Bir kere o eşik aşılınca, artık yeni bir döneme girilmiştir ve uzunca bir zamana yayılan mücadeleler süreci başlamıştır. Fakat mücadele sürekli yükselen düz bir çizgi üzerinde yol almaz.
Aslında Gezi Parkıyla başlayan süreç bir dönemin sonunu ve yeni bir başlangıcı temsil ediyor. Türkiye’nin 200 yıllık “muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkma” perspektifinin sonunu ve yeni bir paradigmaya açılan yolu işaret ediyor. Zira bir sürdürülemezlik tablosunun ortaya çıktığında şek şüphe yok… Bütün ışıklar kırmızıya dönmekte… İnsanlar artık kendilerine anlatılan hikayeyi dinlemek istemiyorlar. Kendi hikayelerini kendileri anlatmak istiyorlar. İtilip-kakılmak, aşağılanmak, horlanmak istemiyorlar… Sanıldığı gibi itiraz sadece hızla otoriterleşip tek adam rejimine, tuhaf bir polis devletine dönüşmekte olan, neoliberalizm şampiyonu, yeni- Osmanlıcı AKP hükümetine karşı değil. Her geçen gün geleceklerini daha çok karartan, yaşamı anlamsızlaştıran geçerli paradigmaya itiraz ediyorlar.
31 Mayıs 2013’de Taksim Gezi parkında başlayıp dalga dalga yayılan eylemler bildik eylemlerden ve itirazlardan farklı. Olup-bitenler alışılmış olana benzemiyor. Herkes orada neler oluyor, bunlar kim, ne istiyorlar, buradan ne çıkar, bu nereye gider… türü sorular soruyor. İsyanın gerekçesi görünen-bilinen gerekçelerle sınırlı değil. Yağma ve talana, geçerli yaşam biçimine ve yönetim anlayışına, oligarşinin demokrasi oyununa, adım adım yaşamı yok eden neoliberal kapitalist saldırıya itiraz söz konusu. Bu niteliğinden ötürü de bir dönemin artık sonuna gelindiğini ima ediyor. Ve tabii yeni bir başlangıç, bir bilinç sıçraması anlamına da geliyor. Bu, son dönemde dünyanın başka yerlerinde neoliberal saldırıya ve burjuva yaşam biçimine, kapitalizme ve emperyalizme karşı yükselen itirazın bizim toprağımızdaki karşılığı. Elbette hiç bir halk hareketi, hiç bir devrim diğerine benzemez. Devrimi her zaman halk yapar, örgüt veya örgütler yapmaz. Zira örgütler mevcut olana itiraz etseler, onu aşma perspektifine sahip olsalar da, son tahlilde verili zemin üzerinde varolurlar. Bu niteliklerinden ötürü de varolanda, geçerli olanda radikal bir kopuş yaratamazlar. Radikal dönüşümler her zaman derin ve yaygın halk hareketlerinin eseridir. O halde devrimi halk yapar, hiç bir devrim diğerine benzemez, devrimin ne zaman patlayacağı öngörülemez, devrim o süreci başlatanlar da dahil herkesi şaşırtır, ithal ve ihraç edilebilir de değildir. Bir başka şey de, her devrimin, her halk hareketinin kapsamı, yoğunluğu ve ortaya çıkardığı sonuçların farklı olmasıdır.
Böyle durumlarda en çok akla gelen soru: İyi de ne değişti? sorusudur. Herkes kendi kafasındakinin gerçekleşip-gerçekleşmediğine bakarak, hareketin başarısı hakkında hüküm verme eğilimindedir. Bu tür sorular soranlar, böylesi kaygılar taşıyanlar ekseri karşı tarafa bakarak böyle bir sonuca varırlar. Ekseri asıl bakılması gereken yere bakmazlar. İşte hükümet değişti mi? İktidar cephesinde ne değişti? Mülkiyet ilişkilerinde radikal bir değişiklik oldu mu? vb. Bu sorular elbette haklı, yerinde ve önemlidir ama aynı zamanda asıl bakılması gereken yeri ihmal etmekle de ilgilidir. Devrim söz konusu olduğunda asıl değişiklik, geniş halk kitlelerinin bilincinde ortaya çıkan kopuştur… O bir bilinç sıçraması ve kopuş ânıdır, yeni bir perspektife giden yolun aralanmasıdır… Bir başlangıçtır…Orada söz konusu olan bir silkinme, kopuş ve özgürleşme eylemidir… Bir kere o eşik aşılınca, artık yeni bir döneme girilmiştir ve uzunca bir zamana yayılan mücadeleler süreci başlamıştır. Fakat mücadele sürekli yükselen düz bir çizgi üzerinde yol almaz. Yükselişler-düşüşler, kısmî-zaferler ve yenilgiler, moral bozuklukları ve umudun yeniden yeşerdiği anlar birbirini izler… Bu yüzden devrim bir anda başlayıp-biten bir şey, anlık bir toplumsal olay değildir. Modern dönemin tarihi, söylemek istediğimin sayısız örnekleriyle doludur.
