Bereket o sıralar Apollon’un kabalıkları beni biraz oyalıyordu. Ama sabrım tükenmek üzereydi! Şu Apollon. Tanrı’nın bana layık gördüğü bir ceza, ömrümün törpüsüydü. Birkaç yıldan beri hayatımı zehirliyordu ve ondan nefret ediyordum. Tanrım, ondan öyle nefret ediyordum ki! Bilhassa bazı anlarda ondan nefret ettiğim kadar hayatta kimseden nefret etmemişimdir. Yaşlı, ağırbaşlı, elinden biraz terzilik de gelen bir adamdı. Nedense beni fazlasıyla küçümser, çekilmez bir yaratıkmışım gibi üstten bakardı. Hoş, herkese karşı bu tavrı takınırdı ya. Sarı saçları dümdüz taranmış kafasına, alnında kabarık duran, ayçiçeği yağıyla yağladığı kâkülüne, daima “ijitsa” şeklinde büzdüğü kocaman ağzına bakınca, kendinden son derece emin birisinin karşısında olduğunuzu hemen anlardınız. Son derece ukalaydı, hayatımda onun kadar ukala birisine rastlamadım; üstelik neredeyse Makedonyalı Büyük İskender kadar gururluydu. Elbisesinin düğmelerine, tırnaklarının her birine ayrı ayrı âşıktı! Gayet az konuşurdu; bakışları daima sert, azametli, kendinden emin ve alaycıydı ki, bu da beni hiddetten çıldıracak hale getiriyordu.
Hizmetimi de bana büyük bir lütufta bulunuyormuş gibi görürdü. Hoş, benim için hemen hemen hiçbir şey yapmıyordu zaten; bunu vazifesi saymıyordu. Beni dünyada eşi güç bulunur ahmaklardan biri olarak gördüğünden, sırf aylığını almak gayesiyle “yanında tuttuğu” apaçıktı. Ayda yedi ruble karşılığında evimde “hiçbir şey yapmamaya” lütfen razı oluyordu. Şu Apollon yüzünden öbür dünyada günahlarımın pek çoğu affedilecek herhalde. Ona duyduğum nefret o dereceydi ki, yürüyüşünü duyunca bile kriz geçirecek gibi oluyordum. Hele o peltek peltek konuşmasından büsbütün iğreniyordum. Dili ağzına göre büyük müydü, yoksa başka bir sebebi mi vardı bilmem, fakat ağzından bütün “z”ler “s” şeklinde ve ıslık çalar gibi çıkıyordu; Apollon, ona bir kat daha heybet verdiğini zannederek, bu haliyle iftihar ediyordu galiba. Ellerini arkasına bağlayıp gözlerini yere dikerek, alçak sesle kesik kesik konuşurdu. En çok sinirime dokunan da kendi bölmesinde Mezmurlar’ı okumasıydı. Bu merakı bana az çektirmedi. Geceleri değişmeyen bir sesle, bir ölünün başındaymış gibi, kelimeleri uzata uzata okumaya bayılırdı. İşin garibi, sonunda bu işi kendisine meslek edindi: Apollon şimdi ölülerin başında parayla Mezmurlar’ı okuyor, bir yandan da fareleri yok ediyor ve kundura boyası yapıp satıyor. Fakat o sıralar benimle adeta kimyasal bir şekilde birleşmiş gibiydi, onu bir türlü defedemiyordum. Zaten kovsam da gitmeye razı olmazdı. Ben de bir pansiyona çıkamazdım: Oturduğum daire beni insanlar âleminden gizleyen bir kabuk, bir mahfazaydı. Apollon’u nedense evimin demirbaş eşyasından sayıyordum; bu yüzden tam yedi yıl ondan kurtulamadım.
