömer de bu kadar parayla ne diye evlenir acaba?.. Kıza yazık değil mi?.. Fakat iyi çocuktur, inşallah bahtiyar olurlar!’ diye tuttururdu. Birkaç kere de ağzından kaçırdı: ‘Ben elimden gelen yardımı yapıyorum ama, vaziyetlerini düzeltmeye imkân yok ki!’ diyerek size para verdiğini ortaya döküverdi. Pek saftır, böyle şeyleri de hiç saklayamaz… Aaa! Kan beynimize çıktı. Lakin kızmasın diye ses çıkarmadık. Gel zaman, git zaman, bizim Bedri değişiverdi. Eskiden çantasında ne varsa ortaya dökerken şimdi beş kuruşun hesabını sormaya, para isteyince: ‘Ne yapacaksınız?’ diye istintak etmeye başladı. Birkaç gün sabahları o uyurken çantasını yokladım, üç beş lirası vardı. Akşamları gelince gene bir aralık çantaya göz attım, ufaklıktan başka bir şey yok… Hamdolsun, kardeşimiz ayyaş değildir, çapkınlığı yoktur… Hemen aklıma siz geldiniz! Evlense bu kadar fena olmazdı… Gelin bile onu senin kadar elimizden alamazdı. Ne oluyor? Dağ başında mıyız?”
Adamakıllı heyecanlanmış ve bu yüzden nefesi daha çok daralmaya başlamıştı. Hiç istemediği halde bir iskemleye çöküp oturmaya mecbur oldu. Macide hâlâ karşısında ve ayakta duruyor ve söylenenlerden bir şey anlamıyordu. Her kelimeyi teker teker duyuyor, bunların kafasında muayyen levhalar yarattığını fark ediyor, fakat hepsini toparlayıp muayyen bir mana çıkarmak elinden gelmiyordu. Bunun için, verecek cevap da bulamıyor, ikide birde, düşmemek için, masanın kenarına yapışarak karşısındakine bakıyordu.
Bedri’nin ablası hafif ve hasta bir sesle, kesik kesik, tekrar başladı; bir ahbabına herhangi bir dedikodu naklediyormuş gibi tabii ve kaygısız bir eda ile:
“Kardeşimin istikbali meselesi, arkasını bırakmaya gelmez diye bu hasta halimle sokaklara düştüm. Haftalardan beri dolaşmadığım yer kalmadı. Burayı buluncaya kadar akla karayı seçtim. Ama o zaman gelip sizi görmedim. Neyin nesi imişler bakayım diye tahkikatımı derinleştirdim. Şehzadebaşı’nda sokak sokak dolaşıp teyzeniz midir, nedir, onları buldum. Kadıncağız meğer dertli imiş, açtı ağzını, yumdu gözünü, ‘Aile namusumuz bir paralık oldu, bizim öyle akrabamız yok!’ diye bağırdı. Az daha bayılacaktı. Nur yüzlü bir enişteniz var, onu da gördüm. Zavallı adamı da çarpmadan edememişsiniz: ‘İki aylık yemek içmek parası seksen lira borcu vardı, bir kere gelip elimizi öpmeden, hakkınızı helal edin demeden defolup gitti… İki elim yakasındadır!’ diye beddua ediyor…”
Macide daha fazla tahammül edemeyerek olduğu yere yuvarlanıverdi. Düşerken sol eliyle iskemleye tutunmak istemiş, fakat muvaffak olamayarak daha beter sendelemiş ve alnını masanın köşesine çarpmıştı. Bu darbenin tesiriyle derhal kendinden geçti, pis halının üzerinde boylu boyunca kaldı.
Bedri’nin ablası şaşırmış ve adamakıllı korkmaya başlamıştı. “Kıza bir şey olur da benden bilirler!” diye telaş ediyordu. Macide’ye doğru koştu. Genç kızın masanın altına kayan ve kıvırcık saçlarıyla tamamen örtülen kafasını kaldırdı Sağ kaşının üst tarafı şişmiş ve kızarmıştı. Kaldırıp yatağa götürmek istedi, nefes ve takati yetmedi. Büsbütün korkarak dışarı salona fırladı. “Kimseler yok mu?” diye bağırdı. Odaların birinde tıpırtılar oldu ve madam, siyah elbiseleri ve daima asık suratıyla dışarı fırladı:
“Ne olmuş?” diye sordu.
Beraberce genç kızın odasına girdiler. Bedri’nin ablası: “Birdenbire üstüne bir fenalık geldi. Herhalde sinirli bir şey… Belki de kocasıyla kavga ettiler…” diye izahat veriyordu. Madam kuvvetli kollarıyla Macide’yi yatağına yatırdı, göğsünü açtı, bileklerini ovuşturdu. Başındaki şişi görünce:
“Vah yavrum. Çarpmış bir yere!” diye söylendi ve sirke getirmek için dışarı fırladı. Bu sırada genç kızın bileklerini ovmak işine devam eden Bedri’nin ablası kendi kendine mırıldanıyordu: “Biraz evvel Bedri eve geldi; deli gibi bir hali vardı, odasına çıkıp yatağına seriliverdi. Kapıya kulağımı koydum. Galiba ağlıyordu da… Kazık kadar adam… Hâlâ çocuk… Bu kız da buralarda baygınlıklar geçiriyor… Acaba ikisi de sahiden sevdalı mı? Allah göstermesin… Kocası olacak serseri de ne boynuzlu herifmiş!..”
Madam tekrar içeri girince sesini kesti ve birkaç dakika durduktan sonra genç kızın kendisine gelmesini beklemeden sıvışıp gitti.
Sabahattin Ali
İçimizdeki Şeytan