Amerika ve Avrupa’nın İkiyüzü, Siyasal İslam’da Çifte Standartlar – Bernard Lewis

Bernard Lewis.jpegBirçok Ortadoğulunun gördüğü gibi, Avrupa ve Amerikan yönetimlerinin temel tutumu şudur: “ihtiyaçlarımızı karşılamak ve çıkarlarımızı korumakta işbirliği yaptığınız sürece, içeride kendi halkınıza ne yaptığınız bizim umurumuzda değil.”
Ortadoğulular, geçtiğimiz yıllarda artan oranda, oldukça hassas bir konudan şikayet etmeye, Amerikan politikasındaki yeni bir üzüntü kaynağından bahsetmeye başladılar; bu Amerika’nın emperyalistliği ya da Siyonizmle suç ortaklığı değil, daha içe yönelik ve daha dolaysız bir şikayetti: Amerika’nın onları yöneten kokuşmuş despotlarla işbirliği. Belli nedenlerle bu şikayet kamuoyu karşısında sık dile getirilmediği gibi, muhtemelen dışişleri görevlilerinin ve diplomatların arasındaki konuşmalarda da geçmiyor. Irak, Suriye ve Filistin yönetimi gibi Ortadoğulu hükümetler ülke içindeki medyayı kontrol etme ve Batı ülkelerindeki medyayı da manipüle etme konularında yeteneklerini çok geliştirdiler.

Yine belli nedenler yüzünden, mesele diplomatik müzakerelerde de gündeme gelmiyor. Ama konu güvenilir dinleyicilerin olduğu özel konuşmalarda, hatta son zamanlarda açıktan, artan bir keder ve sabırsızlıkla dile getiriliyor; bunu önemli bir konu, hatta tek konu olarak gören İslamcı radikaller tarafından da değil yalnızca. İlginçtir, 1979 İran Devrimi’nde bu hınç açıkça dile getirildi. Şah Amerika’yı desteklemekle suçlandı ama Amerika da devrimciler tarafından kukla olduğu kadar dinsiz ve despot da olan bir lideri dayattığı için bu saldırıdan payını aldı. Devrimi izleyen yıllarda, İranlılar dindar despotların da dinsiz despotlar kadar kötü olabileceğini, hatta birincilerin daha kötü olabileceğini ve bu despotluk ayıbından dolayı yabancı destekçilerin ya da modellerin suçlanamayacağını öğrendiler.

ABD, daha genel olarak da Batı karşısında sık sık dile getirilen ve belli bir haklılık payı da taşıyan bir suçlama şudur: Ortadoğulular giderek daha fazla Batı’nın, hem onlardan bekleneceği hem de Ortadoğuluların bekleyebileceği üzere, ekonomik refah ve politik özgürlükler bakımından, kendilerini Avrupalılar ve Amerikalılardan daha farklı, daha aşağı gördüklerinden şikayet ediyorlar. Ortadoğululara göre, Batı’nın sözcüleri hiç durmaksızın onları hakir görmekte, hatta onların kendi ülkelerinde tahammül edemedikleri eylemleri ve yöneticileri desteklemektedir.

Batı dünyasında bugünlerde görece çok az kişi İslam’la karşı karşıya gelmek istiyor. Ama yine de ileri Batı dünyasıyla geriye kalanlar, özellikle de İslam halkları arasında önemli farklılıkların olduğu ve bu İkincilerin, genellikle örtük bir biçimde onların daha aşağı oldukları varsayımıyla, bazı bakımlardan farklı olduğu yaygın bir anlayıştır. Medeni haklar, politik özgürlükler ve hatta insan haysiyetine ilişkin en çirkin ihlaller dikkate alınmıyor ya da üstü kapatılıyor ve bir Avrupa ülkesinde ya da Amerika’da olsa öfke fırtınası yaratabilecek düzeydeki insanlık karşıtı suçlar normal, hatta kabul edilebilir şeyler olarak görülüyor. Bu tür ihlalleri yapan rejimler hoş görülmekle kalmıyor, Suudi Arabistan, Suriye, Sudan ve Libya’nın da üyesi olduğu Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu’na üye bile seçilebiliyorlar.

