Hayatın ilk evrelerinde yaşanan önemli deneyimler belki bir daha tekrarlanmazlar; fakat etkileri kalıcıdır ve iz bırakırlar. Anı olarak beyinlere işlenirler. Bir kere beyne işlendikten sonra geçmişin etkileri silinmez. Süreklidirler ve onlardan kaçılmaz. Geçmişten arta kalanlar, izlerini bugün de sürdürmekle yetinmezler. Günlük olayların yapısına şekil verir, kılavuzluk eder ya da onları çarpıtırlar. Uyarıcı deneyimleri geçmiştekilerle benzeştirmek için sinsice çalışırlar. Beş yaşında incinip, bunun acısını otuz yıl sonra hala duymanız mümkün mü? Zaman bütün yaraların ilacı değil mi? Bu soruların cevapları “evet” ve “her zaman değildir.
Fiziksel acı ile ruhsal acıyı kıyaslarken benzerlikleri kullanmak oldukça cazip. Bu benzetmeler bazen işe yarar, bazen de yaramaz. Neyse ki fiziksel acıların pek çoğu geçer, hatta öyle geçer ki yıllar sonra belki de günler sonra gerçek fiziksel acıdan eser kalmaz. Sadece bulanık bir anı halini alır ve artık acı vermez. İnsanı hayrete düşürecek kadar karmaşık olan biyolojik mekanizma, normal fonksiyonlarına dönmek için fiziksel iyileşmeyi gerçekleştirir. Bir yaralanmanın arkasından gelen uygun bakım ve tıbbi tedavi ile iyileşme kolaylaştırılır. Ancak fiziksel acının etkileri uzun vadeli olabilir.
Bağışıklık sisteminin bozulması, iyileşmenin tam anlamıyla gerçekleşmemesine; hatalı tedavi, komplikasyonlara (kötüye gitme, ikinci derece enfeksiyonlar, doğru kaynamayan kemikler gibi) ve yaralanmanın tekrarlanması iyileşmenin gecikmesine yol açabilir. Duygusal acıya gelince, sanırım onları şu iki kategori altında incelemek yararlı olacak: Gerçek acının sürüp gitmesi ve algılama ile davranışlarda değişim.
Acının Sürmesi
Elinizi yakarsanız, bir süre sonra iyileşmeye başlar. Ancak kabuğu kopartıp durursanız, yara kendini tekrarlar. Duygusal olarak da insanlar yıkıcı ilişkilere ve durumlara maruz kaldıkça, kendini tekrarlayan yaralar devamlı açık kalacaktır.
Eğer elinizin yanmasına tepki olarak gereğinden fazla bandajla sararsanız, yarayı bir süre için korumuş olursunuz. Ancak uzun süre gereğinden fazla bandajla sarılı tutmanın bir faydası yoktur. Kocaman bandajlarla sarılmış bir yaranın bir ay sonra açıldığında iyileşmemiş olduğu görülür. Fiziksel yaralar hava ile temas ettirilmelidir, aksi takdirde enfeksiyon kapma ihtimali yüksektir. İnsanların kederlerini genellikle baskı altında tutmaları, kendini koruma adına makul karşılanabilecek bir harekettir, ancak aynı zamanda da geri tepebilecek bir koruma yöntemidir. Ellen Bass ve Laura Davis adlı yazarlar duygusal acıyı gömmek konusunda şunları söylemektedir: “Büyük üzüntüleri derinlere gömmek ve üzüntüyü kabullenmek için kendinize fırsat vermezseniz, bu yara iltihaplanır. Yaşama gücünüzü kısıtlar, sizi hasta eder, sevme gücünüzü zayıflatır.” (1988). Onların dikkat çektiği konu keder olsa da, aynı durum diğer üzüntü dolu duygular için de geçerlidir.
