“…Kahramanlar uyuz kedilere döndüler. Her biri kabahati ötekinde buluyor. Daha bugünden kavgaya tutuştular… Arkadaşlık ve gaye uğruna canlarını fedaya kalkan yiğitler şimdi yakayı sıyırmak için birbirlerini satmaya uğraşıyorlar. Onları bütün acizleri ve çirkeflikleri içinde görmek hazin bir şey…”
Macide dikkatle dinliyor ve bu sırada:
“Kendimize dair konuşacak hiçbir şey yok mu?” diye düşünüyordu. Fakat bu yabancılığın bütün kabahati kendinde olamazdı. İşte, Ömer de deminden beri uzak durmakta devam ediyor ve kendilerine ait olmayan mevzular üzerinde dolaşıyordu. Bunu tespit etmek, zannının aksine olarak, Macide’ye hiç de acı gelmedi…
Macide geceyi oldukça heyecanlı geçirmiş ve hemen hemen hiç uyumamıştı. Ömer’le beraber yaşamaya başladıklarından beri ilk defa yalnız yatıyordu. Yorganın altına girmeye cesaret edemedi. Elbiseleriyle uzandı. Ara sıra dalar gibi olsa bile küçük bir çatırtı veya sokaktaki bir sesle uyanıyor, başını kaldırarak Bedri’nin haber getirmesini bekliyordu. Sabaha karşı bir saat kadar uyumuş ve karşı evlerden birinin penceresinden zerzevatçı çağıran bir kadının feryadıyla uyanmıştı. O andan itibaren Bedri gelinceye kadar müthiş bir bekleme işkencesi başladı.
Vakit geçirmek için yatağını düzeltmekten tutturarak adeta umumi bir temizlik yaptı. Masa örtülerini silkti, mutfağa gidip birikmiş bulaşıkları yıkadı. Aynalı dolaptaki çamaşırları yeniden tasnif etti ve Ömer’in gömleklerini ve çoraplarını uzun zaman ellerinde tutarak düşündü… Pencereyle kapı arasında aşağı yukarı gezindi. Masanın üstüne çıkıp bir bezle abajurun tozunu aldı. Tekrar pencereye gidip yarı beline kadar sarkarak sokağı gözden geçirdi. Beklemek ve telaş, nefes darlığı gibi göğsüne yerleşmişti. Ne kitap okuyabildi, ne karıştırdığı notalardan bir şey anladı, ne de, bütün gayretine rağmen, ağzına bir lokma aldı… Nihayet daha fazla tahammül edemeyerek sokağa fırladı. Bedri’yi yolda karşılamak istiyordu. Hızlı adımlarla yürüyor ve her köşeden onun çıkıvermesini bekliyordu. Köşeye yaklaşınca yüreği daha çabuk hopluyor, sokağın görebildiği yerlerinde Bedri’ye benzer kimse bulunmadığını anlayınca tokat yemiş gibi oluyor ve öteki köşeye kadar içinde yeniden ümitler beliriyordu.
Daha fazla yürüyemeyeceğini hissetti. Belki Bedri başka yollardan gelmiştir ve evde beni bekliyordur, diye koşarak geri döndü. Kimseler yoktu. Masanın başına geçip oturdu. Yüzünü elleriyle kapayarak uzun zaman kaldı ve Bedri’nin yavaşça içeri girdiğini fark etmedi. Genç adam onu rahatsız etmekten çekiniyormuş gibi hafif, biraz da şefkatli bir sesle:
“Nasılsınız? Beni çok beklediniz değil mi?” dedi.
Macide ellerini süratle yüzünden çekti. Ayağa kalkmadan başını sallayarak selamladı. Ağlamış gözlerle karşılaşacağını zanneden Bedri, Macide’nin yüzündeki sakin fakat biraz ihtiyarlamış ifadeden hayrete düştü. Karşısında, kumaş kısımları yıpranmış gıcırtılı bir iskemlede oturan ve uzun senelerin tecrübe ve azabını yüklenmiş gibi yorgun bir yüzle zoraki gülümsemeye çalışan kadın, iki sene evvelki ağır fakat taze, sessiz fakat ateşli talebesi miydi? Kıvırcık saçlı başını dimdik tutan ince beyaz boynu şimdi gevşemişti, kâh bir omzuna, kâh ötekine doğru bükülüveriyordu. İnsana korkmadan ve uzun uzun bakan gözleri bezgin bir halde eşyalar üzerinde dolaşıyor ve hiçbir noktada kalmıyordu.