Gezegenin tarihi milyar, canlı yaşamın tarihi milyonlarla, “bilen ve yapan” anlamında insanın [ homo-sapiens] tarihi on binlerce yılla ifade ediliyor. İnsanlık uzun bir paleolitik dönemden [ avcılık ve toplayıcılık çağları] geçti. Neolitik devrimden bu yana da yaklaşık 10 bin yıl geride kaldı. Kapitalizmin tarihiyse en çok 500 yıl ve sanayi kapitalizminin tarihi de yaklaşık iki yüz yıl kadar. Demek ki, kapitalist çağ uzun insanlık tarihinde sadece küçük bir parantez… Velhasıl kapitalizm bu kadar kısa zamanda insanlığın ve uygarlığın geleceğini tehlikeye atmış durumda. Artık tartışmasız bir sürdürülemezlik tablosu ortaya çıkmış bulunuyor. Dolayısıyla, görünen ve afişe edilen gerekçelerden öte, son dönemde dünyanın farklı yerlerinde kapitalizmin dayattığı boğucu ve yok edici yaşam tarzına, küresel oligarşinin kapsamlı saldırısına itiraz söz konusu. Şimdilerde Türkiye’nin sıradan insanları da bu kervana katılmakta… İnsanlar her zaman açıkça ifade edemeseler de, meramlarını açıkça ortaya koymasalar da, kritik bir eşiğe yaklaşılmakta olduğunu, egemen oligarşilerin ve akıl hocalarının dillerinden hiç düşmeyen, büyüme, kalkınma, ilerleme, herkese daha çok refah ve demokrasi söyleminin bir yutturmaca olduğunu, demokrasi denilenin son tahlilde kitleleri aldatmaya, oyalamaya yarayan bir sirk oyunu olduğunu, bu yolun çıkmaz bir yol olduğunu seziyorlar. Başta oligarşinin hizmetindeki siyasi partiler olmak üzere, demokrasi oyununu, rejimi ve kurumlarını sorgular hale geliyorlar. Artık burjuva düzeninin bu toplumun sıradan insanlarına, gençlerine, emekçi çoğunluğuna teklif edeceği bir şey yok. Ufukta görünenin “nurlu” olmadığını seziyorlar. Kapitalizmin sömürü, hiyerarşi ve kutuplaşma üreten yıkıcı bir sistem olduğunu açıkça ifade etmeseler de yaşadıklarıyla anlıyorlar – seziyorlar. Gerçek durumla egemenler cephesinin anlattığı hikaye arasındaki uyumsuzluğu fark ediyorlar…
Olayların patlak verdiği günden beri öbek öbek “konunun uzmanları” olup-bitenlerle ilgili tahliller yapıyorlar ama bunların kaçı asıl sorunu tartışmaya yanaşıyor? Onca yazılan-çizilen, onca söylenenler arasında kapitalizm, emperyalizm, oligarşi, ekolojik yıkım, toplumsal eşitsizlik, açlık ve yoksulluk, zorbalık, baskı ve zulüm, burjuva uygarlığının ortaya çıkardığı “anlam kaybı”, aşınan doğal çevre, büyüme, kalkınma, ilerleme adına yok edilen gelecek, kirlenen su ve hava, hızla ısınan atmosfer, iklim değişikliği, şiddeti, kapsamı ve yoğunluğu artan doğal felaketler, yok olan canlı türleri… var mı? Ya da ne kadar var?
Aslında Gezi Parkıyla başlayan süreç bir dönemin sonunu ve yeni bir başlangıcı temsil ediyor. Türkiye’nin 200 yıllık “muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkma” perspektifinin sonunu ve yeni bir paradigmaya açılan yolu işaret ediyor. Zira bir sürdürülemezlik tablosunun ortaya çıktığında şek şüphe yok… Bütün ışıklar kırmızıya dönmekte… İnsanlar artık kendilerine anlatılan hikayeyi dinlemek istemiyorlar. Kendi hikayelerini kendileri anlatmak istiyorlar. İtilip-kakılmak, aşağılanmak, horlanmak istemiyorlar… Sanıldığı gibi itiraz sadece hızla otoriterleşip tek adam rejimine, tuhaf bir polis devletine dönüşmekte olan, neoliberalizm şampiyonu, yeni- Osmanlıcı AKP hükümetine karşı değil. Her geçen gün geleceklerini daha çok karartan, yaşamı anlamsızlaştıran geçerli paradigmaya itiraz ediyorlar. Bu yüzden sokaklardalar, bu yüzden rejimin kolluk güçlerine ve yalan cephesine karşı direniyorlar. Aslında önlerindeki asıl engelin bu rejimin polisi olmadığının da farkındalar… 33 yıllık 12 Eylül sonrası dönem artık kapanmakta… Son tahlilde bu bir haysiyet mücadelesidir ve insanlar belirli bir eşik aşıldığında artık “eskisi gibi yaşamak” istemiyorlar.
Fikret Başkaya
Özgürüniversite