Bazı yaralar öyle perişanlık verir ki dikkatle bakım yapıldığı ve biraz olsun iyileştiği halde acı sürüp gider. Yara sadece o noktaya dokunulduğu zaman acı veriyor olabilir. Ya da kalıcı, devamlı olarak ağrı yapan yaralardan biri haline dönüşebilir; bu durum duygusal yaralanmalar için de geçerlidir. Duygusal zorluklarla dolu anıları hatırlamak eski acınıza dokunur ve tekrar harekete geçmesine neden olur. Geçmişin getirdiği anılar ve akıldan çıkmayan görüntüler eski yaraların tekrar açılmasına yetecek kadar güçlüdür.
Acıyı Canlı Tutan Algılama ve Davranış Değişimleri
Joaquin tenis oynarken ciddi şekilde dizini incitmişti. Oldukça acı dolu ve korkutucu bir deneyimdi bu. Tıbbi müdahale ve başarılı bir iyileşme döneminden sonra, doktorunun tabiriyle “mükemmel, tam olarak iyileşmiş”ti. Artık acı çekmiyordu. Ancak Joaquin değişmişti.
Kazadan önce tenis oynamaya bayılırdı. Yaptığı, hatta denediği tek spordu ve öğrenmeye otuz beş yaşında başlamıştı. “Atletik açıdan sıfır” olduğuna inanan bir adam için bu durum mutluluk ve neşe vericiydi. Kaza ve iyileşme faslının ardından Joaquin tenis oynamayı tekrar denedi. Ancak korta her gittiğinde tekrar sakatlanacağı korkusuna kapıldı. Bilinçli olarak takındığı bir tavır değildi bu; “otomatik” olarak kendini sakınıyordu. Hızlı hareket etmeye korkuyor, çekingen ve tedbirli davranıyordu. Bu korku aylar boyu devam edince, kötü oynamaya, kendisi de hüsrana sürüklenmeye başladı. Bir zamanların tutku ve eğlence kaynağı, kişisel bir başarısızlığa dönüşmüştü. Bir süre sonra Joaquin oynamayı tamamen bıraktı. Dizi artık acı vermiyordu, ama tenis ve kendisi hakkındaki fikirleri değişmişti. Yaralanma vakasının üzerinden beş yıl geçmesine ve ilk acı çoktan kaybolmuş olmasına rağmen, konuyu algılama tarzı farklılaşmış ve sonunda favori sporundan vazgeçmişti. Kendine olan güvenini kaybetmesi ve tenis kortlarındaki enıniyet endişesi hayatını değiştirmişti. Yaralanmanın ona bıraktığı miras buydu.
Duygusal travmalara yol açan deneyimler, ilk acı kaybolduktan uzun süre sonra bile kurbanın dünyaya bakış açısını, yaptığı seçimleri ve yaşam tarzındaki değişimleri yoğun bir şekilde etkilemeye devam eder.
Psikiyatr Aaron Beck, geçmişte yaşanan deneyimlerin şu anki hayatımızı nasıl çarpıcı bir şekilde etkilediğini anlamamızı sağlayacak önemli bir teori öne sürdü, çoğumuz, içinde büyüdüğümüz ailenin günlük duygusal atmosferinden derinden etkilendik. Kendi çocukluğunuzu hatırlayın. Ailesi, çocuğun tüm dünyasını oluşturur. Bazen ani, kısa süreli, oldukça üzücü olaylar çocuğun gelişmekte olan kişiliğini etkiler. Ancak genellikle, dünyaya bakış açısının şekillenmesini, ebeveynleriyle girdiği sayısız bağlantı sağlar.
