Kafka, «Dava» adlı romanında dile getirmişti. Etliye sütlüye karışmayan bir zavallı banka memurunun, günün birinde, sabah sabah odasına giren iki sivil polisçe bilinmeyen ve sonuna dek bilinmeyecek bir suçlamaya dayanarak evinden alınıp götürülmesi ile başlayan acıklı dram; içinden çıkılmaz, çapraşığın çapraşığı duruşma alavere dalavereleriyle, avukat mavukat oyunları, suskunluklar, korkular, çekinmeler, düzenbazlıklar içinde suyu çıka çıka kötünün kötüsü bir doğrultuda gelişerek ölümle sonuçlanıyor.
Bütün ömrünü, yalansız dolansız, çıkarsız halka, halkına, kültürüne adayan, paradan puldan uzak, karınca kaderince, adeta partallar içinde bir hayat süren, kimseye, ama kimseye hesap vermek durumunda olmayan, olamayacak olan bir aydın düşünebiliyor musunuz ki, günün birinde, yapmadığı, yapamayacağı işlerden sorgulara çekilsin, gülünç birtakım suçlamalarla yargıç önüne çıkarılsın ve kendini savunma durumuna düşsün.
Yirminci yüzyılın, belli başlı bütün totaliter yönetimlerinde, hatta hatta demokrasilerinde, özgür düşünceli, iktidar felsefesine düşünce namusu gereği sırt çeviren, sırt çevirmeyi, hatta o felsefeye kafa tutmayı bir aydın görevi sayan, sayması gereken insanların kaderi ne yazık ki bu. Sade yirminci yüzyıla mı özgü bu kader? Ta Sokrates’ten bu yana, dünyayı aydın düşünceye, ışığa kavuşturmaya çalışan Campanella’lar, Galile’ler, More’lar gibi Ortaçağ düşünürlerinin, Gramsci gibi yirminci yüzyıl aydınlarının başına gelenleri düşünürseniz, kamuoyunun aydınlanmadığı her çağda böylesi durumlara rastlamak günlük işlerden sayılabilir.
Atom çağının eşiğinde, aydın Avrupa’nın bu dramını Kafka, «Dava» adlı romanında dile getirmişti. Etliye sütlüye karışmayan bir zavallı banka memurunun, günün birinde, sabah sabah odasına giren iki sivil polisçe bilinmeyen ve sonuna dek bilinmeyecek bir suçlamaya dayanarak evinden alınıp götürülmesi ile başlayan acıklı dram; içinden çıkılmaz, çapraşığın çapraşığı duruşma alavere dalavereleriyle, avukat mavukat oyunları, suskunluklar, korkular, çekinmeler, düzenbazlıklar içinde suyu çıka çıka kötünün kötüsü bir doğrultuda gelişerek ölümle sonuçlanıyor.
Yirminci yüzyıl aydınının dramı, Kafka’nın «Dava»sında anlatmaya çalıştığı gibi, soyut ve belirsiz güçlerce yapılan, soyut ve belirsiz suçlamalara karşı kendini savunmak durumuna düşmesi, giderek savunulacak bir şeyi olmadığı için de savunamaz olması ve sonunda somut bir cezaya ölüm cezasına çarptırılmasıdır.
Nedir yirminci yüzyıl aydınının, istese de istemese de düşünce namusu olduğu sürece, doğru bildiğini söylemekten şaşmadıkça bulaşacağı politik suçlamanın özü? İktidar felsefesine aykırı düşmek. Davranmak demiyorum. Çünkü, günümüz politikacıları, düşünmeyi, salt düşünmeyi bile bir eylem saymaktadırlar. İktidar felsefesine karşı düşünmek derken, bunun kapsamını iktidar açısından ele alırsak, vatana ihanet suçu ile karşılaşırız. Vatana ihanet, son incelemede, iktidardakilerin hayat felsefesine ters düşmektir. Bugün hala yürürlükte olan 1351 tarihli İngiliz «Treason Act» adlı yasaya göre krala, kraliçeye, onların büyük evlatlarına veya mirasçılarına komplo hazırlamak veya onları öldürmeyi tasarlamak (hatta hayal etmek) vatan ihanetidir. Vatanı, yurdu, kendi kişiliğinde gören Roma imparatorlarından kalma bu görüş, bugün uygar ulusların yasalarında kurnaz hukukçu ağzıyla daha kapalı ve daha kapsamlı biçimlere bürünmüştür. Roma hukuk içtihatlarındaki kayıtlara bakılırsa, krala, imparatora ihanet etmek için, Hıristiyan olduğunu söylemek bile elveriyordu.
H. M. Enzensberger’in dediği gibi: Yönetim koşullarındaki her kökten değişiklik, milyonlarca insanı vatan haini durumuna düşürebiliyor. Franco İspanyasında, Frankistlerin savaşı kazanmasıyla, Cumhuriyetçilerin toptan vatan haini durumuna düşmeleri gibi. Yine aynı düşünürün dediği gibi, vatan haini durumuna düşmemek için, o milyonlarca insanın, o güne kadar bağlandıkları görüşleri birden reddetmeleri gerekir. Bu da, gerçekten bir yüz karası, ömür boyu unutulamayacak bir utanç durumu yaratabilir..27 Mayıs ertesinde, Ankara Devlet Tiyatrosu Konservatuarı sanatçılarının, büyük bir suçluluk kompleksi altında, iki gün içinde, Türk ulusuna «selam» teraneleriyle yaktıkları bağlılık marşı bunun ilginç bir örneğidir.
iktidar felsefesine karşı gelip de vatan hainliği ile suçlanmamanın olağan olduğu, olabileceği toplumlar, uygarlığın doruğuna varmış bulunması gereken toplumlardır ancak. Ama, bu doruğa varmış toplum nerede? Var mı dünya yüzünde, olabilmiş mi?
Geçmişten, bugüne tıpa tıp benzeyen örnekler alalım: İbni Batuta, Delhi Sultanı Muhammed Tuğlak’ın sarayında kalır bir süre. Sultanın güvenini kazanır. Sultan ona içini açar. O sultan ki, bütün sultanlar gibi, kendini sürekli bir ihanet çemberi içinde, sağdan soldan saldırılara göğüs germek, tahtını, servetini, mutluluğunu çekemeyenlerin sinsi saldırılarını önlemek durumunda hissetmektedir. Bir gün, İbni Batuta’ya şöyle der: «Bugün, eskisine kıyasla çok daha kötü adamlar ve başkaldıranlar var. Onları, en ufak bir ayaklanma şüphesi ve niyeti üzerine cezalandırıyorum. Ben ölünceye ya da bu insanlar doğru dürüst hareket edinceye, başkaldırmaktan veya söz dinlemezlikten vazgeçinceye kadar böyle davranmaya devam edeceğim. Onları, durup dururken düşmanım oldukları ve bana başkaldırmaya yeltendikleri için cezalandırıyorum.»
Yüzyıllar, çağlar nasıl da değiştirmemiş, değiştirememiş devlet gücünü ellerinde tutanların düşünüşünü, iyi niyetli, yurtsever aydınlara karşı tutumlarını. Muhammed Tuğlak’ın bu sözlerini pek değiştirmeden, Abdülhamit’lere, Stalin’lere, Franco’lara, Hitler’lere uygulamak işten bile değil.
Bir insanın niyetini eylemini, açığa vurulmuş düşüncesini değil salt niyetini cezalandırmak, dinlisinden layığına kadar, bütün devletlilerin, o kuşkular, tedirginlikler içinde yaşayan devletlilerin, ta ilk çağlardan bu yana tutageldikleri sakat bir yoldur. Bir kimsenin niyetini, yani sözlük anlamına göre «bir şeyi yapmayı önceden arzulayıp düşünmüş, kurmuş olduğunu» ortaya çıkarma yolunda akıl almayacak çabalar harcanmış bütün dünyada, hala da harcamyor.
Daha, imparator Tiberius (M.Ö. 41-37) zamanında başlamış bu çabalar Roma’da. Uçan kuştan bile kuşkulanan iktidar sahiplerinin içini kemiren o ihanet saplantılarının sonucu olarak, muhbirlik, gammazlık bir meslek niteliği ile çıkıyor ortaya.
Roma’da «delator» adı verilen çekirdekten yetişme muhbirlerle, günümüzün sağlısı sollusuyla, hatta demokrasisiyle, bütün dünya devletlerindeki niyet avcısı diyebileceğimiz özel gizli polis örgütlerinin tohumu atılıyor.
Gizli niyetleri açığa çıkarmanın yolu, en kestirme yolu, «düşünceleri okuyan makine» henüz bulunmadığına göre, dün olduğu gibi bugün de, işkenceden geçmektedir, toplumların kaderi çıkarcıların elinde olduğu sürece de geçecektir ister istemez. Onun için, işkence, filan düşünceye, falan eyleme yatkın olabilecekleri önceden kestirilmiş kimseleri, yargıç önüne çıkarmadan, doğru yanlış, haklı haksız, yerli yersiz itiraflara zorlamanın, ilk çağlardan bu yana uygulana gelen insanlık dışı bir yöntem olarak işlemiştir ne yazık ki. Belli olaylarda, suçlu arama zorunda olan işkenceciler, çoğu zaman insanın hayal gücünü aşan bir tilkilikle, daha önceden hazırlanmış listeler gereğince, belli bir doğrultuda düşünebilecekleri yakalayıp, onlardan coplu sopalı, falakalı, tekmeli tokatlı itiraflar elde etmeye çalışmaktadırlar. Zamanın yöneticilerince tertiplendiği sonradan açığa çıkan 6 -7 Eylül olayında, köşesinde bucağında oturan, olup bitenden haberi olmayan birçok solcu bilinen kişilerin aylarca, bile bile, haksız yere hapislerde tutulduğu, sonra da, yanlışlık oldu diye salıverildiklerini bilmeyen var mı?
Sonu hiçe varan, varacağı yüzde yüz bilinen o günkü işkence uygulamasından bugün kala kala, sadece namuslu, suçsuz birtakım insanların belleklerinde, zonkladıkça zonklayan bir sızı, bir yürek ezikliği kaldı kuşaktan kuşağa geçen, geçecek olan, işkencecilere, o günün işkencecilerine gelince,hala yaşayanları varsa, ki vardır şüphesiz kira bilir hangi köşelerde, işkence yapabilme olanaklarından uzaklarda, vicdanlarının sesiyle ki varsa başbaşa, belki de bir pişmanlık, bir utanç duygusunun belli belirsiz sızısı içinde yaşamaktadırlar.
Papa Nicholas I (858-865 arası), hırsızlara, haydutlara insanlık dışı işlemlerde bulunan Bulgarlara şöyle sesleniyordu: «… eğer sanık, böylesi işkencelere dayanamayıp, işlemediği suçları itiraf ederse, böylesi bir suçun sorumluluğunu yüklenen mi utanmalıdır, yoksa, bu türlü bir itirafa zorlayan mı? Dahası var. Birisi, aklından geçmeyen, geçmemiş olan suçları işlediğini söylerse, itiraf etmiş olmaz, sadece konuşmuş olur. Vazgeçin böylesi davranışlardan, bugüne kadar yapmak çılgınlığında bulunduğunuz şeylerden vazgeçin? Bugün yüzünüzü kızartan şeylerden ne elde ettiniz?»
İtalyan Ceza Hukuku Uzmanı Cesare Beccaria’nın dediği gibi, işkence yoluyla gerçeği bulmaya çalışmak mantığa aykırı bir şeydir. Çünkü, gerçeği, zavallı insanların kaslarında, örgensel tellerinde aramaya kalkmak saçmanın saçması bir tutumdur. İşkence, eninde sonunda kötüleri bağışlamanın, güçsüz birtakım namuslu insanları cezalandırmanın en şaşmaz yolu oluyor.
Bugün dünyanın totaliter devletlerinde, hatta aynı eğilimdeki demokrasilerinde, devletliler işkence yoluyla ayakta durmaya çalışmak, özellikle aydınlara karşı amansız tutumlarıyla, aynı zamanda hem davacı, hem yargıç olmak gibi çelişik, akla mantığa aykırı, hak hukuk ilkelerini kökünden zedeleyen bir duruma düşmektedirler. Yakın geçmişin istiklal Mahkemelerini yakından uzaktan ansıtan Devlet Güvenlik Mahkemelerinin temelinde ne yazık ki, bu gerçek yatmakta ve Ziya Paşa’nın şu ünlü beytini doğrulamaktadır: Kadı ola davacı ve muhzır dahi şahit, ol mahkemenin hükmüne derler mi adalet?