Bedri söyleyeceğini unutarak:
“Ne kadar çok üzülüyorsun kızım!” dedi.
Macide ona karşısındaki iskemleyi gösterdi:
“Buyurun! Ne oldu? Nerede? Anlatın!”
Bedri kendini topladı. Gösterilen yere geçerek:
“Tahmin ettiğim gibi” dedi. “Nihat meselesi. Anlatması uzun sürecek… Ben polisten, Nihat’ın arkadaşlarından, Ömer’den öğrendiklerimi toparlayarak bir şeyler çıkardım.”
Macide hemen sordu:
“Ömer’i gördünüz mü?”
“Evet, şimdi yanından geliyorum, tevkifhaneye teslim etmişler!..”
“Nasıl?”
“Sakin!.. ‘Herhalde bir yanlışlık oldu; hakikat anlaşılacak ve beni bırakacaklar!’ diyor. Zaten ötekileri kimseyle görüştürmedikleri halde benim Ömer’le konuşmama müsaade ettiklerine göre vaziyeti pek tehlikeliye benzemez…”
“Neler söyledi? Benden bahsetti mi?”
Bedri bu suali hem bekliyor hem istemiyormuş gibi telaşlı bir hal aldı:
“Evet, mesele benim tahmin ettiğim gibiymiş!” dedi.
Fakat Macide karşısındakinin sözünü keserek:
“Niçin cevap vermediniz? Benim için bir şey söyledi mi?” diye sordu.
Bedri biraz düşündü. Sonra:
“Müsaade edin, evvela işin esasını anlatayım, sonra oraya da geliriz!” dedi ve Macide’nin cevabını beklemeden devam etti:
“Nihat ve etrafına topladığı delikanlılar, gençlik, bilgisizlik, gayesizlik yüzünden ve biraz da külah kapmak arzusuyla, birtakım mecmualar, broşürler neşretmeye, memleket ve millet sevgisini inhisar atlına alıp etrafa küfür ve iftira yağdırmaya başlamışlardı… Bunu biliyorsunuz… İlk zamanlarda muayyen bir hedefi olmayan, sırf yolunu bulamamış birtakım heyecanların gayri tabii şekilde feveranı intibaını bırakan bu neşriyat, son günlerde sistemli bir hal aldı. Bu, herkes gibi benim de gözüme çarptı. Münakaşalarını eskiden kahvelerde, vapurlarda, yollarda bağıra bağıra yapan, fikirlerini alenen söylemeyi ve icabında yumrukla müdafaayı bir kabadayılık addeden bu kahramanlar, birdenbire nedense esrarengiz bir hüviyet aldılar… Kahvede ikisi üçü bir araya gelince baş başa verip fısıltı halinde konuşuyorlar, bir münakaşada fikirlerine kuvvetli bir hücum yapılsa, hasımlarına cevap vermeyerek: “Zamanı gelsin, biz sana dünyanın kaç bucak olduğunu gösteririz!” demek isteyen emin bir gülümseme ile iktifa ediyorlar ve nihayet, şimdiye kadar mahiyetleri tamamen anlaşılamayan birtakım maceraperest ve esrarlı heriflerle düşüp kalkıyorlardı. Bunlardan biri, ara sıra Nihat’ın yanında gördüğümüz o tatar suratlı herif de mevkuflar arasında… Neyse, fazla tafsilat vermeye hacet yok, bu coşkun gençler, bir kısmı bilerek, bir kısmı bilmeyerek, mükemmel bir ağın içine düşmüşler… Kendi fikirlerimizi söylüyoruz ve yazıyoruz sararken yabana ve barbarca kanaatlerin tercümanı, zavallı birer oyuncağı olmuşlar. Kendilerine telkin edilen yalana ve sinsi dünya görüşünü müdafaa edeceğiz derken kendilerinin, milletlerinin ve insanlığın kuyusunu kazdıklarını bilmemişler… Ve nihayet başka bir devlet hesabına hizmet denilebilecek kadar ileri giden işlere girmişler… Ele geçen vesikalara nazaran, memlekette kendilerine muhalif bildikleri insanların listeleri yapılıp perde arkasında kalan esrarlı ellere verilmiş… Birçok insanlar düşünüşlerinin istikametince, kanlarına, yedinci çerlerinin nesebine veya doğduğu yere göre tasnif ve defterlere kaydedilmiş… Bu arada bir hayli de para dalaveresi dönmüş… Yalnız bundan ancak kodamanlar istifade edip öteki zavallı çömezler pir aşkına bağırmışlar… Zaten mesele de buradan meydana çıkmış… Ortada para oyunu olduğu halde kendilerine bir şey koklatılmadığını sezen birkaç idealist genç, işi meydana vuruvermişler… Görüyorsunuz ya, iğrenç şeyler… Ömer’in zannetmiyorum ki bir alakası olsun… Yalnız Nihat’ın evine bıraktığı iki yüz elli lira yüzünden veznedar meselesi meydana çıkarsa diye korkuyor… Korkuyor da denmez ya… Acayip bir halde… Bir gece içinde değişmiş ve kendinden ziyade veznedarı merak eder olmuş… Her şeyin üstünden haftalarca, hatta aylarca zaman geçtikten sonra bu hali bana garip göründü… Zaten bütün tavırlarında şimdiye kadar alışmadığım bir durgunluk vardı. Fazla düşünceli görünüyordu… Sonra… Sizden bahsedince…”
Bir türlü sözünü bitiremiyordu. Macide sordu:
“Beni merak ediyor mu? Ne diyor?”
Bedri yüzünü buruşturarak:
“Doğrusunu isterseniz ben pek bir şey anlamadım!” dedi. “Sizin isminiz geçince uzun düşüncelere daldı. ‘Macide meselesi halledilmeli artık!’ dedi. Ben: ‘Ne gibi?’ diye sordum. Cevap vermedi ve lafı değiştirdi. Daha heyecanlı olacağını zannetmiştim. Değil… Acaba korkuyor mu diye düşündüm. Baktım ki tevkifinden dolayı telaş ettiği yok. Kurtulacağından emin… Belki bu hal, biraz daha makul bir hayatın başlangıcıdır…”
Macide gözlerini Bedri’nin yakasındaki bir toza dikerek daldı… Karışık bir hesabın içinden çıkmak ister gibi alnını buruşturuyordu. Bir müddet sonra sabit bakışlarıyla karşısındakini bağlamak ister gibi sordu:
“Siz Ömer’in değişeceğini zanneder misiniz?”
Bedri kaçamaklı bir cevap verdi:
“Ne gibi? Neden sordunuz?”
“Hiç. Fikrinizi öğrenmek istedim. Ne dersiniz?”
“Bilmem… Değişebilir… Fakat…”
“Evet!”
“Çok zaman ister…”
“Öyle!”
Birdenbire yerinden kalktı. Şu anda bu mesele üzerinde fazla konuşmak istemediğini belli ederek:
“Haydi gidelim ve Ömer’i görelim! Herhalde bana gösterirler!” dedi.
Bedri bu teklifi bekliyordu. Beraberce çıktılar.
Tevkifhanede Ömer’i görmek güç olmadı. Macide kocasının adamakıllı değişmiş olduğunu fark etti ve derhal bunun sebebini aradı. Biraz sakalları uzamıştı. Fakat bu her zamanki hali sayılırdı. Hayır, başka bir tahavvül, gözlerinde, yüzünün çizgilerinde başka bir mana vardı. Evvela Macide’ye, sonra Bedri’ye elini uzattı.
Beyaz badanalı görüşme odasında iki tahta sandalye bulunuyordu. Ömer misafirlerini oturtarak kendi ayakta durmak istedi, fakat Bedri yerini ona verdi. Macide hafifçe tebessüm ederek kocasına baktı. Ömer’in cevap olarak başladığı gülümseme ise yarıda kaldı. Onun, yüzünün adalelerini, böyle rahatsızlık verecek kadar garip bir gerginlikte tutması, Macide’yi üzüyor ve açındırıyordu.
Hiçbiri söze başlayamıyordu. Bedri karı kocayı yalnız bırakıp biraz ötede duran gardiyanın yanma gitmeyi daha muvafık buldu. Buna rağmen ne Ömer, ne de Macide birbirlerine yaklaşamıyorlar ve bu sıkıntılı sükût devam ettikçe aralarında kopmuş bir şey bulunduğunu daha çok hissediyorlardı. Macide dün yazdığı mektupta “Birbirimize söyleyecek hiçbir şeyimiz yok muydu?” şeklinde bir cümle bulunduğunu hatırladı ve büyük bir teessür içinde: “Belki de yoktu. Baksana… Yabancı gibi… Ben de öyleyim! Neden?” diye düşündü. “İlk görüştüğümüz gün beni tanımadan, dinleyip dinlemeyeceğimi bilmeden ne kadar çok konuşmuştu. Hep böyle… Harikulade başlıyor ve hemen arkasını bırakıyor… Belki tembellikten, belki nereye vardıracağını bilmemekten…”
Nihayet bir şey söylemiş olmak için:
“Çok sıkıldın mı, Ömer? Ne zaman buraya geldin?” dedi.
“Sıkılmaya vakit olmadı. Dün gece yarısına kadar tahkikat devam etti, bu sabah erkenden buraya gönderildik!”
“Çok üzülüyor musun?”
“Yok canım!.. Benim bir şeyle alakam olmadığını şimdiden anlamaya başladılar. Yalnız Nihat’ın ve avenesinin haline acıyorum. Kahramanlar uyuz kedilere döndüler. Her biri kabahati ötekinde buluyor. Daha bugünden kavgaya tutuştular… Arkadaşlık ve gaye uğruna canlarını fedaya kalkan yiğitler şimdi yakayı sıyırmak için birbirlerini satmaya uğraşıyorlar. Onları bütün acizleri ve çirkeflikleri içinde görmek hazin bir şey…”
Macide dikkatle dinliyor ve bu sırada:
“Kendimize dair konuşacak hiçbir şey yok mu?” diye düşünüyordu. Fakat bu yabancılığın bütün kabahati kendinde olamazdı. İşte, Ömer de deminden beri uzak durmakta devam ediyor ve kendilerine ait olmayan mevzular üzerinde dolaşıyordu. Bunu tespit etmek, zannının aksine olarak, Macide’ye hiç de acı gelmedi… Ömer’in kendinden uzaklaşmaya başladığını görmek bu kadar kolay mıydı? Fakat ona kızmaya, hatta hayret etmeye ne hakkı varca? Karşısında her zamanki gibi hareketli ve küçük gözlerle, saçları alnına dökülmüş duran ve sustuğu zaman bile güzel dudaklarını kımıldatan Ömer, ona eski heyecanların, eski arzuların hiçbirini vermiyordu. Kocasını uzak bir akraba, yeni tanışılan şöyle bir dost gibi nazik bir alaka ile dinliyor, fakat onda hâlâ âşık olduğu, kafasında hayalini yaşattığı ve belki her zaman yaşatacağı Ömer’den pek ufak birkaç iz buluyordu.
Gardiyanın işareti üzerine ayağa kalktılar. Sükûnetle, hatta biraz da dostça ayrıldılar. Fakat Macide, kendilerini kapıya kadar getiren Ömer’in yüzünde aynen geldikleri zamanki gibi yarıda kalmış bir gülümseme takallüslerini fark etti ve eve gelinceye kadar, hatta daha uzun zaman, bu hayali kafasından uzaklaştıramadı.
Sabahattin Ali
İçimizdeki Şeytan