Keith bir bebek. Tüm küçük çocuklarınki gibi insanlarla yaşadığı ilk deneyimlerin kapsamı oldukça sınırlı. Komşuların, büyükanne ve büyükbabasının ara sıra yaptığı kısa ziyaretler dışında bir tek ailesi ile etkileşim halinde. Dünya ile ilgili ilk izlenimlerini yaratırken ailesinden gördüklerinin oldukça etkisinde kalacak. Eğer Keith’in hissettiği açlık ya da rahatsızlık annesi tarafından ortadan kaldırılıyorsa kucaklamayla, teselli etmeyle, beslenerek dünya ile ilgili güçlü inançlar ve beklentiler içine girmesi olağandır. Belki bu inançlar şunlar olacaktır: “Bu dünyada huzur var, insanların bana yardım edeceğini ummak için nedenlerim var, yaşadığım acının sonsuza kadar sürmeyeceğinden emin olabilirim,” “İhtiyaçlarım onlar için önem taşıyor.” Gelişiminin bu ilk evrelerinde bu inançlar, Keith’in beyninde gerçek düşünceler ya da kelimeler değildir, ancak dünya ile ilgili içinde hissettiği duygulardır. Bu, biraz susayıp bir şeyler içmeye benziyor. Bunu gerçekten düşünmezsiniz, ama su içmenin susuzluğunuzu gidereceğini bilir ve buna inanırsınız. Deneyimleriniz yaşamınız boyunca bu inancınızı doğrulamıştır. Bu inanç sizi bir beklentiye götürür: “Susadığım zaman ne yapmam gerektiğini biliyorum. Suyun, susuzluğumu tamamen ortadan kaldırmasını bekliyorum.” Duygusal beklentiler de, benzer şekilde otomatik olarak ve bilinçdışı işler.
İlk inanç ve beklentiler, psikanaliz uzmanı ve yazar Eric Erickson’u meşhur eden “temel güven” diğerlerinin bakım, teselli ve koruma sağlayacağına duyulan güven etrafında toplanır. İnsanlara bağlılığı getiren de bu güven duygusudur. Hayatın ilk yıllarında karşılaşılan çok elverişsiz şartlar olumsuz inançların doğmasına neden olabilir. Keith, bebeklik döneminde ihmal edilse, ilgi görmese ya da tacize uğrasa, yetişkinlik dönemine insanlarla ilişki kurma yeteneği oluşmadan geçebilir. Bu çocuklar, dünyanın acımasız olduğuna ve insanların onlarla ilgilenmeyeceğine inanırlar. Hayat hakkındaki görüşlerini bu inançlar şekillendirir. Nereye baksalar, taciz, reddedilme ve acımasızlıkla karşılaşırlar. Bebekliklerinde sevgi ve şefkat beklentileri karşılıksız kalmıştır ve ilerki hayatlarında kendilerini sevecek bir insanla karşılaşacak kadar şanslı olsalar dahi, yaşadıkları eksiklik izlerini bırakır. Genç yaşlarda yaşanan ciddi duygusal travmalar, bir bakıma bu inançları ruhsal betona kazır. Böyle insanlar dünyadan tamamıyla kopukturlar yakınlıkla, şefkatle, hatta insan ırkı ile hiçbir ilgi kurmak istemeyen şizofren bir kişilikleri vardır. Ya da bencil birer narsist veya başkalarına asla bir şeyler veremeyen, onları sadece kendi ihtiyaçları için kullanan psikopatlar haline gelebilirler. Bu inançlar genellikle kişilik kavramının çekirdeğine yerleşir ve “benim kim olduğum,” “başkalarının kim olduğu” ve insan ilişkilerinden nelerin beklenmesi gerektiği” konularını tanımlar. Benliğe kazınmış olumsuz inançlar (“negatif temel inançlar”) iki şekilde meydana çıkabilir. Bunların ilki ve daha yumuşak olanı dünyaya karamsar bir bakış açısıdır; doğru şartlar altında, diğer insanlarla yaşanan olumlu deneyimlerle değişebilirler. Jennifer işkolik babası ve onu durmadan reddeden annesi tarafından ihmal ediliyordu. Şöyle bir kanıya kapılıyordu: “Bende yanlış olan bir şeyler var. Kusurluyum ve besbelli kimse tarafından sevilemem.” Ancak, yaşı beş ila on arasında iken kapı komşuları olan sevecen ve nazik bir bayan ona oldukça içten davranıyor ve yakınlık gösterdi. Jennifer hala kimse tarafından sevilmeyeceğim düşünüyor, fakat bu inanç çok şiddetli değil. Kendine, iyi niteliklerini, diğer insanlarla anlamlı ve olumlu ilişkilere girdiği zamanları hatırlatıyor. İlk deneyimlerin izleri kalmış, ama sonraki ilişkileri inançlarını yenilemiş, böylece hayatına hükmedemiyorlar. Jennifer’m negatif temel inançlarındaki yumuşama büyük olasılıkla orta şiddetli bir ihmal/reddediliş yaşamış olması ve buna karşılık komşusu ile olan ilişkisinin olumlu etkilerinin bir tampon vazifesi görmesinden kaynaklanıyor. Sonuç olarak, küçük yaşlarda yaşadıkları elbette üzücüydü, ancak travmatik olarak nitelendirilecek kadar önemli değildi.
Negatif temel inançların ikinci şekli ise çok şiddetli duygusal sertlikle oluşur. Bu versiyonun özellikleri sertlik ve sarsılmaz negatif inançlardır.
Bruce, herkesin çok sert olduğu, vahşilik ve acımasız bir eleştirinin hüküm sürdüğü bir ortamda büyümüştü. Babası her gün Bruce’a beş para etmediğini, bir şeytan, “pislik” olduğunu söylerdi. Bruce’un inanılmayacak derecede pasif olan annesi böyle zamanlarda gölgelerin arasına siner ve gözden kaybolur, zorba babasına karşı ona bir koruma sağlamazdı. Bruce şimdi kırklarının ortasında bir adam. Bekar, yalnız ve kronik olarak depresyonda. İnancını sanki tek gerçekmiş gibi yorumluyor: “Bende yanlış olan bir şeyler var. Kusurluyum ve açıkçası kimse tarafından sevilemem.” Bir dakika için bile olsun, bu inancın doğru olmadığını düşünmemiş. Küçük yaşta geçirilen çok şiddetli duygusal travma, genelde böyle katı ve sarsılmaz negatif inançlara sebep olabiliyor. Bruce’un, babasını ve çocukluğunu pek sık düşünmediğini önemle belirtmeliyim, çocukluğunda açılan yaralar yüzünden doğrudan doğruya acı hissetmiyor. Fakat yıllar önce yerleşmiş olan güçlü inançlar, günlük hayatını mahvediyor. Negatif temel inançlar mevcut algı ve beklentileri etkiler. Şimdi, bu sürecin Bruce’un hayatında nasıl devam ettiğine bir göz atalım.
Bruce kimsenin kendisini sevemeyeceğine ikna olmuştu ve bu durum onun dünyaya bakış açısını etkiliyordu. Bu inançlarını haklı çıkaran, hatta onlara biraz olsun yaklaşan her olayın anında farkına varıyordu. Geçen günlerde iş saatinden sonra ofiste bir eğlence yapılıyordu ve Bruce iş arkadaşları ile dolu olan odaya girdi. Orada bulunduğu ilk iki dakika içinde, hiç kimse yanma gelip onu selamlamadı. Odaya göz gezdirdi, ama kimseyle göz göze gelemedi. Kararını hemen vermişti: “Burada olup olmamam umurlarında bile değil.” Bu karar beklentilerine cevap veriyordu. Aniden partiden ayrıldı, evine döndü ve kendini berbat hissetmeye başladı. Aynı şey başına daha önce de defalarca gelmişti. Ve pek çok kez daha reddedileceğinden ya da istenmeyeceğinden o kadar emin olmuştu ki, o toplantılara katılmamıştı bile Bruce’un inançları ona üç şekilde zarar veriyordu. Çevresindeki olayları algılarken (sonuç çıkarırken) bu inançlarından oldukça etkilenmekteydi. Olayları doğru şekilde kavradığı zamanlar oluyordu, fakat vardığı ani kararların çoğu zaman doğru ve gerçekçi olduğu söylenemezdi. Hayatla ilgili temel inançları genelde olumsuz olan her insan gibi Bruce da sosyal ilişkilerde kabul görmemeye hazırdı ve bunun sonucunda istenmeyen hatalı sonuçlara balıklama atlaması çok olağandı. Ayrıca, kuvvetli beklentileri onu genellikle kişisel temaslardan uzak tutan seçimlere (örneğin partilere gitmemek gibi) götürüyordu. Toplantılara sıkça katılmayan ve sosyal ilişkilere girmeyen insanlar çoğunlukla ilgisiz olarak görülür: yalnızlığı seven biri, bir ukala ya da aksi bir insan. İnsanlar bu kişiye tahmin ettiği tavırla yaklaşmaya başlayabilirler: Reddetme. Zaman bu yarayı sarabilir mi? Elbette hayır. Kabuk devamlı olarak koparılır.
Temel İnançlar Değişebilir ni?
Benliğin derinlerine kazman inançlar hayat şartlarının yumuşamasıyla ortaya çıkan değişime son derece direnç gösterirler. Birçok vakada duygusal yaraların sarılması için psikoterapiye ihtiyaç vardır. Uzun süre derin ruhsal yaralar taşımış insanlar, diğerlerine karşı güven ve güvenlik duyguları besleyemezler. Psikoterapi için başka bir insanla derin ve sırların verileceği bir ilişkiye girileceği düşüncesi, onlara korkutucu gelir. Psikoterapiye katılma kararı almak onlar için büyük bir cesaret gerektiren bir davranıştır. Eğer doğru terapisti bulacak kadar şanslıysa, tedaviye giden yol çok uzun ve dikenli olsa da işe yarar. Başarılı tedavi için Stephen Johnson “üzerinde çok çalışılan mucize” (1985) tanımlamasını yapmıştır. Sağlıklı, çocukların özenle yetiştirildiği aile ortamlarında pozitif ve gerçekçi inançların gelişmesi doğaldır. Ancak, hepimiz büyüme çağında en azından orta derecede ruhsal “zarar veren olaylarla” karşılaşırız. Bu deneyimler, pozitif izler bırakan deneyimlerden şiddetli travmalara kadar uzanır. Durum böyle olduğunda, daha önce söz ettiğim gibi negatif temel inançlar ve kişinin kendiyle ilgili görüşleri çok katı olmaz. Bu insanlar kendilerini devamlı olarak yetersiz hissetmezler. İnançlar, arada sırada günlük olaylarla patlak verip su yüzüne çıkarlar. Sanki temel inançlar uykudadır ve stresli bir olay zamanında uyanırlar. Bazı insanların olumsuz inançları oldukça ılımlıdır, olumlu deneyimlerle ya da psikoterapi ile kazanılan deneyimler ışığında kolaylıkla değiştirilebilir.
Negatif temel inançların her çeşidi ailenizle yaşadığınız ilk deneyimlerden kaynaklanabilir. Psikolog Jeffrey Young (1990) negatif temel inançların oluşabileceği hayat evrelerini mükemmel bir şekilde analiz etmiştir. Pek çok insan kendi duygusal hayatında egemenlik yaratan bir ya da iki negatif temel inancın farkına varacaktır.
Üzücü hayat şartlarıyla karşılaşıp, bunlara çok güçlü duygularla tepki göstermek sıkça rastlanan bir durumdur. İlk bakışta bu duyguların şiddeti yersiz gibi görünebilir. Daha yakından incelediğimiz zaman, bu stres yaratan olay negatif bir temel inancı harekete geçirdiği için bunun büyük bir reaksiyon olduğunu fark ederiz. Bu temel inançlar bazen her gün kendini belli etse de çoğumuzun inançları az çok uykudadır. Belirli olaylar onların su yüzüne çıkmasına neden olur.
Kendimizi anlamaya çalışırken temel inanç envanterimizi gözden geçirip, şu soruyu sormak faydalı olur: “Şu an yaşadığım üzüntülerde bu duygusal tele dokunacak bir ayrıntı var mı?”
Görsel: Picasso