Bütün bunların anlamı şuydu: Bu insanlar demokratik bir toplum kurmaktan acizdir ve insani değerlerle ilgilenmedikleri gibi, kapasiteleri de yoktur. Onlar her halükarda kokuşmuş despotlar tarafından yönetilecektir. Onlara doğru yolu göstermek, hele onları değiştirmek Batı’nın işi değildir; Batı yalnızca despotların Batı çıkarlarına düşman değil dost olmasını sağlayabilir. Bu açıdan bakıldığında, mevcut düzenlerle uğraşmak tehlikelidir ve kendileri ve ülkesi insanları için daha iyi yaşamlar isteyenlere itibar edilmemeli, hatta aktif bir biçimde bu kişilerin cesaretleri kırılmalıdır. Baş belası bir despot yerine söz dinler bir despotu geçirmek daha basit, daha ucuz ve daha güvenlidir; hele bu değişiklik özgür bir seçimle kendini ifade eden halkın iradesiyle gerçekleştirilebilirse çok daha iyi olur.

“Bilinen kötü” ilkesi, göründüğü kadarıyla, birçok Batılı hükümetin İslam dünyası halklarına karşı izlediği dış politikayı zaafa uğratmaktadır. Bu tavır bazı kereler Araplara ve davalarına bir sempatinin ve desteğin ifadesi olarak sunulur ve kabul edilir; belli ki Arap yöneticileri ve liderleri normal medeni davranış kurallarından muaf tutmanın Arap halklarına bir iyilik olduğuna inanılmaktadır. Aslında bu muafiyetin iyilikle alakası yoktur; bu en iyi halde ortak bir çıkar temelinde, ortak bir düşmana karşı ve bazen de ortak bir önyargıyla beslenen geçici bir ittifak arayışından başka bir şey değildir. Daha derine indiğimizde ise bu saygısızlığın ve ilgisizliğin Arapların geçmişine saygısızlığın, Arapların bugününe ve geleceğine ilgisizliğin bir ifadesidir.

Bu yaklaşım ABD’de ve daha yaygın olarak da Avrupa’da hem diplomatik hem de akademik çevrelerde destek bulmaktadır. Böylelikle, Arap yöneticiler, Suriye ve Cezayir’de olduğu gibi, kendi halkından binlerce insanı, İrak ve Sudan’da olduğu gibi, yüz binlerce insanı katledebilir, erkeklerini çoğu ve kadınlarını bütün insan haklarından yoksun bırakabilir ve okullarda çocukların kafasına bağnazlık ve başkalarına karşı nefret aşılayabilir; bütün bunlar, bırakın Brüksel’den boykot, tecrit ya da kınama gibi herhangi bir cezayı, Batı’daki liberal medya ve kuruluşlardan kayda değer hiçbir tepkiyle karşılaşılmaksızın olur. Diplomatik tavır kisvesi altında Arap hükümetlere karşı bu yaklaşım gerçekte Arap halklarına acıyla bilincine varmaya başladıkları büyük zararlar veriyor.

Birçok Ortadoğulunun gördüğü gibi, Avrupa ve Amerikan yönetimlerinin temel tutumu şudur: “ihtiyaçlarımızı karşılamak ve çıkarlarımızı korumakta işbirliği yaptığınız sürece, içeride kendi halkınıza ne yaptığınız bizim umurumuzda değil.”

Bazı kereler, hatta Amerikan çıkarları söz konusu olduğunda bile, Amerikan yönetimleri desteklemeye söz verdiği ve buna karşılık riske girmeye ikna ettiği insanlara ve gruplara ihanet etmektedir. Bunun dikkate değer bir örneği, ABD’nin Irak halkını Saddam Hüseyin’e karşı ayaklanmaya çağırdığı 1991 yılında görüldü. Kuzey Irak’ta yaşayan Kürtler ve güneydeki Şiiler ayaklandılar ve muzaffer ABD kuvvetleri Saddam Hüseyin, ateşkes anlaşmasıyla elinde tuttuğu helikopterleri kullanarak, ayaklanmayı kanla bastırır ve grup grup, bölge bölge insanları katlederken oturup seyretti.

Bu davranışın, daha doğrusu davranmayışın, arkasında yatan mantığı görmek zor değildir. Kuşkusuz, muzaffer Körfez Savaşı koalisyonu Irak’taki hükümeti değiştirmeyi istiyorlardı ama onlar bir hükümet darbesi ummuşlardı, bir devrim değil. Koalisyon güçleri sahici bir halk ayaklanmasını tehlikeli gördüler; bu bölgede belirsizliğe, hatta anarşiye yol açabilirdi. Ayaklanma demokratik bir hükümet bile yaratabilirdi ki, bu bölgedeki Amerikan “müttefikleri” için felaket olurdu. Darbe daha kestirilebilir bir şeydi ve istenen sonuçları verebilirdi; böylece Saddam Hüseyin yerine koalisyon içindeki müttefikler arasından yerini alabilecek, işbirliğine yatkın bir başka diktatör geçirilecekti. Bu politika tam anlamıyla fiyaskoyla sonuçlandı ve bölgede yerine göre ihanet, zafiyet, aptallık ya da iki yüzlülük olarak yorumlandı.

Bu çifte standardın başka bir örneği 1982 yılında Suriye’nin Hama kentinde yaşandı. Hama’da karışıklıklar başını radikal Müslüman Kardeşler örgütünün çektiği bir ayaklanmayla başladı. Suriye hükümeti hızla ve şiddetle harekete geçti. Göstericilere karşı tazyikli su ya da plastik mermiler kullanılmadığı gibi, keskin nişancılara avlanmasınlar ya da bubi tuzaklarına düşmesinler diye askerler yerel sivil halk arasında düşmanları tespit etmek ve yakalamak için ev ev arama yapmaya da gönderilmedi. Kullanılan yöntem daha basit, daha güvenli ve daha çabuk sonuç alıcıydı. Hükümet kuvvetleri tanklar, havan topları ve savaş uçaklarıyla kente saldırdılar ve ardından buldozerlerle kenti yerle bir ettiler. Kent kısa sürede tam bir harabeye döndü. Öldürülen insanların sayısı, Uluslararası Af Örgütü tahminlerine göre, on binle yirmi beş bin arasındaydı.

Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad’ın emri ve gözetimi altında yapılan harekat o tarihte çok az konu edildi. Bu cılız tepki aynı yıl, birkaç ay sonra, Lübnan’da Sabra ve Şatila Filistin mülteci kamplarındaki bir başka katliamın uyandırdığı infialle taban tabana zıttı. Son olayda yaklaşık yedi ya da sekiz yüz Filistinli, İsrail yanlısı Lübnanlı Hıristiyan milisler tarafından katledilmişti. Bu olay İsrail’in, yankıları bugüne kadar süren, güçlü ve yaygın bir biçimde suçlanmasını beraberinde getirdi. Hama’daki katliam ABD’nin bir süre sonra Esad’la flört etmesine engel oluşturmadı; Esad Amerika Dışişleri Bakanlan James Baker (Eylül 1990 ve Temmuz 1992 arasında on bir kez), Warren Christopher (Şubat 1993 ve Şubat 1996 arasında on beş kez) ve Madeline Albright’tan (Eylül 1997 ve Ocak 2000 arasında dört kez) ve hatta Başkan Clinton’dan (Suriye’ye bir ziyaret ve Ocak 1994 ve Mart 2000 arasında İsviçre’de iki toplantı) davetler aldı. Amerikalıların Batı toprakları içinde, Batıklara karşı, böylesi suçlar işlemiş bir yöneticiyi teskin etmek için bu kadar istekli olabileceğini düşünmek neredeyse imkansızdır. Hafız Esad hiçbir zaman Amerika’nın bir müttefiki ya da, bazılarının söyleyeceği üzere, bir kuklası olmadı ama elbette bu Amerikan diplomasisi adına böyle bir çabanın yürütülmediği anlamına gelmiyordu.

Fundamentalistler başka bir çelişkinin çifte standardın daha az vahim bir başka örneğininde bilincindeydi. Batı’da çok az ilgi uyandıran Hama’daki katliamda öldürülenler Müslüman Kardeşler, aileleri ve komşularıydı. Batılının gözünde, anlaşılıyordu ki, insan hakları dindar Müslüman mağdurlar için geçerli değildi, “seküler” katillere de hiçbir demokratik yaptırım uygulanmıyordu.

