“Her seçiş bir vazgeçiştir.” Kötü Niyet Üzerine Düşünceler – Jean Paul Sartre

Sırtım olmasın isterdim; ben onları görmediğim zaman insanların bana bir şeyler yapmalarından hoşlanmıyorum

İnsan evrende, sadece olumsuzlukları ortaya çıkaran bir aracı değil, kendine karşı da olumsuz davranışlarda bulunabilen bir varlıktır. Bilinci “varlığı, kendisinden başka bir varlığı içerdiği ölçüde kendi varlığı kendisi için problem olan varlık” diye tanımlamıştık. Fakat, soru niteliğinde olan davranışın açıklanmasından sonra, bu formül şöyle de açıklanabilir: “Bilinç aslında, varlığında, kendi varlığının hiçliği bilinci olan bir varlıktır.” Örneğin, kendini savunmada ya da vetoda insan varlığı gelecek bir aşkınlığı  yadsır. Fakat bu olumsuzluk açıklayıcı değildir. Bilincim bir olumsuzluğu görmek için sınırlandırılmamıştır.  Bilinç, bir başka insan gerçekliğinin kendi olanağı olarak yansıttığı bir olanağın hiçleşmesi gibi, kendi kendine kurulur. Bu yüzden, bilinç evrende bir HAYIR olarak belirir. Bu, kölenin efendisinden önce kavradığı bir Hayır ya da kaçmak isteyen bir tutsağın kendisini gözetleyen nöbetçiyi kavradığı gibidir.

Hattâ öyle insanlar vardır ki (gardiyanlar, nöbetçiler, bekçiler vb.) bunların toplumsal gerçekliği bir Hayır’dan ibarettir.   Bu insanlar yeryüzünde bir Hayır dışında bir şeye sahip olmadan yaşayıp ölürler. Öbürleri de insan kişiliği sürekli bir olumsuzluk olarak Hayır’ı kendi öznelliklerine getirmek için daha az farklı yapılmamışlardır. Scheler’in “öfke insanı” dediği insanın anlamı ve işlevi Hayır’dan ibarettir. Fakat, daha ince ve tanımları bizi bilincin içtenliğinde daha ötelere götüren başka davranışlar da vardır: Örneğin, alay bunlardan biridir. Alay etmekle insan, ayni edimin bütünlüğünde ortaya koyduğunu yok eder. Yadsımak için doğrular ve doğrulamak için yadsır. Böylece, olumlu ama hiçliğinden başka varlığı olmayan bir nesne yaratır. Bu suretle, olumsuz davranışların kendisi için yeni bir soru sorabiliriz. İnsan ne olmalıdır ki varlığının yadsınması, onun için mümkün olabilsin? Fakat söz konusu olan insanın evrenselliği içinde “kendini yadsıma” tutumuna sahip olması değildir. “Kendini yadsıma” başlığı altında sıralanabilen davranışlar çok çeşitlidir. Biz sadece bunların soyut şeklini ele almayı düşündük. Bir davranışı seçmek ve incelemek için, insan gerçekliğini esas olabilecek ya da, kendi olumsuzluğunu dışarıya yönetecek yerde kendine çeviren bilinç olsun, bu davranışın belirlenmiş olması gerekir. İşte bu davranış, bize “kötü niyet” olarak görünür.
Yalan çoğu kez benimsenir. Kayıtsız bir şekilde bir kişinin kendi kendini aldattığı ya da kötü niyet gösterdiğinden söz edilir. Kendine söylenilen yalanı, kısaca yalandan ayırt etmek şartıyle, kötü niyetin kendine söylenilen yalan olduğunu kolayca kabullenebiliriz. Yalan olumsuz bir davranıştır. Burada uyuşma olacaktır. Fakat bu olumsuzluk bizzat bilinç üzerine dayanmaz. Sadece aşkın olanı amaçlar. Yalanın özü sonuç olarak, yalancının gerçeği değiştirdiğini içerir. Bilinmeyen şey hakkında, aldanıldığında, yanılgıya düşüldüğünde yalan söylenmez. O halde yalancının ülküsü kendinde gerçeği doğrulayan, fakat sözlerinde yadsıyan ve kendi için bu yadsımayı yadsıyan cynique bir bilinç olacaktır. Böyle olunca da, bu iki olumsuz davranış aşkın olana dayanır. İfade edilen olay (fait) aşkındır. Çünkü yoktur. Ve ilk yadsıma bir gerçeğe, yani özel bir aşkmlık tipine dayanır. Benim için gerçeğin doğrulanmasına bağlılaşık olarak uyguladığım içten yadsıma ise, olaylar üzerine, yani evrenin bir olayı üzerine dayanır.
