Bir Düşünürün Yeniden Doğuşu: Nietzsche

Nietzsche kimdi? Ozansı bir nihilist mi, yolunu şaşırmış üstinsan mı, ırkçılığın ve üretim kurgusunun kuramcısı mı? Yoksa o gerçekten de dahi bir filozof muydu? Düşünür, ölümünden yüz yıl sonra “imgesel düşünü oyuncusu” olarak yeniden keşfedildi.

Benim kim olduğumu anlamak zordur; Yüz yıl bekleyelim bakalım ­ belki o zamana kadar Bay F.N.’yi mezarından çıkaracak, dâhi bir insan sarrafı ortaya çıkar.

Friedrich Nietzsche, 1885 O henüz on yedi yaşında yatılı öğrenciyken, karanlığa ve kızgın bulutlara olan düşkünlüğü ve çılgın coşkun kişiliği nedeniyle kendisine “sersem sepelek” gibi bir isim takmıştı. “Dionysos”a mektuplar derlemeden önce doruğa tırmandığında ise “şimşekler ve edimlere” ilgi duyacaktı.

Nietzsche’nin yaşam ilkesi, boğucu Alman aile ortamına, okul ve bilimdeki gerici yönetimlere ve Bismarck çevresindeki burjuvaziye olduğu kadar Hıristiyanlığın çileciliğine karşı başlı başına bir başkaldırıydı bir yerde.

Fırtınalı düzyazıları “Cinsel yaşama yönelik her türlü aşağılama, yaşamın kutsal ruhuna karşı işlenen bir günahtır” gibi çarpıcı dizeler içerir.

Nietzsche felsefesi ve her tümcesinde izlenebilen çılgın düşünceler, ailelerinden tümüyle farklı bir yaşam biçimi arayan kışkırtılmış gençliğin en iyi kılavuzuydu. Ve Nietzsche’nin düşünceleri kuşaktan kuşağa sindirildi. Çünkü Nietzsche her şeyden önce Arnold Böcklin ‘in “Ölüler adası” türünde bir resim, bir harmonidir de. Gür kaşları ve abartılı bıyıkları arasından keskin bakışlarla süzen yalnız düşünür, yıldırımlar fırlatan Zeus, düşsel masal kahramanı, gece süvarisi II. Ludvig, ve “Zamansızlığı” kestirirken gerçekçiliğe karşı gelenleri aşağılayan, Yunan dostu kimliklerinden harmanlanmış bir kişilik olarak çıkar karşımıza. Bu hem doğru hem de yanlış bir yaklaşımdır aslında. Ha evet, coşkulu bir anlatım dönemi sayılabilir. Fakat aykırı düşüncelere sahip bu adam, yaşamı boyunca hastalıktan da kurtulamadı. Peki, o gerçekten de Goethe döneminden sonraki en aydın düşünür müydü? Yoksa rasyonalist Karl Popper’ in betimlemesindeki “zavallı bir şeytan”mıydı? Popper ayrıca onun tüm eserlerini okuduğunu ve hepsinin bomboş olduğunu söyler.

Nietzsche birbiriyle ilgisi olmayan dizeleri peş peşe sıralıyordu: “Yitiren, / Yitirdiklerinin sonu gelmez … Yakında kar yağacak / Yurdu olmayanın, vay haline!”- Evet son dize gerçekten de ozansı. Fakat Nietzsche’nin büyük yankı yaratan “Die Geburt der Tragödie aus dem Geist der Musik” (1872) / “Müziğin Ruhundan Trajedinin Doğuşu” adlı eserinin kısa bir derlemesini yapan filolog Ulrich von Wilamowitz-Moellendorff da pek haksız sayılmazdı: “Etrafına, çileci çalışma düzeninden kurtulmayı öğrenip, her yerde gerçeği bulması gereken Alman gençlerini değil, kaplanları topladı” demişti Moellendorff. Gençliği kışkırtan Nietzsche, dışavurumcu (ekspresyonist) “Aktion” dergisinin yönlendirmesiyle de (1913′te) onları yaşamın gerçeklerinden hep Dionysosçu bir coşkunlukla koparmaya çalıştı.

“Sevinçli Bilim” eğlenceli mi? Olabilir, ama yine de şaşılası derecede öfkeli ve sinsidir de. Aslında Schopenhauer karamsarlığını (pesimizmini) veya Sokrates öncesi düşünürlerini reddetme çabası içinde kullandığı dilin akışı ve düzyazının ozansı soyluluğu bile sırlarla doludur.