Batıkların İslamcı politik hareketlere güvensizliği ve bu hareketleri iktidardan uzak tutan diktatörlere hoşgörü göstermesi, hatta onları desteklemesi en çarpıcı biçimde, yeni bir demokratik anayasanın Şubat 1989’da bir referandumla kabul edildiği ve aynı yılın Temmuz ayında resmen çok partili bir sistemin kurulduğu Cezayir örneğinde ortaya çıktı. Aralık 1991’de, İslamcı Kurtuluş Cephesi (FIS) Ulusal Meclis seçimlerinin ilk turunda çok iyi bir konumdaydı ve ikinci turda büyük bir çoğunlukla seçimleri kazanacağına neredeyse kesin gözüyle bakılıyordu. FIS, muhtaç bir kardeşe yardım etmek yerine kendi halkını ezmeye daha hevesli olmakla suçlayarak Cezayir ordusuna zaten meydan okumuştu. Burada muhtaç kardeş, Kuveyt’i işgali ve Batı’ya kafa tutması Kuzey Afrika’daki Müslüman fundamentalistler arasında büyük coşkuyla karşılanan ve hareketin liderlerinin Suudi sponsorlara sırt çevirip yeni Iraklı kahramanla ittifaka yaklaşmaya ikna eden Saddam Hüseyin’di. Ocak 1992’de, gerilimin giderek tırmandığı bir ara dönemin ardından, ordu seçimlerin ikinci turunu iptal etti. Bunu izleyen aylar içinde ordu FIS’i dağıttı. “Seküler” rejim aslında Paris, Washington ve öteki Batılı başkentlerden aldığı işaretle kurulan acımasız bir diktatörlüktü. Ardından şiddetli ve kanlı bir mücadele başladı; iki taraf da birbirlerini katliamlar yapmakla suçluyordu. Fundamentalistler orduyu ve daha az resmi hükümet organlarını, seküler kesim, modernistler ve hiçbir şeye bulaşmayıp kenarda duranlar da fundamentalistleri katliamlardan sorumlu tutuyordu. 1997’de Uluslararası Af Örgütü çatışmaların çıktığı tarihten itibaren çoğu sivil olmak üzere seksen bin kişinin öldüğünü hesaplıyordu.

El Kaide Cezayir’deki darbeden doğrudan ABD’yi sorumlu tuttu. Başka her yerde olduğu gibi burada da, kafirler dünyasının hakim gücü Amerika ters giden her şeyden, özellikle de İslamcı hareketlerin bastırılması, yandaşlarının katledilmesi ve Batı’nın özel olarak da Amerika’nın desteğiyle İslam karşıtı bir diktatörlük kurulmasından sorumluydu. Amerika burada da demokratik özgürlüklerin ayaklar altına alınmasını protesto etmediği için birçok kişi tarafından suçlandı, bazıları da askeri rejimi aktif olarak cesaretlendirdiği ve desteklediği için Amerika’yı suçladı. Benzer sorunlar Mısır, Pakistan ve sahiden serbest ve adil yapılacak bir seçimin büyük bir ihtimalle İslamcı bir zaferle sonuçlanacağı belli olan öteki Müslüman ülkelerinde de çıktı.

Bu noktada kuşkusuz demokratlar bir açmazla karşı karşıya kalıyor. İdeolojileri onları, iktidarda olduklarında bile, İslamcı muhalefete özgürlük ve haklar vermeye zorluyor. İslamcılar ise iktidarda olduklarında böyle bir yükümlülük üstlenmiyor. Tam tersine, onların ilkeleri dine aykırı ve yıkıcı buldukları her türlü eylemi bastırmaktır.

İslamcılar için, halkın iradesini temsil eden demokrasi iktidara giden bir yoldur ama bu dönüşü olmayan tek yönlü bir yoldur; O’nun seçilmiş temsilcileri tarafından uygulanan Allah’ın hakimiyetine kimse karşı çıkamaz. Seçim politikaları da klasik olarak şöyle özetlenmektedir: “Tek adam (erkekler içinden), tek oy, bir kereliğine.”

Kuşkusuz, Avrupa’da olduğu gibi İslam dünyasında da, serbest ve adil bir seçim demokratik gelişme sürecinin zirvesidir, başlangıcı değil. Ama diktatörleri şımartmanın da anlamı yoktur.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz