Bu nasıl bir siyasal sistemdir ki milliyetçi-muhafazakâr egemenlerin açık veya örtük biçimde “teröristler” olarak gördüğü insanlar, her türlü engele rağmen meclise girmeye, sorunların siyasal alanda çözülmesine uğraşıyorlar, buna karşılık “demokratik, laik, sosyal hukuk devletinin” kaleleri olduğunu düşünenler ise, onları yılmadan, bıkmadan yasal siyaset alanı dışına itiyor? Şiddetin silahsız, bombasız, dayaksız olanı tam da bu değil midir? Devlet şiddeti sadece polisle, askerle, biber gazı ve işkenceyle yapılmaz. Yasa kalkanı arkasında ve tam da böyle uygulanır.
Susan muktedir
Bu nasıl bir ahlak anlayışıdır ki, bundan sekiz buçuk yıl önce başına benzer bir dışlama gelmiş, şeriatın kestiği parmağın acıdığını acı acı söylemiş bir kişi, bugün hükümet olduğunu, iktidar olduğunu, muktedir olduğunu açıkça ifade etmekten geri kalmayıp, sıra bu konuya gelince ısrarla susuyor. Partisinin yetkili kişilerine “bu konu bizim işimiz değil, yargının işidir, biz bilmeyiz” dedirtiyor. Bir yandan da, YSK’nın yarattığı oy gasbı fırsatını kaçırmamak için, seçilmemiş adayını seçim kuruluna koşturtuyor. Fazladan bir milletvekilliğini ceplerken, “geriye 3 kaldı” diye düşünüyor ve için için gülüyordur belki.
Puslu havalar sözcüsü
YSK’ya “Hatip Dicle’ye mazbata verilmesinin kanuna aykırı olduğunu” iddia eden bir dilekçe veren AKP Genel Başkan Yardımcısı, milletvekilliğinin geri alınması “anayasa ve yasalara uygundur” deyip, kestirip atıyor. Alınan kararın yoruma açık olabileceğini bile ima etmiyor. Parsa kapmış olmanın keyfiyle dişlerini karıştırıyor. AKP’nin puslu havalar sözcüsü Bekir Bozdağ ise, esas suçluyu tespit etmiş, Hatip Dicle’yi “bile bile lades yapmakla” suçluyor. Biraz daha üzerine gitseniz, herhalde Dicle’ye oy verenlerin de “bile bile lades yaptıklarını” iddia edecek. Ardından CHP’nin bir çözüm olarak önerdiği, Dicle için Erdoğan çözümünü elinin tersiyle itiyor: “Alınan kararları hükümete ilişkilendirmek büyük haksızlıktır. Dicle kararının Tayyip Erdoğan’ın durumuyla hiçbir ilgisi yoktur. Kıyaslanması mümkün değildir”, diyor. Bozdağ’ın demokrasi ilkelerine sadık bir partinin milletvekili ile kıyaslanması esas mümkün olmayandır.
Bu da yetmiyor, yüzde 10 barajından beklediği oy gasbını başaramamayı hazmedememiş olmalı ki iktidar destekçileri, YSK’yı, seçim bölgelerine milletvekili dağılımını değiştirdiği için eleştiriyorlar. Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi ile YSK’nın milletvekili dağılımına müdahale ettiğini, nüfusu artan illere 32 milletvekilini kaydırdığını, böylece AKP’nin 341 milletvekili çıkarmasını engellediğini söylüyorlar. İnsan gözlerine inanamıyor. Kendine yakıştırdığı iki sıfattan biri “adalet” olan bir partinin destekçisi bunu söyleyen kişi! Demek ki bu adaletin terazisinde temsilde adalet diye bir ağırlık yok, vicdan var mı o da şüpheli.
Fırsatçılık
Hatip Dicle’nin ceza almasına neden olan sözlerin, AKP’nin seçim beyannamesinde ülkeye avdetini ilan ettiği “demokratik normalleşme” içinde nasıl ağır cezalık bir suç oluşturduğu sorusuna yanıt, burcu burcu samimiyetsizlik kokan bir suskunluk. Bir dizi yasayı, anayasa maddesini değiştiren hükümetin, bu konuda yasalara dokunmaması, otoriter rejimin beyin takımının yasalara, mevzuata gömdüğü mayınları etkisiz kılmamasını sadece basiretsizlikle açıklamak mümkün mü? Bunun arkasında açgözlü bir fırsatçılık olduğu kanaati kaçınılmaz olarak uyanıyor insanda.