Entelektüel Demon ve “Networker Nietzsche” Ve bunlar çoğunlukla “kehanetlerdir”: Nietzsche korkunç savaşların ve yalnızca acıya boyun eğen, edilgin toplum bireylerinin yani “son insanların” geldiğini görüyor (”Son insanlar mutluluğu yakaladıklarını söylerken göz kırpıyorlar”), gelecekteki vücut konjonktürlerini tahmin ediyordu (”Vücut büyük bir sağduyudur… o hiçbir şey söylemez. Fakat benliğimi ben yaratırım”). Ve küreselleşme dönemi: “İnsanlar kendilerine, dünya çapında hedefler seçmek zorunda kalacaklar.” Üstinsan kavramının yaratıcısı, Tanrının mezar kazıcısı, “en durgun sözcüklerle fırtınalar yaratan” gizemcilik (mistisizm) ustası, historizm eleştirmeni, kaderciliği reddeden, besteci, Wagner yanlısı ve Wagner karşıtı, dirimselci (vitalist), kaçınık (münzevi), psikolog, “düşünme mekanizmaları”ile ilgili belgelerin aydını ve eleştirmeni; işte Nietzsche tüm bu sıfatlarla bütünleşen entelektüel bir şeytandı.

Geçen yıl “İnsan parkı için kurallar” başlığıyla sunmuş olduğu tartışmalı konferansında Nietzsche’ye gönderme yapan Peter Sloterdijk , düşünürün “Zarathustra”/”Zerdüşt” eserinde insan üretimiyle ilgili bir tezi de ortaya atmış olduğuna değinmişti. İnsan kalıtım şifresinin çözülmüş olması nedeniyle, bugün bu tezin üzerinde kesinlikle durulması gerektiğini vurguluyor, Sloterdijk. Üstinsan üretimi mi? Gerçi Sloterdijk yalnızca genetikçilerin uzun süreden beri tartıştıkları bir konuyu karmaşık sözcüklerle süsleyip, Nietzsche’den almış olduğu alıntılarla olası tehlikeleri üstü kapalı bir biçimde anlatmaya çalıştıysa da, “Zarathustra projesi” olağanüstü bir tepki almıştı. Şüphesiz “Duygulu ve saygın insan modelinin trajedisi” (Thomas Mann), yalnızca kışkırtmalar için uygun değildi. Nietzsche, bu yıl “büro tiranlarına uygun fast food” için “Networker Nietzsche” olarak da keşfedildi. Nietzsche’ye göre “Yapılması istenilmeyen, ağır bedensel işler kölelere bırakılmalıdır”.

Nietzsche’ye saldırmak, aslında şenliğin gizli bir parolası haline gelmiş sanki. Weimer’deki Schiller müzesini gezen ziyaretçiler, özensizce sergilenen eşyaları izlerken, düşünürün renkli harflerle zemine yapıştırılmış özdeyişleri üzerinde geziniyorlar. Müzenin yanındaki “Nietzsche-Shop” dükkânında ise bıyıklı büstler satılmakta. Sloterdijk’in dostu Rüdiger Safranski, alışılmış bir titizlikle, Alman felsefe yazarlarını “Coşkunluk uçlarını” bulmaya yönelik “Keşif gezisine”çağırıyor. Romanlar dâhiyi ve onun zihin bulanıklığını anlatıyor. Bazı eski solcular ve feministler onu karalamaya çalışıyor. New York’taki St.Mark’s kilisesi ve Yunanistan’daki Nisyros kentinden Kafkaslardaki Tiflis kentine kadar Nietzsche felsefesi yorumlanıyor. Ve binlerce CD-Rom sayfalarında, hatta bir ansiklopedide bile “Tuttuğun her şey ışığa dönüşür” gibi sözlerini görmek olası. Peki ama bu düşünür hiç mi bir şey öğretmiyor? Bazı yorumcular onun sözlerindeki anlamları kavradıklarına inanırlar. Apolloncu tanımı ve Dionysosçu coşkunluğunu denkleştirmesi, üstinsan, sonsuz dönüş ve güç istemi gibi bozuk gelişim ütopyalarıyla kolayca bütünleşen hedefleri, az da olsa günümüz düşünürlerini etkilemiştir. Onlar bu meslektaşlarına daha farklı bir bakış açısıyla yaklaşıyorlar: bir aydın, bir yazar olarak, yani farklı bir çizgide.

Christof Kalb bu okuyuculardan biri. Kalb, Nietzsche’nin bedensel varlığın konuşma yeteneği üzerine söylediklerinden, bugünkü medya dünyasına skeptik bir bakış açısı getiren bir teori yaratır. Nietzsche’nin insan üzerine üretmiş olduğu düşünceler, aynı zamanda bugünkü psikologların, hastalarına sanatla kişilik bulma önerilerinin de ne derece etkiliği olduğunu sorgulama olanağını verir. “Nietzsche’nin bu konuda çok daha etkileyici diyagnozları vardı” diyor Kalb.

“Ben yaşadığım çağın çok ilerisindeyim” Viyanalı filozof Paul Liessmann ise kısa süre önce yayımlanan kitabı Euvre’de, Nietzsche’yi adeta politika karşıtı bir filozof olarak yorumlamakta. Bu yüzden de Liessmann, antidemokratik çıkışların, kadın düşmanlığının veyahut da üretimle ilgili değerlendirmelerin aklanmasına gerek duymaz. Zaten Nietzsche de kendini “Sakıncalı düşüncelerin filozofu” olarak tanımlar. Yaymaya çalıştığı felsefeyle, gerçeğin, iyinin ve güzelin üzerinde oynanan oyunları, yalanı, kötüyü ve çirkini ortaya çıkarana kadar bozmaya çalışır. Bu nedenle Kalb ve Liessmann’ın kitapları, Nietzsche üzerine tarafsız düşünme olanağı sunarlar. Belki de onlar düşünürün bile hoşuna gidebilirdi. “Ben yaşadığım çağın çok ilerisindeyim” diye yazmıştı düşünür 1882 yılında, “çılgın insanlar” aforizmasında ve bu onun üstün özsaygısına işaret eden ilk sinyal de değildi. O yuva döneminden itibaren “ben kaderin kendisiyim” sezgisinin baskısıyla yaşadı. Kendisini ayrıcalıklı kabul etmek ona hiç de zor gelmemişti. Prusya kralı ile aynı günde doğduğu için Friedrich Wilhelm adını almıştı. Annesinin kucağında yatağa götürülen küçük Friedrich ailenin gururuydu. Büyük bir zevkle piyano çalan Nietzsche baladlar düzenliyor, Yunanlı ve Alman kahramanlar yaratıyordu. Hatta bir tiyatro eserinde kendisini “Kral Eichhorn” olarak sadık yoldaşları tarafından da selamlatır.

Babasını küçük yaşta kaybeden düşünür ölümü nasıl kavradığını, “Yaşamımdan kesitler” adlı yapıtında şöyle anlatır: “Her ne kadar genç ve bilgisiz de olsam ölüm hakkında bir fikrim vardı. Sevgili babamdan her zaman ayrı olmak düşüncesi beni kahrediyor ve sürekli ağlıyordum”.

Yıl 1858 ve Nietzsche o tarihte Prusya’nın en iyi yatılı okulu Stipendiat’da 14 yaşında bir öğrenci. Askeri disiplin içinde eğitim gören öğrencilere sabahın erken saatlerinden itibaren Latince ve Yunanca öğretiliyordu. Nietzsche buna rağmen şiir yazma, beste yapma ve tinsel cesaretini ölçme fırsatını da yakalayabilmişti. Ve papazın dindar oğlu beklenmedik bir biçimde tanrı tanımaz bir kişiliğe büründü. Wagner ve Schopenhauer hayranlığı Bir çalışma sırasında “Hristiyanlığın aslında yalnızca varsayımlar üzerine kurulmuş olduğunu” fark ettiğinde, ailesinden doğum günü hediyesi olarak din eleştirmeni Ludwig Feuerbach’ın eserlerini istemişti. Ailesi bunun dışında hiçbir şey öğrenememişti. Henüz 25 yaşındayken profesörlüğe yükselen düşünürün aklında karanlık düşünceler vardı. Çünkü Leipzig’deki öğrencilik döneminde pesimist Arthur Schopenhauer ‘in kitapları geçmişti eline ve ardından da bir Schopenhauer hayranı olan Richard Wagner ile tanıştı. “Wagner’de bana ne çekici geliyorsa, Schopenhauer’de de o çekici geliyor: etik hava, Faustçu koku, haç, ölüm ve mezar…vb” diye yazmıştı 1868′de bir okul arkadaşına. Öğreticileri insan ruhunun, ancak müzik sayesinde kurtulacağı görüşündeydiler.