Aylığını iki üç gün geciktirmek haddine mi düşmüş. Öyle haller alırdı ki, kaçacak delik arardım. Fakat o günlerde kızgınlığımın acısını ondan çıkarmaya, ceza olsun diye, Apollon’a daha iki hafta parasını vermemeye karar verdim. Bunu çoktandır, belki iki yıldır yapmak istiyordum; bana kafa tutamayacağını, istediğim zaman aylığını pekâlâ vermeyebileceğimi ispat etmek istiyordum. Ona hiçbir şey söylemeyecek, hatta hiç konuşmayacak, burnunun sürtülmesini, para lafını ilk onun açmasını bekleyecektim. Ancak o zaman masanın gözünden yedi rubleyi çıkararak aylığının hazır olduğunu gösterecek, fakat, “Bunu sana sırf canım öyle istediği için vermiyorum, sırf vermek istemediğim için.” diyecektim; çünkü bu, “efendisinin keyfine” bağlı bir şeydi, çünkü o saygısız, terbiyesiz bir adamdı, ama nezaketle isteyecek olursa belki yumuşar, parasını verirdim, aksi halde iki hafta, üç hafta, belki de bir ay bekler dururdu…
Fakat bütün kızgınlığıma rağmen Apollon beni yendi. Dört gün bile dayanamadım. Gene böyle durumlarda kullandığı, sınanmış taktiğine başvurdu (bu aşağılık usulü önceden de gayet iyi biliyordum); taktik şöyleydi: İlkin evden uğurlarken ve karşılarken beni dakikalarca dik dik süzmekle işe başlardı. Eğer ben dayanır, aldırış etmezsem, başka çeşit eziyetlere geçerdi. Ben odamda dolaşır veya bir şey okurken sessizce, süzülür gibi içeriye girer, kapının önünde bir elini arkasına koyup ayağının birini de öne uzatarak durur, bu sefer yalnız sert değil, açıkça küçümseyen bakışını üstüme dikerdi. Ne istediğini sorunca hiç cevap vermez, bir müddet hep o delen bakışıyla beni süzmeye devam eder, sonra kendine has, manalı bir tavırla dudak büküp ağır ağır döner, yavaş adımlarla odasına giderdi. Bir iki saat sonra yeniden damlar, aynı tavırla karşıma dikilirdi. Bazen o kadar hırslanırdım ki, ne istediğini bile sormazdım. Sadece sert, buyurgan bir tavırla başımı kaldırarak ben de gözlerimi ona dikerdim. Böylece bir iki dakika birbirimize bakar dururduk, nihayet Apollon azametle dönerek gene bir iki saat için odasına yollanırdı.
Eğer bu yaptıkları beni akıllandırmamışsa, kafa tutmaya devam ediyorsam Apollon, bu sefer yüzüme bakarak, ahlak düşkünlüğümün derecesini ölçmek ister gibi derin derin iç geçirmelere başlardı. Sonunda beni mat ederdi elbette: Önce hiddetten tepinip bağırmaya başlar, sonra da istediğini yapardım.
Bu defa mahut sert bakış tatbikatına başlar başlamaz köpürüp adama saldırdım. Zaten kızgınlıktan çatacak yer arıyordum. Apollon, bir eli arkasında odasına gitmek üzere sessizce, ağır bir hareketle dönerken olanca hiddetimle:
— Dur!.. diye haykırdım. Dur! Buraya gel. Gel diyorum sana!
Herhalde öyle gayritabii haykırmıştım ki, bana döndü ve bir parça şaşkınlıkla beni incelemeye başladı. Fakat hâlâ ses çıkarmıyordu ki, beni asıl kızdıran da buydu.
— Çağırılmadan odama nasıl girer, bana nasıl bu şekilde bakabilirsin, cevap ver!
Fakat Apollon beni bir an sessizce seyrettikten sonra gene çıkmaya hazırlandı. Ona doğru koşarak:
— Dur! diye kükredim. Kımıldama! Ha şöyle. Cevap ver şimdi: Ne diye odama girdin?
Birden cevap vermedi. Sonra yavaş, tane tane, hep o fıslayan sesiyle:
— Bana bir emriniz varsa, yerine getirmek ödevimdir, dedi.
Kaşlarını kaldırıp başını yumuşak bir hareketle bir omzundan öbür omzuna doğru eğerek, hep o ezici sükûnetiyle konuşuyordu.
Hiddetimden tir tir titreyerek:
— Bunu değil, bunu sormuyorum sana cani! diye bağırdım. Sana buraya neden girdiğini söyleyeyim pis cani: Aylığını vermediğimi görüyor, boyun eğerek istemeyi kibrine yediremiyorsun; buraya da beni manasız bakışlarınla cezalandırarak eziyet etmeye geldin, ama ne ahmakça, ne sersemce hareket ettiğinin farkında bile değilsin, aptal, aptal, aptal, aptal, aptal!
Apollon gene cevap vermeden odadan çıkmaya hazırlandı, fakat bırakmadım.
— Buraya bak! İşte paran (çekmeceden parayı çıkardım), gördün mü? İşte yedi rublen tastamam, ama edebini takınarak, saygıyla gelip benden af dilemedikten sonra zırnık alamazsın. Anladın mı?
Sesinde tabii olmayan bir kendine güvenle mırıldandı:
— Olmaz öyle şey!
— Olacak! Şerefim üstüne yemin ederim ki olacak!
Apollon, bağırmamın farkında değilmiş gibi devam etti:
— Sizden af dilemem için sebep yok, çünkü bana, “cani” diye bağıran sizdiniz; karakola giderek sizi bunun için şikâyet bile edebilirim.
— Git, şikâyet et! Hemen şimdi, hiç durmadan git! Canisin işte! Cani! Cani!
Apollon beni şöyle bir süzdü ve haykırışlarıma kulak asmadan, dönüp bir kez olsun bakmadan, salına salına uzaklaştı.
“Hep Liza’nın yüzünden, o olmasaydı bunlar olmazdı!” diye düşündüm. Bir an bekledikten sonra vakur, resmi bir tavırla uşağımın paravanın arkasındaki bölmesine yollandım; kalbim kuvvetle, fakat ağır ağır atıyordu. Yavaşça, dura dura ve tıkanarak:
— Apollon! dedim. Hemen karakola git, buraya bir memur getir!
Apollon masasına oturmuş, gözlüğünü de takmış bir şeyler dikiyordu. Emrimi duyunca güldü.
— Hemen git, derhal! Git, yoksa pişman olursun!
Başını bile kaldırmadan, iğneye iplik geçirirken hep o ağır konuşmasıyla fısıldayarak:
— Gerçekten aklınızda noksanlık var, dedi. Olacak iş mi bu: İnsan kendi kendini polise şikâyet eder mi? Hem boşuna beni korkutmaya uğraşmayın, nasıl olsa bir şey yapacağınız yok.
Omzuna yapıştım. Tiz perdeden:
— Git! diye cırladım, bir tane patlatmama ramak kalmıştı.
Fakat bu arada antrenin kapısının yavaşça aralandığını, birinin içeriye girip durduğu yerden şaşkınlıkla bizi seyretmeye başladığını nasılsa duymamışım. O yana bakınca müthiş bir utanç duydum ve kendimi odama attım. Orada ellerimi saçlarıma daldırarak başımı duvara dayadım, öylece kalakaldım.
Bir iki dakika sonra Apollon’un ağır adımları duyuldu. Sert bakışını bana dikerek:
— Birisi sizi istiyor; dedi ve yana çekilerek Liza’ya yol verdi. Odadan çıkmak istemediği belliydi; bizi alayla süzüyordu.
Kendimi kaybederek:
— Çık dışarı, defol! diye bağırdım. O anda saatim gayrete gelerek hışırdayarak yediyi çaldı.
Yeraltından Notlar
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
Rusça Aslından Çeviren: Nihal Yalaza Taluy, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları