«Kendini yakıp bitiriyorsun oğlum Hikmet,» dedi Hüsamettin Bey. Hikmet atıldı: «Değil mi albayım?» Kâğıdı sehpadan aldı: «İnsanlık öldü. Belki de hiç yaşamamıştı. Belki de benim insanlığım diye bir şey yoktu. Ben hücremde yanlış hayallere sürüklenmiştim. Korkaklığımı insanlık sanmıştım. Yalnızlığı insanlık saymıştım. Batıda böyle şeylere önem vermiyorlar albayım. Biliyorlar bütün bunları: İnsanın ruhunu okuyorlar. Fakat onlar da mutlu değil albayım. Ne var ki, boş hayallere kapılmamayı biliyorlar. Kaç asrın tecrübesi, kolay mı?» Düşünceye dalmış gibi yaptı: «Dün geceki rüyamı nasıl yorumlardı bu adamlar acaba?»
«Bu oyunu biz hiç yazamayacağız,» dedi Hüsamettin Bey. «Neden, albayım?» «Şimdi de rüyanı anlatacaksın. Bazen düşünüyorum da, hangimiz ihtiyar diye, bulamıyorum. Söyle bakalım.- Ne oldu dün gece?»
Anlamıyorlar albayım. Bizim üniversitede bir hoca vardı; adı ‘sosyalle başlayan bir derse geliyordu. Rüyama girdi albayım. Fare olmuş ama, başı gene kendi başı. Masanın, yatağın altından, ‘Bütün hesaplarını biliyorum,’ diye sırıtıyor, benimle eğleniyordu.
Çok hızlı hareket ediyordu. O yaşta bir farenin bu baş döndürücü koşuşmasını kıskanıyordum. Uzun yıllar hareket etmeden beklemesini bilmeye borçluymuş çevikliğini: Öyle söyledi. Onu şişlemek istiyordum; fakat bu ihtiyar fareden korkuyordum. Onunla konuşurken saygılı bir dil kullanıyordum. Yüksek mevkilerde tanıdıklan vardı. Ben de Sevgi’yle yeni evliydim, iş anyordum. Bana yaran dokunabilirdi. Fakat beni tersledi: Sözüm ona, hakkımdan fazlasını bile almışım. Yaşlı bir fare olmasaydı onu hemen öldürürdüm. Galiba benden korkuyordu, polis çağırmak istiyordu. Üniformalı bir adam yaklaştı. Oradan uzaklaşmak gerektiğini düşündüm; fakat bir otel kapıcısıydı bu üniformalı adam. Onu payladım, üzerine yürüdüm. Bana aldırmıyordu. Neden böyle aşağılık rüyalar görüyorum albayım?» Sustular.
«Rüyanın sonunu anlatmadın,» dedi albay bir süre sonra. «Belki de bu rüyayı hiç görmedim albayım. Belki de, hiç bir şeyin sonuna katlanamadığını gibi, bu rüyanın sonuna da katlanamadım ve seyretmedim sonunu. Küçükken, korku filimlerinin de yansında çıkardım. Belki de bu rüyanın tam burasında uyandım.»
«İnsan korksa da sonuna kadar seyreder,» dedi Hüsamettin Bey. «Ben sizin bildiğiniz insanlardan değilim alyım, hiç değilim. O kadar değilim ki, şimdi yapacağım gibi sonunu anlatsam bile değilim.» Yüzünü buruşturdu: «Beni dövmek istediler albayım. Üniformalı kapıcının otelinden esmer bir adam çıktı: Beyaz çizgili lacivert bir elbise giymişti, yağlı bıyıklan ve büyük pltm yüzükleri vardı. Ben neyi sevmiyorsam albayım, bu adamda vardı. Adam beni yanma çağırdı, hemen unuttum onu sevmediğimi. Ben ilgi görünce, hemen unuturum her şeyi albayım, biliyorsunuz.»
«iki adam dana çık ti kapıdan. Beyaz ceketlerini hatırlıyorum. Evet, bunlar garsondu. Bana doğru geliyorlardı. Heyecanlanmıştım: Garsonlan sevmediğimi de unutmuştum. Ben de onlara doğru yürüdüm ve yarı yolda beni dövmek istediklerini anladım. Kim bilir gene ne olmadık bir olay çıkarmıştım? Bu münasebetsiz böceğe haddini bildirmeğe geliyorlardı. O zaman anladım nasıl bir yaratık olduğumu, bütün çirkinliğimle gördüm kendimi; bana bakarken yüzlerini buruşturmalarından anladım bunları. Ve kendi çirkinliğime yüzümü buruşturarak uyandım. Her fırsatta, küçük bir zayıflık sezdi mi mesele çıkaran, sonra üzerine yürününce de kendine acındırmak için sahte duyarlıklara başvuran zavallı ‘ben’i gördüm. Kendime acındırmayı bir sanat haline getirmeğe çalıştığımı anladım.»
«İnsanlan, yalnız iyi olduğu için sevmezler,» dedi emekli albay.
«Kendimi gördüm,» dedi Hikmet. «İlk defa açıkça gördüm. Neredeyse otelin kapısından içeri girecektim: Kü-çümsediğim insanlann beni küçük duruma düşürmesine fırsat verecektim. Bakışlarıyla beni küçülttüler bile. Bütün suç bende, bütün olaylarda suç bende.» Ayağa kalktı, albayın yanında durdu: «Emirberiniz olmak istiyorum albayım: Bütün gün çarşıda pazarda sizin için alışveriş etmek istiyorum. Herkesten özür dilemek istiyorum.»
«Yeter Hikmet! Oyunumuza dönelim.» Hikmet’in gözleri parladı: «Dönelim, albayım. Oyunumuzu kanımızla yazalım. Istırabımızı sanatımıza gömelim. Sanat bizim için ekmek parası değil, sanat bizim için bir ustalık meselesi değil, sanat bizim için… sanat bizim için nedir albayım?»
«Eğer yazabilirsek iyi bir oyun,» diye homurdandı emekli albay Hüsamettin Tambay.
«Oynayalım albayım. Tekrarlara düşmekten korkmadan oynayalım. Asıl, tekrarlara düşelim ki, içimizi kemiren şeytanı her fırsatta rezil edelim. Hemen başlayalım. Yazalım albayım. İşte kalem, işte ıstırap albayım. Benden başlayayayım. Soldan girerim albayım. Akşam olmaktadır albayım. Bütün güzel oyunlarda, heyecanı artırmak için akşam olur albayım: Işıklar yavaş yavaş söner. Güneş demek istiyorum albayım. Parantez içine yazılır albayım ‘hava kararmaktadır’ diye. Aynı parantezin içinde Hikmet de soldan girer albayım. Parantezin içine italik yazılır albayım. Uzatma Hikmet, denir ona gerçek hayatta. Oyunda ise denmez. Oyunda, tiyatronun kurallarına uygun olan güzel sözler söylenir. Bütün tanımlar parantez içinde verilir. Kimse o sözleri söylemez sahnede. Hikmetin soldan girdiği görülür sadece. Sahnede, hayattaki gibi öyle aptalca gülümsemek olmaz. İnsan evindeki gibi de olmaz orada, evindeki biçimde canı sıkılmaz. Bazen seyirciyle de konuşur oyuncu; ama, herkes bilir onun gerçekten konuşmadığını: Can sıkıcı karşılıklar vermezler ona. Oyun yazarının canı konuşmak istemiştir o sırada. Herkes bunu anlar, onu hoşgörür. Hayata dayanamayan her insan gibi yapılır oyunda: Mış gibi yapılır. Ayağını, pantalonunun ütüsünü bozmadan iskemlenin kenarına dayarsın; sekreter rolündeki kıza, ‘Patron içerde mi şekerim?’ dersin. Herkesi atlatan gazeteci rolüdür bu. Oyundaki bütün gazeteciler gibi sevimlidir bu oyuncu, kıravatını hafifçe gevşetmiştir. Herkesin iç yüzünü ortaya çıkarır. İnsan, seyrettiği yerden onu alkışlamak ister. Ama olmaz: Perdenin sonuna kadar beklemek gerekir. İnsan, oyunlardan hiç anlamayanların sözüm ona gerçekçi yorumlarını unutur da, ah şu çocuk bütün namussuz heriflerin hakkından gelse diye oturduğu koltukta tepinir. Ah ben de gazeteci olsam ¦da dirseğimi masaya dayayıp şu güzel sekreterle konuşsam diye içini çeker. Ben de albayım, hem o aptal seyircilerden değilim, hem de öyleyim. Anlıyorsunuz değil mi albayım?»
«Vazifemiz anlamak,» dedi albay. «Bu görevle bulunduruluyoruz burada.»
«Fena mı ediyoruz albayım?» diye sevinir göründü Hikmet.
«İpin ucunu kaçırdık bir kere,» diye homurdandı Hüsamettin Bey. «Bütün şahsi meselelerini ortaya dökmene göz yumduk.»
«Başka hangi mesele var ki canım albayım?» dedi Hikmet heyecanla. «Merak etmeyin; biz gene gizlenmesini biliriz. Şunu şurasında kime zararın dokunuyor ki?»
«Kendine,» dedi albay. «İlme de bir hizmetin dokunmuyor. Girişlerle oyalanıyorsun. Bir türlü esas mevzuya giremiyorsun.» Birden öfkelendi: «Yahu şu piyesi hiç yazamayacak mıyız oğlum? Bir başlasaydık hiç olmazsa. Ben oynatacak yer bulurdum. Fakat senin niyetin tarih değil maskaralık.»
«Komediye hakaret ediyorsunuz albayım. Dokunaklı-acıklı-gülüçlü bir oyuna kimsenin bir diyeceği olamaz.»
Hikmet, çekmecesinin gözünden biraz kâğıt çıkardı; albayın getirdiği kitapları ve hazırladığı notlan, masanın başında, birlikte okudular. İşe nasıl başlanacağını bir süre tartıştıktan sonra Hikmet’in yazmasına ve yazdıklarını aynı zamanda yüksek sesle okumasına karar verildi. Hikmet, bazı tanımlar ve yorumları parantez içinde yazabilmek için albaydan izin istedi. Çaydanlık gaz ocağının üstüne konuldu; dul kadının ortanca oğluna biraz bisküvi ve krikkrak aldırıldı. «İnsanın asıl hoşuna giden bu ön hazırlıklar!» diye sevinçle bağırdı Hikmet. Sigaraları da vardı. Tablaları çöp tenekesine döktüler, eski sigara dumanlarının kokusunu gidermek için pencereyi ve sokak kapısını açtılar, biraz ceryan yaptırdılar. Oyun üzerinde yoğunlaşmalarını engeller düşüncesiyle küçük Salim’in yanlarında kalmasına izin verilmedi. Hikmet bu arada, ‘deniz kıyısında bir kulübe yaparak orada çalışmaları gibi’ kırsal bir özlemi dile getirdi. Albayın romatizmaları düşünülerek bu tasarıdan hemen vazgeçildi. Kitapları ve notları masada düşey olarak karşısına dizen Hikmet, yazdıkları biraz ilerledikçe albayına okudu. Albay keyiflendi. Arada yarım paket Gelincik içti. Çaydanlığı unuttukları için su taştı ve ocağı söndürdü. Neyse ki suyun hepsi ziyan olmamıştı. Üstüne biraz daha su koyup, çayı demlediler. Hikmet, ilk çaylarını içtikleri sırada, yazdıklarını yeni baştan okumağa başladı ve kısa aralıklarla bu durum böylece sürüp gitti:
«Oyun içinde oyun olur mu?» diye sordu Hikmet önce. «Olmaz, onu sonra deneriz,» karşılığını alınca bazı satırları çizdi.
Tehlikeli Oyunlar’dan bir bölüm
Tehlikeli Oyunlar, Oğuz Atay’ın ikinci romanıdır. 1973 yılında yayımlandı. 1970’te TRT’nin Roman Ödülü’nü kazanan Tutunamayanlar’dan sonra yazarla 16 Mart 1971 tarihinde yapılan söyleşide, yazar yeni bir romana başladığını ve 30-40 sayfa kadar yazdığını söylemektedir:
“Sanırım bu romanın kahramanı da tutunamıyor. Bu konudaki yakınmalarını pek ciddiye almıyorum. Selim kadar haklı değil galiba. Hikmet de (yeni romanın kahramanı) bunun farkında olacak ki tatsız sıkıntılarını dindirmek için oyunlara başvuruyor. Kitabın adı ‘Tehlikeli Oyunlar’ olacak.”
Olaylar, karakter Hikmet Benol’un etrafında gelişir. Atay edebiyatının ayırıcı özelliklerinden biri olan oyun motifi romanın bütününe hakimdir.
Romanının baş kahramanı olumsuz bir tip olarak çizilmiştir:
“ Selim’le oldukça güç bir tip, yani olumlu insan –bir bakıma- denemiştim. Şimdi sürekli olumsuz bir tip düşünüyorum. Küçük hesapların olumsuzluğunu. Kimsenin okumadığı kitapları okuyan, kötü yaşayan bir adam. (…) Aşağılık bir adam. (…) Hikmet farkında. Fakat kötülüklerine engel olamıyor.”
Yazar, Hikmet’i yaratırken birçok kaynaktan beslenmiş: William Shakespeare’in Hamlet’i ve İncil’deki kutsal üçlü (teslis) bunlardan ikisi. Hikmet, teslisteki İsa figürünü canlandırıyor. Tanrı ve Meryem Ana’yı çağrıştıran figürler de Hikmet’in aynı gecekonduda yaşadığı (ya da yaşadığını hayal ettiği) Albay ve Nurhayat Hanım karakterleri.
Mekanın gecekondu olarak seçilmesi de tesadüf değildir. Kent kökenli olan Hikmet için gecekondu aykırı bir mekandır ve bunun yarattığı yabancılaştırıcı etki soyut iç dünya atmosferi yaratmak için kullanılır. Romanda yine Tutunamayanlar gibi iç konuşmalara oldukça sık rastlanır ve okuyucuya aktarılan Hikmet’in yaşamının düş mü gerçek mi olduğu netleştirilmez.
Düşle gerçeğin birbirine karışması, üstkurmacanın kurgunun ana ilkesi olması Tehlikeli Oyunlar’ı postmodernist roman kategorisine dahil ediyor. Aynı zamanda Tehlikeli Oyunlar postmodernizmin Türk edebiyatındaki ilk örneği kabul ediliyor.
(Yıldız Ecevit,”Türk Romanında Postmodernist Açılımlar” adlı eserinde romanın yapısalcı bir çözümlemesini de yapmıştır.)
Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunlar‘ı oluştururken birçok kitaptan ve kaynaktan etkilendiği söyleniyor. Bunların başında James Joyce’un Ulysses’i ve Vladimir Nabokov’un Solgun Ateş’i geliyor. Solgun Ateş’in Tutunamayanlar üzerinde de etkili olduğu söyleniyor. Bu romanın bir bölümünde Oğuz Atay’ın kullandığı yöntem Nabokov’un romanının esasını oluşturuyor. İki roman da ölen birinin ardından yakın bir dostunun yazdığı bir önsözle başlıyor; üstkurmaca, oyunlar, şiirler iki romanda da kullanılıyor.