Basel’e yerleştiğinde eski Yunan edebiyatı dersleri veriyor, boş zamanlarda ise Wagner’le müzik çalışıyordu. Wagner, Franz Liszt ‘in kızıyla birlikte yaşıyordu ve Cosima hamileydi. Wagner’in evlilik dışı oğlunun doğumundan sonra Nietzsche onlarla birlikte yaşamaya başladı. Nietsche burada “daha ciddi ve daha huzurlu bir bakış açısının atmosferini” yakaladığını söyler. Hatta kendisini Wagner’e öylesine kaptırmıştı ki, bestecinin Musevilerle ilgili olumsuz düşüncelerine dahi diyecek bir söz bulamamıştı. Bunun yerine Wagner’in amca rolünü üstlenmişti. Küçük Siegfried için edindiği bir Yunan trajedisinde varolmanın, “ancak estetik bir fenomen olarak” katlanılabilir olduğundan söz edilmekteydi. Wagner’in anılarını düzeltmek, estetik olarak gerçekten çekici miydi peki? Nietzsche’nin büyük besteciyi “hastalıklarımdan biri” olarak kabul etmesi ve “iyileşmesini” dâhiyane bir değerlendirmeyle Wagner’e bağlaması çok uzun zaman aldıktan sonra, büyük eksiklerle dolu trajedi kitabı da ortaya çıkar. Ne ilginçtir ki bugünkü yorumcular da aynı bağlantıyı kuruyorlar. “Postmodern aydınlanma süreçlerinde de” diyor Christof Kalb, bu tür sanatsal inançlar tümüyle “tarihsel kuruntularla” oluşur. “Nitzsche’nin temelde tüm kritik değerlendirmeli önceden yapmış olması ise o kadar kötü bir şey değildi.” Gerçekten de o Wagner’in elçiliğini oynamayı sürdürürken, düşünceleri, kavrama sınırını çoktan aşmıştı.

Filozof, “Dilin tuzağına düşmüştür” gibi notlar almış, sözlerinde de bazı çelişkiler ortaya çıkmaya başlamıştı: “Yaşamaya değer olmayan, gerçek tarih değildir.” Peki yaşamaya değer olan nedir ki? Biyolojinin içinden bakıldığında “gerçek ve yalanın psikolojik açıdan” işlemesi gereken karmaşık değerler olduğunu kurcalayıp dururken bunları eşsiz varlığın yaşam dayanağı olarak görüyordu. “Doğa insanı çeşitli kurgular içine yerleştirmiştir”. Ve dur durak demeden devam ediyordu düşünür: Gerçekçilik, özsaygı, sağduyu, tarihsel objektiflik, Hristiyanlık ve etik gibi zamanın tüm temel ilkeleri, yaşamın sıkıcılığına karşı bozulmuş bir oyun gibi anlaşılıyordu. Ve oyunun düş kırıklıklarıyla ilgili bölümü için tek bir çıkar yol vardı: Benliğin bir tür Nirwana içinde çözülmesi. Nietzsche uzmanı Manfred Riedel, profesörün henüz Basel’de yaşarken Budizm’e yaklaşmaya başladığı kanısında (bkz. söyleşi). Ancak salt dünya birliği de yeterli değildi. Yanılgıların anlaşılması ve aşılması arasında sıkıcı bir ikilem kalıyordu.

Nietzsche “Unzeitgemaessen Betrachtungen”/”Zamansız Düşünceler” dizisiyle, kendi çağının sığ optimizmini küçümsemeye çalışıyordu. “Kaotik zamanlarda veya yozlaşmalardaki yıkılacak değerler ne kadar çok olursa” bir filozof o kadar yararlı olabilirdi. Peki ama bu işkolik profesör bu kültür ikileminde tek başına yol almaya çalışan kız kardeşinden çok fazla şeyler beklemiyor muydu? Tüm sıkıntılara rağmen 1876 yazında ilk Bayreuth piyesleri ortaya çıktı. Wagner’in bencilliği ve Cosima’nın yobazlığı onu çoktan terk etmişti. Wagner’ler ile Napoli körfezinde bir tatil sırasında tekrar karşılaştıysa da, bu beraberlik bu sefer pek uzun sürmedi.

Bundan böyle Nietzsche ve Paul Ree huzur içinde çalışıp tartışabileceklerdi. Nietzsche büyük bir çalışma isteğiyle biraz radikal olan eseri üzerine çalışmaya başladı: “Menschliches, Allzumenschliches”/”İnsanca, Pek İnsanca”. Burada artık umutsuz bir romantik olan Wagner “Sanatın Akşam Kızıllığı”(”Abendröthe der Kunst”) için bir düşüş örneği olarak ortaya çıkar. Fakat asıl mesele bu değildir. Giriş bölümünün “İlk ve son konular” adlı başlığıyla gayet cesur bir biçimde “Rüyanın mantığını” yorumlarken, “Yaşam üzerindeki yanılgıyı” da yaşamın mutlak gereksinimi olarak sunar.