Gasp mı?
Yargıtay’ın kararı ve zamanlaması, bunun YSK’ya aktarılmasının zamanlaması (Yargıtay’ın ilgili ceza dairesi üyelerinden biri aynı zamanda YSK üyesi!), YSK’nın kararı… Bütün bunlar, işin arkasında organize oy gasbı mı var, yoksa organize bir provokasyon mu sorusunu ister istemez sorduruyor. İkisi birden var diyenlere, yargı, YSK, AKP el ele bu işi kotarıyor diye düşünenlere karşı verecek yanıt bulmak ne kadar zor değil mi sayın yeni merkez medya kalemşörleri? Hadi bir üçüncü ihtimal olarak, ürkütücü boyutta bir dar kafalılık ve büyük bir basiretsizliğin de işin içinde olduğunu varsayalım. Her durumda sonuç aynıdır. Siyasetin alanını daraltmak, demokrasiyi çıkmaz sokağa yönlendirmek ve siyaset ve demokrasi dışı aktör ve yöntemlere kapıyı ardına kadar açmaktır bu sonuç.
KCK
AKP kurmayları KCK davalarını polis içinde de etkili olan bir çevrenin zehirli hediyesi olarak kucaklarında bulduklarını zaman zaman ima ediyorlar. Ama bu hediye kucaklarında mutlu mesut aylardır yaşıyorlar. Hem KCK, hem Ergenekon ve Balyoz tutuklusu konumunda milletvekili seçilenlerin tutukluluk hallerinin kaldırılmasına karşı çıkan yargı mensuplarından gizli gizli şikayet ediyorlar. Bu durumu değiştirecek herhangi bir düzenleme yapmak için adım atmıyorlar. İşlerine gelmediği yerde, inandırıcı olmayan bir hüzünle, “yargının işidir, biz ne yapalım” diyorlar. Bu zehirli hediyeleri kucaklarına bırakanlara acaba diyet borçları mı var ki, bu konuda önlem almıyorlar? Ya da, aslında aldıkları hizmetlerden memnunlar ama görünüşü kurtarmak için şikayet eder gibi mi görünüyorlar?
Ali Bayramoğlu, Yeni Şafak’ta (23 Haziran) Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin YSK tarafından düşürülmesine ilaveten, tutuklu milletvekillerinin tutukluluk hallerinin kaldırılmamasının yasama faaliyetini engellemek, siyasal alana müdahale etmek ve siyaset yerine başka araçların devreye girmesine zemin hazırlamak anlamına geldiğini dile getirdi. Bunun ne demek olduğunu tarif etmeye herhalde gerek yok. Anlamayanlar da anlayamadıkları için değil, anlamak istemedikleri için anlamamış gibi yapıyorlar. Haklarını yemeyelim, bazı AKP milletvekilleri, en başta Diyarbakır milletvekili Ensarioğlu, bu organize oy gasbı ya da provokasyona karşı çıkıyorlar ama her konuda konuşan partinin başından bir ses gelmiyor. Arınç, muğlak laflar edip, ”Meclise gelin orada çözeriz” diyor. Muktedir Başbakan sessiz…
Bu yazıyı baskıya yetiştirmeden önce BDP destekli bağımsız milletvekilleri meclise gitmeme kararı aldılar. Ardından da mahkeme Balbay ve Haberal’ın tutukluluklarını kaldırmama kararı aldı. Polis ve yargıya etkili olan çevre sistemli biçimde çalışmaya devam ediyor. İki yıldan fazla bir zamandan beri tutuklu olan, yüze yakın duruşması yapılmış bir davada delillerin karartılması tehlikesini bahane ediyor. Bu bir güç gösterisidir. Özrü kabahatinden büyük lafından daha uygun sözleri aklınızdan geçiriyorsunuzdur, eminim. Aklınızdan dilinize inmemesini bu zamanlarda tavsiye ederim.
Korkarız Haberal ve Balbay tutuklu milletvekilleri olarak dünya tarihine tek başlarına geçemeyecekler. Dicle dışındaki beş KCK tutuklusu milletvekiliyle bu unvanı paylaşacaklar. Sekiz milletvekili tutuklu yargılanan bir ileri demokrasi olacağız. Daha önce “siyasal eylem suçu” işlemekten milletvekillerini yaka paça meclisten hapishaneye yollayarak dünya demokrasi tarihinde mümtaz bir yer elde etmiştik. Şimdi de Arap Baharına örnek olacağız diye şişinirken, çanak çömlek patlatıyoruz.
DTP kapatılıp, Türk ve Tuğluk’un milletvekilleri düşürüldükten sonra, yedek parti BDP çatısı altında geri kalan milletvekillerinin mecliste kalmalarını, bunun gereğine inanarak desteklemiştim. Bu samimiyetsizlik karşısında, bu fırsatçılık, ikiyüzlülük karşısında bugün bağımsız milletvekillerini mecliste yerlerini almaya çağırmaya elim gitmiyor. Belki bu da yanlış bir tavırdır ama bu kadar yanlış ortasında doğrunun pusulası da ister istemez şaşar.
Organize oy gasbı
26/06/2011 Radikal 2
Sitenin Notu
Tayyip Erdoğan, söz konusu kendisi olunca “Yargı kararları millet iradesine uygun olmalı, vicdanı yaralamamalı” diyordu.
YSK, 3 Kasım 2002 seçimi öncesinde Ak Parti Genel Başkanı sıfatı taşıyan Başbakan Erdoğan’ın adaylık başvurusunu reddetti. Eski TCK’nın 312. maddesinden hapse mahkum olmasını ve infazı bitmesine rağmen bu hapis cezasının adli sicil kaydının arşivlerde bulunmasını kararına gerekçe gösteren YSK, anayasanın 76, Milletvekili Seçimi Kanunu’nun 11. maddesine göre Erdoğan’ın aday olamayacağını kaydetti.
YSK’nın bu kararı nedeniyle seçime giremeyen Erdoğan, milletvekili de olamadı. Bu nedenle, AKP’nin birinci parti olduğu seçim sonunda hükümeti Abdullah Gül kurdu. YSK, bu süreçte, Siirt Doğanköy’deki seçimde usulsüzlük olduğuna karar vererek, buradaki seçimi iptal etti ve yenileme seçimi yapılmasını kararlaştırdı.
Süreç ile ilgili olarak 9 yıl önce Erdoğan yaptığı bir konuşmada; “Yargı kararları millet iradesine uygun olmalı, vicdanı yaralamamalı” derken şimdi. O zaman söylediklerinin tam tersini savunuyor.
İşte o konuşmadan bir bölüm
“Bugün 20 Eylül 2002. Türk demokrasi tarihine geçecek bir gün. Bugün milletin vicdanı ağır bir yara aldı. Ama kimse müteessir olmasın. Bu yara elbet sarılacaktır… Biliyorsunuz, mahkemeler Türk milleti adına karar verir. Öyleyse kararlar millet iradesine uygun olmalı, maşeri vicdanı yaralamamalıdır. Yasal olan ile meşru olanı birbirinden koparan, vatandaşlık hukukunu çiğneyen uygulamalar, Türkiye’nin büyüme ve gelişme iradesini durduramayacaktır…
Ne olursa olsun, bizim demokrasi ve hukuk zeminindeki mücadelemiz sürecektir… Başıma gelen bu haksızlıklardan dolayı devletime küsmem, kızmam ya da kırılmam söz konusu değildir… Aziz milletim bilmelidir ki, bu süreçte ben değil milletimizin iradesi engellenmek isteniyor… Yasaklarla milletin ak bahtını karartmak isteyenler bilsin ki, korkuların ve yasakların hakim olduğu bir Türkiye’de kaybeden ben olmuyorum, tüm Türkiye oluyor… Bu zamana kadar olduğu gibi bundan sonra da gayretimizin tamamını Türkiye’de güven duygusunun sağlamlaşması, Edirne’den Hakkari’ye ülkenin selameti ve devletimizin dünyadaki itibarı için harcayacağız. Hiçbir zaman milletimize bedel ödetmeyeceğimiz gibi devletimizin de tartışma konusu yapılmasına rıza göstermeyeceğiz. Bu yolda husumete yer yoktur.”