Bundan başka, yalancının içten niyeti olumludur. Olumlu bir yargının nesnesini yapabilir. Yalancının niyeti aldatmaktır. Ne bu niyetini saklamaya, ne de bilincin yarı saydamlılığmı örtmeye çalışır. Tersine, ikincil davranışlara karar verme durumunda bu niyete başvurur. Bu niyet, bütün tutumlar üzerinde açıkça düzenleyici bir denetlemeyi sağlar. Gerçeği söyler gibi gösterilen (yemin ederim ki sizi aldatmak istemezdim vb.) şeklindeki niyet ise kuşkusuz içten bir yadsımanın nesnesidir. Fakat ayni zamanda da yalancı tarafından kendi niyeti olarak kabul edilir. Bu niyet taklit edilmiş, oynanmıştır. Kişinin karşısındakini aldattığı bir niyettir. Fakat kişi aslında belirli olarak niyet değil, aşkm bir şeydir. Böylece yalan, bilincin alt yapismı (enfrastrüktüre) işe karıştırmaz. Yalanı meydana getiren tüm yadsımalar bilinçten atılmış nesneler üzerine dayanır. O halde, özel ontolojik temel gerekmez. Yadsıma varlığının gerektirdiği açıklamalar, genellikle aldatma durumunda bir değişikliğe gerek duymadan geçerlidirler. İdeal yalanı tanımladık. Yalancı sık sık yalanının kurbanıdır. Ve yarı yarıya da ona inanır. Fakat bu söylediklerimiz bayağı ve günlük şekiller, yozlaştırılmış görünüşlerdir. Yalan ile kötü niyet arasında geçiş sağlarlar. Yalan bir aşkmlık davranışıdır. Bu yalan Heidegger’in “Mit-sein” dediği şeyin normal bir fenomenidir. Yalan, benim varlığımı, başkasının varlığını, başkası için benim varlığımı ve benim için başkasının varlığını içerir. Böylece yalancının açık görürlükle yalan taslağını yapması, değiştirdiği gerçek ve yalan hakkında geniş bir kavrayışa sahip olması gerektiği kolayca düşünülebilir. Bir ilke donukluğunun yalancının niyetlerini başkasından gizlemesi yeterlidir. Başkasının da yalana gerçek diye inanması yeterlidir. Bilinç, yalan ile, doğal biçimde başkasında gizli olarak var olduğunu doğrular. Kendi yararına, “Benim” ve “Başkasının beni“nin onto- lojik ikiliğini kullanır.
Durum kötü niyet için aynı değildir; eğer kötü niyet dediğimiz gibi kişinin kendisine söylediği bir yalan ise. Kuşkusuz, kötü niyet gösteren biri için söz konusu olan, hoş olmayan bir gerçeği gizlemek ya da hoş bir yanlışı gerçek gibi göstermektir. O halde kötü niyet görünüşte yalanın kuruluşuna sahiptir. Kötü niyette her şeyi değiştiren, sadece gerçeği bizzat kendimden gizlememdir. Böylece, aldatan ve aldatılan ikiliği yoktur. Tersine kötü niyet, özü gereği bir bilinç bütünlüğünü içerir. Ama bu, insan gerçekliğinin bütün fenomenlerinde olduğu gibi, kötü niyetin “Mit-sein” tarafından şartlandırılamıyacağı anlamına gelmez. Fakat “Mit-sein“, kendini kötü niyetin aşmaya izin verdiği bir durum gibi göstererek, kötü niyeti etki altında bırakmaktan öteye de gidemez. Kötü niyet insan gerçekliğine dışardan gelmez. Kötü niyet insana bulaşmaz. Bu dışardan gelen, katlanılan bir durum değildir. Bilinç bizzat kötü niyetten üzüntü duyar. Bir ilk niyet ve bir kötü niyet taslağı gereklidir. Bu taslak, kötü niyetin olduğu gibi ve kötü niyet tarafından gerçekleştirilen bilincin öndüşüncesel (préréflexif) olarak kavranmasını içerir. Bunun sonucu olarak, önce, kendisine yalan söyleyen ve yalan söylenen tek ve ayni kişidir.

Aldatılan olarak benden gizlenen gerçeği aldatan olarak bilmeliyim. Daha iyisi, bu gerçeği daha özenle saklayabilmek çok belirli olarak bilmemi gerektirir. Bu zamansallığın (temporalité) iki ayrı anında değil, fakat ayni nesnenin bütün yapısı içinde, zor durumda ikiliğin bir benzerini kurmaya izin verebilen bir durumdur. O halde, şartlarını düzenleyen ikilik ortadan kalkarsa, yalan varlığını nasıl sürdürebilir? Ayrıca bu güçlüğe bilincin yarı saydamlığından türeyen bir başkası da eklenir. Kötü niyetten hoşlanmayan biri, kendi kötü niyetinin bilincinde olmalıdır. Çünkü bilincin varlığı varlık bilincidir. O hal de en azından kötü niyetimin bilincinde olursam iyi niyetli olabilirim. Fakat bütün bu psişik dizge yok olmuştur. Sonuç olarak, eğer cynique bir tarzda yalan söylemeye çalışırsam tamamen başarısızlığa uğrarım.

Yalan, bakış altında yıkılır ve geri çekilir. Yalan, kendi şartı gibi tasarımın berisinde merhametsizce kurulan bizzat yalan söyleme bilinci tarafından arkadan yok edilir. Burada, ancak kendi aynmıyla ve ayrımında var olan geçici bir fenomen vardır. Kuşkusuz bu fenomenler sık sık olur ve göreceğiz ki sonuç olarak kötü niyetin bir “geçiciliği” vardır. Şurası muhakkak ki, kötü niyet kararsızca iyi niyet ve cynisme arasında gidip gelir. Her defasında eğer kötü niyetin varlığı çok kararsız, “metastable” denilen türden psişik yapıya sahipse de, bu durumda özerk ve kalıcı bir şekle sahiptir. Hattâ birçok insan için bu, hayatın normal bir görünümüdür. Kötü niyetle yaşanabilir. Bu demek değil dir ki, iyi niyetin ve cynisme’in anî uyanışları olmasın. Fakat böyle yaşamak özel ve sabırlı bir hayat tarzını gerektirir. Böylece bunalımımız artar. Zira, kötü niyeti ne anlayabiliyor, ne de yadsıyabiliyoruz.

Bu güçlüklerden kurtulmak için, tabiatıyla bilinçsize başvurulur. Örneğin, psikanalitik yorumda, aldatan ve aldatılan ikiliğini yeniden kurmak için (döviz kontrolü, pasaport hizmeti, gümrük yetki sınırı çizgisi gibi) bir sansür taslağı kullanılır, içgüdü ya da kişisel tarihimiz tarafından kurulan eğilimlerin ilk ve kompleks eğilimleri de diyebiliriz burada gerçekliği temsil eder. Ne “doğru” ne de “sahte“dir. Çünkü kendi için var değildir. Sadece var’dır, tıpkı kendi içinde ne ‘doğru’ ne de ‘sahte’ olan ama sadece ‘gerçek’ olan bu masa gibi. İçgüdünün bilinçli simgeleri ise, görünüş olarak değil, psişik gerçek olaylar olarak görülmelidir. Yalancının tutum ve sözlerinin, somut ve gerçekten var olan davranışlar olması gibi, korku, sürçme ve düş somut bilinç olayları sı- fatıyle vardırlar. Sadece, tıpkı aldatılanın aldatanın davranışları önünde olması gibi, özne de bu fenomenlerin önündedir. Onları gerçeklikleri içinde saptamak ve yorumlamak zorundadır. Aldatanın davranışlarının bir gerçekliği vardır: Eğer aldatılan bu davranışları, aldatanın içinde bulunduğu duruma ve yalan taslağına bağ- layabilirse, bu davranışlar yalan davranışlar sıfatıyle doğruluğun bütünleyici kısımları olurlar. Aynı şekilde simgesel davranışların da bir gerçekliği vardır; psikanalistin sembolik davranışları hastanın geçmişteki durumuna, açıkladığı bilinçsiz komplekslere, sansür engeline bağladığı zaman ortaya çıkardığı bu gerçekliktir. Böylece, özne davranışların anlamı üzerinde yanılır. Onları doğrulukları içinde değil, somut varlıkları içinde kavrar. Onları, kendine yabancı olan bir ilk durumdan ve bir psişik kuruluştan türetme hatasını işler. Sonuç olarak, Freud, “ben” ve “o” ayrımıyla, psişik kütleyi ikiye böler. Ben “ben“im ama “o” değilim. Bilinçli olmayan psişik kuruluşa göre ayrıcalı bir durumum yoktur. Onları bilinçli gerçeklikleri içinde saptadığım ölçüde ben kendi psişik fenomenlerimin kendisiyim: Örneğin, beni bu raftan, şu veya bu kitabı çalmaya götüren itinin ta kendisiyim. Onunla tek vücudum, ona yol gösteririm ve onun işlevinde olarak hırsızlığı yapmaya karar veririm. Fakat, dış bir fenomenin özü ve doğa üzerine ön sezilerde bulunan bir bilgin gibi,bu psişik olayların gerçek anlamı ve kökenleri üzerinde varsayımlar kurmak zorunda kaldığım ve bu olayları edilgen olarak karşıladığım ölçüde bu psişik olaylar değilimdir: Örneğin, kitabın fiyatı, yararı ve az bulunurluğu tarafından belirlenen bir iti olarak yorumladığım bu hırsızlık aslında, aşağı yukarı doğrudan bir Oedipe kompleksine bağlanan kendimi cezalandırma sürecidir. O halde, ancak aşağı yukarı olası varsayımların ulaştığı bir hırsızlığa itme gerçekliği vardır. Bu gerçekliğin ölçüsü açıkladığı bilinçli psişik olayların uzamı olacaktır. Aynı zamanda daha faydacı bir görüş açısından, bu ölçü psikiyatrik tedavinin başarısı olacaktır. Sonuç olarak, bu doğruluğun bulunması, bilinçli yaşantım ve bilinçsiz eğilimlerim arasında bir aracı olarak beliren psikanalistin yardımını zorunlu kılacaktır.
Başkası“, bilinçsiz tez ile bilinçli antitez arasında bir sentez yapabilecek tek kişi olarak belirir. Ben kendimi ancak başkasının aracılığı ile tanıyabilirim. Yani ben, bendeki “o“na göre “başkası“nın durumundayım. Eğer bazı psikanaliz kavramlarını biliyorsam, özel olarak elverişli şartlarda kendi kendimin psikanalizini yapmayı deneyebilirim. Fakat eğer durumuma dıştan gelen öğretilmiş kuralları ve soyut taslakları uygulamaya kalkarsam, her çeşit içgüdüye sırt çevirirsem, bu deneyde başarıya ulaşamam. Sonuçlar ise, ister sırf benim çabalarımla ulaşılmış olsunlar, ister bilen biri tarafından ulaşılmış olsunlar, içgüdünün vereceği doğruluğa asla ulaşamazlar; sadece bilimsel varsayımların daima artan olasılıklarına sahiptirler. Örneğin, Oedipe kompleksi varsayımı tıpkı atom varsayımı gibi “deneysel bir düşünce“den başka bir şey değildir. Önceden bilmeyi, gerçekleştirmeyi mükün kıldığı sonuç ve deneylerin toplamından ayırt edilmez. Böylece psikanaliz, kötü niyet kavramının yerine yalancısız yalan fikrini koyar. Yalan söyleyen değil, kendisine yalan söylenilen olduğumu anlamamı mümkün kılar. Çünkü beni kendime göre benimle karşı karşıya olan bir başkasının durumuna koyar. Yalanın temel şartı olan aldatan ve aldatılan ikiliğinin yerine “o” ve “ben” ikiliğini koyar. En derin öznelliğime “mit-sein“in intersübjektif yapısını getirir.