Ve sırada etik, din, sanat, eğitim , aile veya özel yaşam gibi toplumsal faktörler vardı. Düşünür her yerde etik, dini ve metafizik düşüncelerin mantıksız yanılgılarına ulaşıyordu. Öncülükçü düşünceler her yerde karşımıza çıkar: Konrad Paul Liesmann, “gerçek, sırf sözcüklerdeki anlamlara, nasıl ve neden gelindiği konusunun unutulmuş olması nedeniyle işlemeye devam etmektedir” der.

Tıpkı Ludwig Wittgenstein gibi Nietzsche de, 50 yıl sonra düşünceleriyle oynayarak, sözcük anlamının dil içindeki kullanımıyla saptandığını keşfetmişti. Ve daha birçok şeyi de önceleyebilmişti. “Köktenci kuramcılar” (Radikal konstrüktivistler), günümüz felsefe sahnesinin en güçlü fraksiyonları, prensipte benlikçiliğin anlamını, yaşama hizmet eden dünyanın oluşturulmasındaki özyönetimi, tıpkı Nietzsche’nın insanı, “kültür olgusuyla kendisini biçimlendiren” varlık olarak tanımlaması gibi açıklamaya çalışırlar. Ancak küçük bir farkla: Kişi yalnızca zihinsel oyunlarla soyut “zincirleri”koparabilirdi. Bununla birlikte, çıkışları yanında kendi özel zincirleri hep ağır basıyordu. Eve dönüşünden sonra Basel’deki “Nietzsche ile Nietzsche üzerine” konferansları iptal edildi. Ve sonunda profesörlüğü bırakmak zorunda kaldı. 1879 yılında geldiği bakım evinde o artık beynini ağrıdan kurtaracak bulutsuz gökyüzünü bekleyecekti.

Nietzsche ve kadınlar… Yaşadığı acıların nedeni bugün bile tam olarak bilinmiyor. Yoksa daha sonraki belirtilerden anlaşıldığı gibi sebep sifilis miydi? Nietzsche doktor Otto Eiser’e iki kez enfeksiyon kaptığını itiraf etmişti. Nietzsche’nın hastalığı kesinlikle onanizm nedeniyle ortaya çıkmıştı ve Eiser, hastasının bazı doktorların tavsiyesi üzerine İtalya’da birçok kadınla birlikte olduğunu da söyler. Bunlar gerçek miydi? Okul ve mektup arkadaşı Paul Deussen , düşünürün hiçbir zaman kadınlarla beraber olamadığından söz eder… Konuyla ilgili öyküyü farklı biçimlerde yorumlayan Thomas Mann ise, Nietzsche’nin öğrencilik döneminde gitmiş olduğu bir genelevde gerçekten de kadınlarla birlikte olduğunu eklemekle yetinmişti. Böylece sifilisli dâhinin efsanesi de kapanacaktı. Hatta Nietzsche’nin bu “kırmızı noktalı gezintileri”, “Doktor Faustus” adlı romanda (1947) şeytanla yapılan sembolik bir anlaşmaya bile dönüştürülecekti. Oysa gerçek hasta Nietzsche şeytani bağlantılardan çok uzaktı. O hâlâ yüzlerce aforizmalardan yarattığı “Morgenröthe”/ “Sabah kızıllığı” ve “Die fröhliche Wissenschaft”/ “Sevinçli Bilim” gibi kitaplarında bile “etiğin derinliklerini” kurcalamaya devam ediyordu.

Aynayı kendimize çevirdiğimizde, üzerindeki simgelerden başka hiçbir şey göremeyiz. Bu simgeleri tutmaya çalıştığımızda ise yine aynanın üzerindeki “hiçten” başka bir şey geçmez elimize.- Bu, algının genel öyküsüdür. Burada “Tanrı öldü… Ve bizler onun gölgesini yenmek zorundayız” gibi düşünceler gizlidir. Çürütülmüş birçok ölçütte gerçeğin enginliğini de görebiliriz. Tüm bunların altında hiç kimsenin şüphesine izin vermeyen bir prensip yok mudur?

Engadin’deki (İsviçre) ıssız Sils-Maria yöresindeki bir gezinti sırasında ansızın bir ışık belirir düşünürün kafasında: Ansızın ortaya çıkan bu düşünce, ulaşılması olanaklı olan olumluluğun en yüce formülü, 1881 yılının Ağustos ayına ait. Tek sayfalık bir kâğıda yazılan bu satırların altında şöyle bir imza vardı: “Zaman ve insandan 6000 ayak uzaklıkta”. O gün Silvaplana gölü civarındaki ormanda yürüyordum. Surlei yakınlarında piramidal biçimde sivrilen dev bir kayanın önünde durakladım. İşte bu düşünce oracıkta aklıma geldi. “Her şey geri gelebiliyor, bu iyi. Yaşamın aynı biçimde tekrarlanabileceğini düşünerek yaşa, çünkü her acı, her keyif ve her düşünce ve sızlanış yeniden yaşanıyor”. Nirwana’yı bir çözüm olarak değil de bu dünyaya beslenen kararlı bir sevinç olarak açıklar Zarathustra.

Bu Hristiyanlık dışı öğütler hala felsefe sayılabilir miydi? Önemli değil, o böyle yazmak zorundaydı. O aynı zamanda şiir derlemek, öğüt vermek ve kitaplarını senfoni besteler gibi yazmak zorundaydı. Her gün tekrarlanan zorlu yürüyüşler, en sade yaşam biçimi, açık hava, bitmez tükenmez sıkıntılar artık onun ayrılmazlarıydı. Sezar bile hastalıkları bu biçimde yenmemiş miydi?

Sadece 1882 yılında acılarından biraz olsun uzaklaşabilmişti. Malwida von Meysenburg , tıpkı Nietzsche gibi aynı sonuçlara ulaşan bir kızla tanıştığını bildirmişti. Hatta dostu Ree ‘de ısrar ediyordu: “Bu Rus kızıyla mutlaka tanışmalısınız”. Roma’daki St.Peters kilisesinde Nietzsche, 21 yaşındaki Lou Salome ve Ree ile karşılaşır. Ve iki hayranı arasında kalan Salome, tartışmaları idare ederek ortamı canlandırmaya başarır. Nietzsche evlenme teklifinin ardındın hemen bir fotoğraf çektirmek ister. Fotoğrafta Nietzsche ve Ree arabanın önüne koşulmuş eşek rolünü üstlenirken, Lou elinde bir kırbaçla arabanın üzerinde poz verir. “Kartal kadar keskin akıllı, aslan kadar atılgan ve çocuksu bir genç kız” diye hayranlığını dile getirmişti düşünür.

Fakat kıskanç kız kardeşi Elisabeth onu kontrol altında tutmaya çalışıyordu, üstelik Lou da öndelikleri duymazlıktan gelmişti. “Kadınlara mı gidiyorsun? O halde kamçıyı unutmamalısın!”, diye bir söz duyar kısa bir süre sonra, Nietzsche’nin Zarathustra’sı “bir kocakarıdan”. Hayal kırıklığı mı, yoksa ince alay mı? Yo hayır, yine o yaramaz oyun karşımızda: Cümleler isabetli olduğu kadar, iğneleyici ve şüpheliydi de. Ve bu hasta adamın tüm gezileri boyunca aldığı notlar, manevi otorite savları olarak ön plana çıkıyordu. Daha “Zarathustra”da bile yaratanların aynı zamanda yok edici olmaları gerektiği belirtiliyordu. Yaratılmış üstinsanların ince davranışlara gereksinimleri yoktu: “Fakat tüm yaratanlar katıdır”. İşte Nietzsche şimdi gücün yüceliğini göklere çıkarıyordu.

Güçlülerin barbarca düşünceler üzerine kurulu “asil ahlâk” anlayışını sövüyor, “Yahudileştirilmiş, Hristiyanlaştırılmış veya aşağılanmış” gibi ilginç sözcükler yükleyip kötü vicdan ve günahlarla yoğrulmuş “köleci ahlâk” anlayışını ortaya atıyordu. Hâlâ hep daha güzele, iyi yürekliliğe, akıllıya, huzurluya, sıradanlığa, kayıtsızlığa, Çinliliklere, Hıristiyanlıklara doğru indiğimizin farkındayız ­ hiç kuşku yok ki, insan hep “daha iyi” olacaktır…

Bu sözleri kelimesi kelimesine okuyanlar, bunlardan ancak güçlü ve sağlıklı “üstün sarışın” (Blonde Bestie) modelinden vazgeçilmesi gerektiğini anlayabilirlerdi. Ve 20.yy’da Nietzsche’nın gönüllü buyrukçuları olmaya heveslenenler, bu tür pasajları “buyruk” olarak sunuyorlardı. Bu arada tüm yaratanlara, aşkı, kendi kaderleri olarak öneren Zarathustra-Nietzsche unutuluyordu. Kendi kişiliği ona fazla zaman bırakmıyordu, bunu biliyordu o. Ben erdemlerimi biliyorum. Gün gelecek benim ismimle bazı müthişlikler anılacaktır – bu dünyada eşi bulunmayan bu kriz, en derin vicdan çarpışmasını, bir kararı, karşı çıkılan her şeyi, o zamana kadar inanılanları, önerilenleri ve kutsallaştırılanları anımsatacaktır. Ben insan değilim, ben bir dinamitim. Tüm bunlardan “dâhi bombanın” artık iyice dağıttığı anlaşılıyordu.

3 ocak 1889 ‘da Nietzsche sadık bir okuruna şöyle sesleniyordu: Dünya aydınlıktır, çünkü tanrı yeryüzündedir. Tüm göklerin nasıl sevindiklerini görmüyor musunuz? Kendi alemimde bir şeyler duyumsadım, papazı içeri kapatın, Wilhelm, Bismarck ve Stöcker’e vurun. Böyle çılgınca mitos ve günlük politikalar arasında devam ediyordu. Artık onun için sevgili “Prenses Ariadne” olan Cosima Wagner’a “Dionysos” kimliğiyle yazıyordu. Basel’deki komşusu teolog Franz Overbeck’ e de şunları bildirmişti: “Kısa süre önce tüm antisemitleri vurdurdum. O artık aynı anda Hristiyan düşmanı, Dionysos, Sezar ve İtalya kralıydı. Overbeck 8 Ocak’ta Turin’de dostuyla karşılaştığında, Nietzsche artık iyice çıldırmıştı. Büyük bir çabayla onu Basel’e, oradan da “Friedmatt” akıl hastanesine götürebilmişti. Bundan sonra ortaya çıkan tüm belirtiler belgelendi. Doktorlar onun zaman zaman “Karım Cosima beni buraya getirdi” veya “dün gece yanımda 24 huri vardı” gibi sözler sarf ettiğini not ettiler. Fakat o bu davranışları hiçbir zaman hastalık belirtileri olarak kabul etmedi. O gerçeğin inanç adamı, “Sonsuzlukların soytarısı” idi, çünkü: “Anlattıklarım, gelecekteki iki yüzyılın tarihidir” diyordu. Ve ne ilginçtir ki, okurlar, düşünürü ve “kehânetlerini” bundan sonra ciddiye almaya başlayacaklardı. Onun coşkulu üslubundan ilk etkilenenler, genç ve ileri görüşlü ozanlar oldu. Christian Morgenstern , Nitzsche’nin bakımını üstlenen annesine şu dizeleri göndermişti: “…böylesine yüce bir evlat dünyaya getiren ve bana bir kurtarıcı armağan eden saygıdeğer anaya…”

Kız kardeşi Nietzsche’yi yeniden yorumluyor Fakat o artık bu tür övgüleri kavrayacak durumda değildi. Kızkardeşi Elisabeth bu tarihlerde Weimer yakınındaki “Villa Silberblick” olarak adlandırılan evi “Nietzsche Arşivine” dönüştürmek için kolları sıvamıştı. Nietzsche 25 Ağustos 1900′de hayata veda eder etmez, kendi eliyle yazdığı biyografiyi de yayınlamayı ihmal etmedi. Ve büyük bir patlama yaşandı. Fakat bu yankı Elisabeth için yeterli değildi, şöhretin bir hedefi olmalıydı. O hedefin ne olduğunu da biliyordu. Elisabeth “Yeni Germenler” (saf ırk kolonisi) projesini gerçekleştirmek isteyen antisemit eşi Bernhard Förster ile Paraguay’a gitmişti. Ama ne var ki proje başarısızlıkla sonuçlanacak ve Förster 1889 yılında intihar edecekti. Peki suçlu o muydu? Belki de bazı yönlendiriciler eksikti. Kardeşi Fritz, ırklardan, üstinsanlardan ve güçten söz etmemiş miydi? Büyük bir hırsla kardeşini radikal hakların mesihi olarak stilize etmeye başladı. Ve başardı da. Eskiden Nietzsche’nın “devrimciliğinden” etkilenen sosyalistler artık onun eserlerinden milliyetçi düşünceleri topluyorlardı. Kendini Avrupalı olarak kabul eden Nietzsche’nın kendi soydaşlarını “öküz” olarak adlandırması ve Yahudiler hakkında konuşurken dikkatli olması, onları hiç mi hiç rahatsız etmiyordu. Ve edebiyatçı Ernst Bertram 1918 yılında yayımladığı kitabı şöyle adlandırmıştı: “Nietzsche. Bir mitoloji denemesi”. Bertram ilk başlardan itibaren, Nietzsche’nin “ataerkil ırkıyla övündüğünü” yaymaya çalıştı. Öyleyse Hitler’in 1934 yılında Nietzsche Arşivini ziyaret etmiş olmasına hiç şaşmamak gerekir. Nietzsche ülkenin aziz kurtarıcısıydı. Hitler’in ölümünden sonra “büyük Almanya rüyası” da biter. Ve işte o zaman yorumların ne şekilde değiştirildiği de ortaya çıkar.

Tüm belgelerin ustası Karl Schlechta, savaştan sonra artık iyice yaşlanan ve gözleri neredeyse kör olan Elisabeth’in bir tomar belgeyi tavan arasında saklamaya çalıştığını açıklıyordu. Filolog nihayet ırkçı kız kardeşin, Nietzsche’nin mektuplarını nasıl değiştirdiğini tüm ayrıntılarıyla ortaya döküyordu. Fakat özellikle de “Güç İsteği” karanlık amaçlar için en uygunuydu. Schlechta, düşünürü büyük bir titizlikle aklamaya çalıştıysa da Nietzsche yine de karanlık “kehanetlerinden” kurtulamamıştı. Hatta 1961 yılında Nietzsche’nın düşüncelerini iki ciltte toplayarak “metafiziğin son sözü” olarak sunan Martin Heidegger bile düşünürü Hitler’in gölgesinden çıkaramamıştı. Ne de olsa o da nasyonalist devletin bir üyesiydi.

Frankfurt okulu çevresinde de hiç kimsenin Nietzsche’nın Marx’tan daha büyük bir düşünür olduğunu söylemeye cesaret edememesini aslında makul karşılamak gerekir. “Bu tamamen bizden kaynaklanıyor ve neredeyse hiç anlaşılmaz bir hale gelmiştir. Nietzsche artık telkin edici olmaktan çıktı” diye kaydetmişti genç filozof Jürgen Habermas 1968′de. Oysa sınırlara göz atılmış olsaydı, o daha farklı anlaşılacaktı. Marksist Mazzino Montinari, 1961 yılında DDR hükümetinin izniyle Weimer’deki Nietzsche belgelerini incelerken, Fransa’da da düşünürün eserleri yeni yeni keşfediliyordu. Gilles Deluze ve Michel Foucault gibi genç entelektüeller Nietzsche’de sol akımın karşıtlık programını bulmuşlardı. “Tarih oyunu içindeki güçler, ne belli bir karara ne de mekaniğe bağlıydı. Bunlar yalnızca savaşımın rastlantılarıydı” diye özetlemişti konuşmasını Foucault. Her oluşum, hatta en önemsizi bile değerler bünyesinde bir devrimdir. Deleuze ise şöyle devam eder: Nietzsche, yalnızca değerleri düşünmekle kalmamış, o aynı zamanda da etkileyici ve zeki bir plüralistti. Gerçekten de Nietzsche 1886/87 yıllarında şu satırları yazar: Doğru olaylar yalnızca yorumlarda karşımıza çıkmaz. Biz “kendimiz” için kesinlik saptayamayız. Belki böyle şeyler istemek mantıksız olabilir. “Her şey sübjektiftir” diyorsunuz, ama bu bile bir yorumdur, “özne” verilen değil, biraz hayal biraz da arkada gizlenendir. Bizim gereksinimlerimiz olan dünyayı yorumlayanlardır: eğilimlerimizle ilgili olanlar ve olmayanlar. Her eğilim bir tür güç arayışıdır. Herkesin diğer hevesler üzerine norm olarak empoze etmeye çalıştığı perspektifleri vardır. Oldukça önbilgisel ama o kadar da parlak bir manifestosudur bu post modernizasyonun.

Weimer’de bugün bir Nietzsche koleji bulunmakta. Yönetici Rüdiger Schmidt okulun “özgür düşünürler için bir atölye” görevini göreceğini söylüyor. Onların daha yapacak çok işleri olmalı. Düşünürün bıraktığı belgeler arasında daha bir sürü düşünü oyunları barınmakta ve tahminlere göre her hafta yeni bir kitap yayımlanıyor. O bu şekilde huzursuzluk ve heyecanlar yaratmaya devam edecektir. Onu okumak isteyenlere “cesaret ve merak” hatta “biraz da esnek, hileci ve güvenli” olguları da yanlarına almalarını öğütlemişti düşünür. Amerikalı filozof John Searle, Nietzsche okurlarına daha basit bir öğüt getirmekte: “Kişi bir oturuşta bir şişe konyağı devirmez ya…”

Nilgün Özbaşaran Dede
Kaynak: Spiegel, 34/2000

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz