|
Bugün kar yağıyor; sarı, bulanık, sulu sepken gibi bir şey. Dün de, daha önceki günler de yağdı. Beni rahatsız edip duran o olay sulu sepken yüzünden kafama takılmış olsa gerek. Öyleyse bu da sulu sepken üstüne bir anı olsun.
I
O sıralar ancak yirmi dört yaşındaydım. O zaman bile ruhumu sıkan dağınık, yabanilik derecesinde yalnız bir yaşantım vardı. Kimseyle görüşmüyor, konuşmaktan kaçıyor, git gide daha çok kabuğuma çekiliyordum. Dairedeki görevimde kimsenin yüzüne bakmamaya çalışıyordum, ama iş arkadaşlarım, bana yalnızca garip bir adam gözüyle değil, -öyle sanıyordum ki- aynı zamanda tiksintiyle bakıyorlardı. “Neden benden başka birisi kendisine tiksintiyle bakıldığını hissetmiyor?” diye bir düşünce takılıyordu kafama. Memurlardan birinin çopur mu çopur, iğrenç, hatta haydut suratına benzeyen bir yüzü vardı. Benim de onunki gibi bir suratım olsa kimseye bakamazdım, herhalde. Bir başkasının giysisi kokudan yanına varılamayacak denli eskimişti. Gene de hiçbirinin ne kılığından, ne suratından, ne de herhangi bir ruhsal eksikliğinden çekindiği yoktu. Hiçbiri kendisine tiksintiyle bakılmasını umursamıyordu; yeter ki bakan, amirlerden biri olmasın. Sınırsız gururum ve bunun doğurduğu aşırı titizliğim sonunda iğrenme derecesine varan bir nefret duyuyordum kendime karşı; bu yüzden, başkalarının da bana aynı gözle baktığını düşünüyordum. Örneğin, çirkin bulduğum için yüzümü beğenmiyor, hatta pek bayağı bir anlatımı olduğundan kuşkulanıyordum; bundan dolayı da, göreve her gelişimde bayağılığımı görmesinler diye, kendimi büyük sıkıntılara sokarak, elimden geldiğince rahat bir havaya bürünüyor, yüzüme soylu bir anlatım vermeye çalışıyordum. “Yüzüm soylu, anlamlı, özellikle son derece zeki görünsün de, güzel olmazsa olmasın!” diye düşünüyordum. Ama yüzümden kimsenin bu erdemleri okuyamayacağını acıyla, kesin olarak biliyordum. Oysa, yalnızca zeki görünmek benim için yeter de artardı bile. Hatta yüzümü zeki bulmaları koşuluyla bayağı görünmesine bile çoktan razıydım.
En küçüğünden en büyüğüne kadar dairedekilerin hepsinden nefret ediyor, onları bir yandan küçümserken, bir yandan da onlara karşı çekingenlik duyuyordum. Daire arkadaşlarımı kendimden üstün gördüğüm de oluyordu. Bu hal durup dururken geliyordu başıma. Onları ya küçümsüyor ya da kendimden üstün görüyordum. Kendini bilen, akıllı-uslu bir adam, kendine karşı son derece titiz değilse ve kendisini nefret edercesine küçümsemiyorsa gururlu da değildir. Ama ister küçümserken olsun, ister üstün görürken, birini görünce hemen gözlerimi yere indiriyordum. “Şu adamın bakışlarına dayanabilecek miyim bakalım?” diye denemeler yapıyor, gözlerini ilk indiren gene ben oluyordum. Kahrolurcasına üzülüyordum buna. Gülünç duruma düşmekten de son derece korkuyor, göreneklere körü körüne uyarak adımlarımı herkese göre ayarlamaya çalışıyordum. Davranışlarımda bir başkalık görecekler diye ödüm patlıyordu. Aslında başka olmaya kim dayanabilirdi ki! Çağımızın bütün aydınlarınınki gibi bende de sayrıl (hastalıklı) bir zihin gelişimi vardı. Bu aydınların tümü de birbirinden mıymıntı, bir sürünün koyunları gibi birbirinin aynıdır. Belki de dairemizdekilerden yalnızca ben aydın olduğum için, kendimi ürkek, köle ruhlu hisseden tek kişi bendim. Yalnızca hissetmek olsa gene iyi; gerçekten de korkağın, köle ruhlunun biriydim ben. Bunu çekinmeden söylüyorum. Zamanımızda her aklı başında adam korkaktır, köle ruhludur, açıkçası böyle olmak zorundadır. Bu, onlar için normal bir durumdur. Sarsılmaz inancıma göre onlar ta yaratılıştan böyledir. Aklı başında adamların korkak, köle ruhlu olmaları birtakım durumlar sonunda yalnız çağımıza özgü değildir, bu her zaman böyle olacaktır. Dünyadaki bütün aklı başında insanlar bu doğa yasasından yakayı sıyıramazlar. Bir kerecik kabadayılık etmeye kalkışanlar sakın buna sevinip böbürlenmesinler, çünkü nasıl olsa başka bir yerde pes edeceklerdir. Onlar için tek çıkar yol, değişmeyen sonuç budur. Kabadayılıkta direnenler yalnızca eşeklerle onların melezleridir, o da bir kerteye (bildiğimiz duvara) kadar. Hiçbir değer taşımayan bu yaratıkları önemsemesek daha iyi ederiz.
O sıralar canımı sıkan bir durum daha vardı! Ne ben bir kimseye benziyordum, ne de bir başkası bana. “Onlar hep birlikte, bense onlardan farklıyım” diye derin düşüncelere dalıyordum.
Bundan da anlaşılıyor ki, henüz çok toydum.
Bazen de bütün bütüne tersini yaptığım olurdu. Daireye gitmek bana ölüm gelir, eve nerdeyse hasta olarak dönerdim. Arkasından durup dururken bir işkillilik, kayıtsızlık nöbeti başlar (bende her şey böyle nöbetle gelirdi); kıskançlığımla, huysuzluğumla alay ederek kendimi romantik olmakla suçlardım. Kâh canım kimseyle konuşmak istemez, kâh çok konuşkan bir adam kesilerek işi herkesle dostluk kurmaya kadar vardırırdım. Bütün hırçınlığım durup dururken, birdenbire sona ererdi. Kim bilir, belki bende hırçınlıktan eser yoktu da, kitaptan kapma, yapmacık bir duyguydu bu. Bugüne dek çözemedim gitti. Bir keresinde dairedekilerle dostluğu öyle ilerlettim ki, işi evlerine gidip gelmeye, kâğıt oynamaya, içki içmeye, şundan bundan konuşmaya kadar vardırdım. Fakat izin verirseniz burada konuyu biraz değiştirelim.
Genel olarak biz Ruslarda; Almanların, özellikle Fransızların başı yıldızlara eren akılsız romantiklerini bulamazsınız. Yer yerinden oynasa, bütün Fransa barikatlarda can verse gene de bir yararı olmaz; Fransız, nezaket için olsun istifini bozmadan, ömrünün sonuna dek, aptalcasına, yıldızların şarkısını söylemeyi sürdürür. Biz Rusların yurdunda böyle aptalların bulunmadığını biliyoruz, bizleri Almanlardan ayıran da budur zaten. İşte bu yüzden dir ki, bizde yüzde yüz saf, başı yıldızlarda gezen yaratıklar aranmamalıdır. Akıllarını Kostancoğlularıyla, Pyotr İvanoviç Amcalarla (7) bozarak, onlarda ülkümüzü aramak ahmaklığını gösteren çağımızın birtakım “işgüzar” yazarlarıyla eleştirmenlerdir ki, bizim romantiklerimizi Almanların, Fransızların başı göğe eren romantikleriyle bir tutmaya kalkışmışlardır. Oysa, bizim romantiklerimizin özellikleri Avrupa’nın başı gökte gezen romantiklerinin özellikleriyle taban tabana karşıttır, hiçbir Avrupa ölçüsü bizimkilere uygulanamaz.
(İzin verirseniz şu eski, saygıdeğer, herkesçe bilinen, “romantik” sözcüğünü kullanacağım.) Bizim romantiklerin özelliği her şeyi anlamak, her şeyi görmek, hatta çoğu kez bizim en yaratıcı zekâlarımızla bile oranlanamayacak açıklıkta görmek; hiçbir kimseyle hiçbir konuda uzlaşmamak, bununla birlikte kimseyi de gücendirmemektir.
Fiyodor Dostoyevski, Yeraltindan Notlar
Rusça’dan çeviren: Mehmet ÖZGÜL
____________________________
*) N.A. Nekrasov’un bir şiirinden