Bu açıklamalarla tatmin olabilir miyiz? Daha yakından dikkatle incelenecek olursa, psikanalitik varsayıma göre bir şey gibi göründüğü doğru değildir. Çünkü ‘şey’ üzerinde yapılan tahminlere ilgisizdir. Oysa, tam tersine “o“, gerçeklere yaklaştığında bu tahminler tarafından etkilenir. Freud sonuç olarak, ilk dönem sonunda doktor gerçeğe yaklaştığında hastanın karşı koyusuna dikkati çeker. Bu karşı koyuşlar öznel ve dışardan kazanılmış davranışlardır: Hasta güvensizlik gösterir. Konuşmayı istemez, düşlerinin hayalî raporunu verir. Hattâ bazen tümden psikanalitik tedaviden saklanır. Hangi tarafının böyle karşı koyduğu sorulabilir. Bu, bilinç olaylarının psişik toplamı olarak düşünülen “ben” değildir: Bizzat kendisi psikiyatr olarak reaksiyonlarının anlamı önünde yer aldığına göre, amaca yaklaştığından kuşkulananlayız. Bildirilen varsayımların olasılığı derecesini, en fazla, bir psikanaliz tanığı yaparak ve varsayımların açıkladığı öznel olayların uzamına göre nesnel olarak değerlendirmek psikiyatr için olasıdır. Hem bu olasılık ona, doğruluğa sınırdaş görünebilir. Çoğu kez bilinçli bir karar la psikanalitik tedavi yoluna giren de kendisidir. Hastanın, psikanalistin ona yaptırdığı günlük açınlamalardan tedirgin olduğunu, kendi gözünde tedaviye devam etmeyi ister gibi yaparak kaçmaya çalıştığını düşünelim. Bu durumda, kötü niyeti açıklamak için bilinçsize başvurmak olanağı artık yoktur. Bilinçli olarak bütün karşıtlıkları ile ortadadır. Hem zaten psikanalist için bu karşı koyuş ları açıklamak böyle değildir: Onun için bunlar sağır ve derindirler. Uzaktan gelirler, hattâ kökleri aydınlatılmak istenilen şeydedir.
Bununla birlikte aydınlatılması gereken kompleksten de çıkamazlar. Böyle olunca, sansüre oyun eden ve onu atlatmak isteyen, açık bilinçte açıklanmayı öngören bu kompleks daha çok psikanalistin yardımcısı olacaktır. Üzerinde öznenin reddini saptayabileceğimiz tek plân sansür plânıdır. Sadece sansür, önüne geçmeye çalıştığı gerçek eğilimlere ancak yaklaşarak psikanalistin açıklama ve sorularını kavrayabilir. Önüne geçmek istediğinin bilincinde olan sadece odur.

Sonuçta eğer, psikanalizin chosiste mitoloji ve dilini reddedersek, sansürün ayırt etmek yetisi ile yetkinliğini uygulaması için önüne geçeceği şeyi tanıması gerekir. Eğer önüne geçmeyi kör güçlerin bir çarpışması olarak gösteren tüm benzetmeleri reddedersek, kabul etmelidir ki, sansür seçmelidir. Seçmek için de kendini göstermeli, görünmelidir. Yasak olmayan cinsel itileri bırakması, açlık, susuzluk, uyku gibi ihtiyaçların bilinç içinde açıklanmasına izin vermesi nasıl olabilirdi? Gözetilmesini gevşettiği, hattâ içgüdünün gerçeği örtmesi ile aldandığı nasıl açıklanabilirdi? Fakat sansürün sadece kötü eğilimleri ayırt etmesi yeterli değildir. Aynı zamanda onları, önüne geçeceği şeyler olarak da kavraması gerekir. Özet olarak, sansür, ayırt etme bilinci olmadan bastırılacak itileri nasıl ayırt edebilir? Kendisinin bilgisizliği olan bir bilgi kabul edilebilir mi? “Bilme, bilinen şeyin bilgisidir” diyordu Alain. Ya da şöyle dersek: Her bilgi bilme bilincidir. Böylece hastanın karşı koyması, sansür düzeyinde bastırılan şeyin gösterilmesini, psikanalistin sorularının yöneldiği amacın kavranmasını ve psikanalitik varsayım aracılığı ile bastırılmış komplekslerin gerçeğini kıyasladığı bir bağ olayını içerir. İşlemler sansürün kendisinin bilincinde olmasını gerektirir. Fakat hangi tip sansürün kendisinin bilinci olabilir? Bu bilincin, kısıtlamaya yönelimin bilincinin bilinci olması gerekir. Eğer sansür kötü niyet değilse nedir? Psikanaliz bize hiç bir şey kazandırmadı. Çünkü kötü niyeti yok etmek için bilinçsizle bilinçli arasına otonom bir kötü niyet bilinci koydu. Bu yüzden, gerçek bir ikilik ve hattâ bir üçlük (sansür tarafından açıklanan es, ich, ve berich) yaratma çabaları bir fiil terminolojisinden başka bir şeye ulaşamadı. Bir şeyin “gizlenmesinin reflexif fikrinin özü bile aynı psişizmin bütünlüğünü ve sonuç olarak, bütünlükte çift etkenliği içerir. Bir yandan gizlenecek yerini belli etmek ve tutmak, öte yandan onu geri itmek ve örtmek eğilimindedir. Bu etkenliğin iki görünümünden herbiri, birbirinin tümleyicisidir. Yani, onu kendi varlığında içerir. Sansür aracılığı ile psikanaliz bilinçliyi bilinçsizden ayırırken, davranışın evresini ayırmayı başaramamıştır. Çünkü libido, bilinçli anlatıma yönelik kör bir saiktır (conatus). Bilinçli fenomen hileli ve edilgen bir sonuçtur. Psikanaliz sadece itme ve çekmeyi sansür düzeyinde sonuçlandırmıştır. Oysa, toplam fenomen bütünlüğünü (sembolik bir şekil altında geçen ve gizlenen eğilimin bastırılmasını) açıklamak için değişik anlar arasındaki kavranabilir bağları kurmak hâlâ bir kenarda duruyor. Bastırılan eğilim eğer örtülmemişse kendini başka türlü nasıl gösterebilir? (i) bastırılmış olmanın bilinçi, (ii) kendi kendisi olduğu için itilmiş olmasının bilinci veya (iii) bir gerçeği örtme taslağı ile mi olacaktır? Hiçbir aktarma ya da yoğunlaşma kuramı, eğilimin etkilendiği değişiklikleri açık- layamaz. Çünkü gerçeği örtme sürecinin betimlenmesi finaliteye üstü kapalı bir başvurmayı gerektirir. Aynı şekilde eğer bilinç, sansür ötesinde, birlikte arzulanmış ve savunulmuş amacın belirsiz bir kavranmasını kaplamıyorsa, eğilimin bilinçli ve sembolik doyumuna eşlik eden sıkıntı ve zevk nasıl açıklanabilir? Psişik olanın bilinçli bütünlüğünü reddedebilmek için ortaklığın büyülenmiş insanla biçimlendirilmiş balmumu heykelciğini hayalinde birleştirmesi gibi Freud de fenomenleri uzaktan ve engellerin ötesinden bağlayacak büyülü bir bütünlüğü sezdirmek zorundadır. Bilinçsiz ‘triebe’ kendi sembollerini meydana getiren, kendini renklendiren ve arasına yayılan kötü ve bastırılmış karakterin katılmasıyla etkilenir. Benzer şekilde, bilinçli fenomen de bu anlamı kendi kendine ve açık bilinçte kavrayamadığı halde, tüm olarak sembolik anlamıyla renklendirilmiştir. Fakat ilkesinin aşağı durumu (infériorité), büyü ile yapılan açıklama, karşılıklı olarak birbirini içeren ve yıkılan tamamlayıcı ve çelişik iki kuruluşun bilinçsiz düzeyde, sansür düzeyinde ve bilinç düzeyinde birlikte var oluşlarını ortadan kaldırmaz. Kötü niyethypostasier” ve “chosifier” edilmiştir, önlenememiştir. Viyana’lı psikiyatr Steckel’i psikanalitik boyun eğişten kurtulmaya çağıran ve ona La femme frigide (Soğuk kadın) adlı eserinde şunları yazdıran da bu olmuştur: “Araştırmalarımı her genişletişimde psikoz düğümünün bilinçli olduğunu saptadım.” Öte yandan, eserinde ortaya koyduğu durumlar, Freud’cü lüğün açıklayamadığı patolojik bir kötü niyetin tanıklığını yapmaktadır. Örneğin, cinsel hayatın verdiği zevkten kaçan, evlilik hayatının soğuklaştırdığı kadınlardan sözeder. Onlar için söz konusu olan, yarı psikolojik bilgisizlik içine gömülmüş olan komplekslerden gizlenmek değil, fakat yaptıkları anda hatırlayamadıkları, nesnel olarak gözlenebilen davranışlardan gizlenmektir. Sonuç olarak, erkek, Steckel’e karısının nesnel zevk belirtileri gösterdiğini açıklar. Fakat sorguya çekilen kadın bunları şiddetle yadsımaya çalışır. Burada söz konusu olan kendini verememe (distraction) etkenliğidir. Aynı şekilde, Steckel’in meydana çıkardığı itiraflar bize gösterir ki, patolojik olarak soğuk kadınlar istemedikleri, korktukları zevkten daha önceden kaçarlar: Örneğin, birçok kadın, cinsel ilişki anında düşüncelerini günlük ev işlerine çevirirler. Burada bilinçsizlikten kim söz edebilir? Bununla birlikte, soğuk kadın bilincini aldığı zevkten başka bir yöne çeviriyorsa da, bu, cynique ve kendiyle tam uyuşma halinde olan bir davranış değildir. Bu, kendi kendine soğuk olduğunu ispatlamak içindir. Burada bizi ilgilendiren bir kötü niyet fenomenidir. Çünkü, duyulan zevke katılmamak için harcanan çabalar, zevkin duyulduğunun hatırlanmasını, bu hatırlamayı yadsımak için içerir. Fakat artık psikanaliz alanından çıkmış bulunuyoruz. Böylece, bir yandan, psikanalizin psişik bütünlüğü bozmasının bilinçsiz olanla açıklanması, ilk bakışta psikanalizden çıkmış gibi görünen olayları açıklayamaz. Öte yandan, bu tip açıklamayı açıkça reddeden bir kötü niyet tutumu bütünlüğü vardır. Çünkü, bu tutumların özü, sadece bilincin yarı saydamlılığı da görünebilmeyi içerir. Bu durumda içinden çıkmak için o kadar uğraştığımız problem hâlâ dokunulmamış olarak duruyor.

Çeviren : Merih AKAL

1 Yorum

  1. Sartre bize olgular arasındaki ilişkileri salt matematik bağlantılar kurarak anlatıyor.Bu bir gözlemcinin belirli kümeler arasındaki birleşme ve çelişmeleri sadece geometrik ve matematik ilişkileri ile anlaması için yeterk-li olabilir ancak kümelerin kendi durumlarını ve çelişmelerini bize kavratmada yetersiz kalacaktır.Başka bir söylemle Sartre da neden,nasıl sorulrının karşılığı sadece matematik bağıntılarla verilir ;niçin sorusunun yanıtı böylelikle kümeyi kuşatan ve küme ile ilşkili diğer kümelerin varoluşsal çelişkilerinin yerine yine yalnızca matematik ilşkiye indirgendiğinden yalnızca kendisi için varolan şeyin hareketi olarak algılanmaktadır.Diyalektik materyalizm bize olgular arasında matematik ilşkilerin ancak olguların içinde gerçekleştiği evrenle çelişkileri ile anlamlı olabileceğini öğretir.Böylelikle niçin sorunsalı toplum yasalarını matematiğini ancak toplumların sosyolojileri ile anlamlı olabileceği gerçeğini gösterir.Halbu ki Sartre diğer olgular gibi toplum yasalarını da yalnızca matematik ilşkilere indirgeyerek oları varoldukları evrenden soyutlar.yine Sartre da bireysel eğilimler genellenirken ve kavramlaştırılırken niçin sorunsalının yanıtı yine salt matematik ilşkiye indirgendiğinden bireyin toplumsal toplumla ilşkisi sınıf penceresinden değil bireyin penceresinden yanıtlanır ve sübjektivizme düşülür.Sartre bireyin olgularla ve diğer bireylerle ilşkisini sınıf çel,işkilerinden soyutlayıp yalnızca matematik ilşkilerle açıklarken içinde yaşanılan evrene kör bir sübjektivizmi objektif gerçekliğin yerine ikame etmektedir.Sartre’ın felsefesini bu tarzı küçük burjuvazinin ruh halini yansıtır;Sartre küçük burjuvaziyi sınıfsal konumu gereği derin savruluşlar ve bunalımlar yaşadığı toplumsal gerçekliğin sorumluluk duygusundan ve eşitsiz gelişim yasasının zorunluluklarından kurtarma çabasına yönelmiştir.Bu tarz sübjektivizm sorumluluk duygusundan ve yasanın dayattığı zorunluluklardan kaçmak isteyen küçük burjuvazinin ruh halini terapi etme çabasında olsa da bu terapi hiç bir zaman gerçek bir sağıltımla sonuçlanmaz.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz