Seni uyumak zor. Hele beni düşündüğünü düşlemek, kendi âlemimin kuytusundan yaşantını gözlemek eziyete dönüşüyor bazen. Sen zamanı eyliyor, ben burada kaburgalarının içine sıkışmış, günden güne ciğerine işleyen bir yara gibi zamanı içiyorum. Düşümde hep yalnız görüyorum seni. Zevraki’yle didişirken, fotoğraf makinenle dünyayı dikizlerken, bir sohbetin en hararetli yerinde dalıp giderken gözlerin, başın öne düşük yalpalı adımlarla odalarını arşınlarken, arzuları ertelemenin yakıcı eksikliğini ben duyuyorum göğsümde. Hislerin önce bana değiyor, sonra taşlaşıp karanlığa yuvarlanıyorlar. Taşların arasında kaldım burada. Belim bikinim, sırtım durmadan ağrıyor. Dünyayla aramda aşılmaz bir duvar gibisin.
Bu yüzden seviyorum panayırları. Yaşantıya direnen, direnmekten yorgun düşen yerlerin, karnın, bağrın, şakakların bir süreliğine de olsa düşünmeyi bırakıyorlar çünkü. Kalabalığa değmek bana düşüyor, sensiz.
Ne zaman şenlikli bir yere adım atsan sımsıkı tutunuyorsun kendine. İnsanların arasından süzülürken ellerini göğsünde bitiştirip kimseye kaptırmamak için beni kalbine yaslıyorsun. Uykundaki taşı kavrarkenki gibi güven dolu ellerin. Bu hallerini çok seviyorum, çok. Ruhunu elinden kaçırmaktan korkan yaban insanların masum ürküntüsü var sende. Cahilliğin göz kamaştırıcı. Kalabalığa alıştıkça meraktan yorgun düşmüş gözlerin küçülmeye başlıyor. Işık geçmiyor gözbebeklerinden. Bütün neşeli yüzler birbirine benzediğinden mi de aynı görüntüye baka baka dinlemeye başlıyorsun. O zamam pembeleşiyor yanakların. İçlerinden biri olmak duygusu hoşuma gidiyor. Görünmezleşiyor, ötekilerin gözünde yok oluyorsun.
Olduğuna inandığın ile gerçekte olduğun sen arasındaki derin uçurum şölenlerde kapanıyor. Şu an, geçmişte erimeye başlayan şimdiki zaman hükmünü yitiriyor birden. Şehir meydanlarında kurulan panayırların sokak aralarındaki iptidai pazaryerlerinin, bayram eğlentilerinin ve festivallerin sunduğu armağan, geçmışsızliğidir o an ki halinin. Belleğin, kısa bir süreliğine de olsa apak lekesiz, melankolin geçersiz… Kalabalığa girdiğinde bütün duyumların uyuşmaya başlıyor. Böyle olunca, dipdiri ve uyanık istekli ve sokulgan birisi açığa çıkıyor göğsünden. Sen farkına varmadan, kirişlerinden sallanıp kendimi usulca aşağı bırakıyor, düşünden dışarı düşüyorum.
Ahırkapı’ya vardığımızda çoktan ayrılmıştım senden, dün akşam aramızdaki mesafe zamanla ölçülemeyecek kadar uzaktı. Hayali bir gövdeydin benim için. Üstünde durduğun kaldırım, taksiden iner inmez başını, kaldırıp baktığın gök, hemen arkandaki Bizans surları, içinde bulunmadığım bir uzama ait, öte yandan iyesi olduğum, hatta kokusunu duyduğum kurgusal bir ortamın asal parçalarıydı. İstediğim her şeyi yapmaya hazır yazınsal, bir kahraman gibi, yazılacak bir cümle sonrasını bilmekten âciz, henüz hırpalanmamış biçimiydin bir kadının. Yine de sırrına eremediğim esrarını koruyordun. Yutkunduğun anda boğazında oluşan yumruyu görebiliyor, ama yutkunurken tuttuğun nefesin geleceğe dair ifşa edilemez yükünü anlayamıyordum. Onca yılgınlığıma rağmen illa ki merak ediyordum seni. Akşam ışığının saydamlaştırdığı o derin boşluğa doğru süzülmek üzere bir süre yerinden kımıldamadın. Karşı yakadan gelen ev ışıklarına bakıyordun. Deniz kenarında toplaşan sarhoş kalabalığın yırtınarak söylediği şarkılar yüzünden iyice ekşitmiştin suratını. Hıdrellezi kutlayacak küçücük bir istek yoktu içinde.
Bile isteye değil de rastlantı eseri oraya gelmişsin gibi bir halin vardı. Sanki kaybolmuştun. Annesiz, babasız dünyaya düşmüş, ipsiz sapsız, kimsesiz, yapayalnız bir yabancıydın. Atasız ve uyruksuz, hafıza odacıkları bomboş bir garip… Gözümü alamıyordum senden. Açıkçası korktum da. Bir daha içine giremeyeceğim sandım. Hızla yaklaşıp nefesini kokladım sonra. Nefesin zeytin kokuyordu. Baharla uyumlu ılık bir halenin içinde, istediğimde geri dönebileceğim denli geçirgen, yumuşak, ama bir o kadar yavandın. Bir süre arkandan izledim seni. Balık ve kokoreç ızgaralarından tüten dumana boğulmuş kalabalığa doğru ilerlemeye başladın. Yürüyüşün kararsızdı. Koku bulutunun içinde kıpır kıpır insan başlarından ve onların ışıyan dişlerinden başka doğru dürüst bir şey görülmüyordu. Herkes birbirinin gövdesini paylaşıyordu sanki. Eller ayaklar ortak, vecit halinde yaşanan sevinç teker tekerdi. Adım attıkça genzin yanıyor, gözlerin sulanıyor, ister istemez boynun içeri çekiliyordu. Fotoğraf makineni kılıfından çıkarırken silahını düşmanın başına doğrultmaya hazır bir asker gibi duygusuzdun. O zaman canım hiç çekmedi seni. İnsan yüzlerini idealize eden o aç bakışından, kişiyi bir yandan yalınlaştırıp öbür yandan yüceleştiren gözünden kopmak için olabildiğince geri durdum. Sahil Yolu’ndan sur kapısının ardındaki büyük şenliğe sokulur sokulmaz seyyar tuvaletlerden gelen yoğun sidik kokusu çarptı burnuma, ardından insanın damağını sulandıran köfte ve bira kokusu. Çıkmaz sokaklarda düğün kuran Çingene ailelerinin sabahı bulan eğlencelerini saymazsak genelde sessiz bir yer olan, meraklı bakışlarla çevreyi kolaçan eden turistlerden, çalgı kutusunu yüklenmiş akşam sahne alacağı meyhaneye doğru yol alan müzisyenlerden başka tek tük insanların dolaştığı Ahırkapı, şimdi tıklım tıklımdı.
Pansiyon olarak işletilen cumbalı evlerle otellerin ortasında kalan Çingene mahallesinin sokakları, bütün gizini yitirmişti. Zikzaklı dönüşlerle insanı mahremiyete çeken bucaklar dahil, her yana dilek çaputları bağlanmıştı. Elektrik direklerinden balkon demirlerine, park eden otomobillerin radyo antenlerinden çamaşır iplerine değin bütün uzantılar krepon ve bez parçalarıyla düğümlenmiş, mahalle olduğu gibi rengârenk bir adak mabedine dönüşmüştü. Hıdrellez senliğine gelen herkesin birer ilmek attığı düğüm düğüm, salkım saçak bu devasa örtü, kösnüllükle kutsallığı aynı anda barındıran kalabalık bir sahnenin perdesiydi. Istırabından kurtulmak, aşkının imgesini bulmak, eksiğine kavuşmak isteyenlerin, bunlar için yalvarıp yakaranların, fedadan bıkmış sitemkârların toplaşma çadırıydı aynı zamanda. Kelimenin tam anlamıyla arzu çadırındaydım. Bir gözümle seni takip ediyor, öbürüyle insanların iştahına bakıyordum. Yol almak için itişmek, sürtünmek, baştan ayağa değmek gerekiyordu yabancılara. Kaçınılmaz bir yakınlaşmaydı bu. Büyük dokunuşun tenden tene akan ısısını korumak uğruna ağız ağza gelindiğinde insanın yüzünü yalayıveren soğanlı solukları, burun sızlatan ter kokusunu umursamadan, herkes dans adımlarıyla birbirine bitişiyordu.
Karcığar makamının tam içindeydik. Fötr şapkalı Çingene müzisyenlerin çaldığı şarkılar kemiğine işliyordu insanın. İçten gelen bir hoplama, omuz titretip gerdan kırma isteğiyle kimse yerinde duramıyor, alayı birden bildik dans figürleriyle sahneye doğru yığılıyordu. Bütün bu şaşaanın içinde yoksulluk akıyordu müzisyenlerin üstünden. Bellerindeki kızıl kuşaklar hepsine birörnek bir şıklık sağlasa da siyah pantolonlarının eprimiş paçalarına, parlak diz yerlerine bakılırsa epey perişan durumdaydılar. Gerçi örtük bir yoksulluktu onlarınki. Ahırkapı orkestrasının her bir üyesi kendi vahşi çalgısını zapt etmiş, doğaçtan edindiği müzik gücüyle iyimserlien ağdalı türünü vaat etmeyi sürdürüyordu. Onları dinlerken dünya yalandı gerçekten. Acı, yoksulluk, ayrılık, yas her şey yalandı. Karcığar makamının nevayla başlayıp hicazla devam eden inişli çıkışlı seyri vardı bir tek. Zurnadan çıkan sesin kıvrak yükselişine dokunaklı bir ezgiyle sokulan klarnetten ve hemen ardından gelen davul gümbürtüsünden sonra işitsel bir hikâye oluşmaya başladı. Çargâh perdesinde şarkıya coşkuyla katılan ince sazlarla birlikte, avına odaklı alıcı kuşların apansız kanatlanışını andıran beklenmedik bir görsellik eklendi müziğe. Şarkıyı dinleyenlerin yırtıcı kuşlarla bilisizce özdeşleştiği muhteşem bir nikriz anıydı bu. Doğanın, şahinin, kartalın duygusu, yani gerçekte işitilmemiş olanın işitilmeye başlayan hali notalara bürünmüş olarak havada resmedilirken, bir baykuşun yuvasından havalanıp çayırdaki küçük hayvana doğru pike yaptığı o karar anı bile görülebiliyordu. Dans edenler ister istemez kollarını iki yana açmıştı. Sonunda darbukanın oynak tartımıyla gözlerini kapatıp kendilerinden geçtiler. Çayırdaki küçük hayvanın korkuyla kaçışını nabızlarında duyup av ile avcı arasında dönedurduklarını izleyebiliyordum. Dehşetle hazzın birbirine harmanlandığı bu dans, insanın yeryuvarlağmda olup biten her şeye duyduğu sonsuz yakınlığı kutsayan kadim bir ayinden kesitti. Dans edenler yalnızca dilekte bulunmuyor, aynı zamanda şükran da duyuyorlardı. Orada eksiğini buldum senin, ruhunun atlasındaki gedik apaçık önümdeydi. Varoluşa astar dokuyan şükran hissinin ta kendisi…
Gece iyice bastırdığında müzisyenler daha oynak bir şarkıya geçtiler. O sıra genç bir adam dikkatimi çekti. O kadar güzel dans ediyordu ki kendimi ondan alamadım. Orada bulunduğu halde ayakları başka bir yere basıyordu. Kollarını başının üstüne kaldırmış elleriyle havaya sarmal desenler çiziyor, okşuyordu müziği…
Sema Kaygusuz
Yüzünde Bir Yer