Ne yazdıysa, ne dediyse, yazdığı dediği dönemde aynen yaşanmaktaydı, bugün de aynen yaşanmaktadır.
Toplumun kimi tiplerini olağanüstü bir ustalıkla karikatürleştiren, bürokrasiyle alay eden, devlet çarkının işleyişindeki bozuklukları gülünçleştiren yapıtları, adının yurt sınırlarını aşarak başka ülkelerde de tanınmasını sağladı.
“Yüreğim gövdeme sığmıyor/ gövdem odama/ odam evime sığmıyor/ evim dünyaya/ dünyam evrene sığmıyor/ patlayacağım.” [Aziz Nesin, ‘Dar Dünya’]
Ufak tefek, sert bakışlı, mangal yürekli, ak saçlı insandı; Nâzım Hikmet’in, “Hudutsuz ve Allahsız bir baştı o/ yoldaştı o,” dizeleriyle betimlenmeyi hak edendi.
Mizahın, edebiyatın, sanatın, zekânın yoldaşıydı.
Coğrafyamızın en dobra kişilerindendi; mangal gibi yüreği vardı; sıkı bir anti-emperyalistti.
80’lerde bir yönetici için, “Herkes kendini bir bok sanır, bu kendini iki bok sanıyor,” diyen, diyebilen cesaretti. Yani “Göte göt” diyenlerin başında gelirdi; korkak olduğumuzu çok güzel anlatandı ve ‘Zübük’ler tarafından hiç mi hiç sevilmeyendi…
Eleştirel dili ağlatırken güldürüp, güldürürken ağlatan O; ta 50’lerde “100 bin kişilik stat yetmez, tüm İstanbul stadyum yapılsa ve çevresi tribüne çevrilse daha doğru olur,” diyendi ve ‘Gol Kralı’ 1957’de yayınlanmıştı ve de tespiti 2016’da da hâlâ geçerliydi.
Hatırlayın ‘Zübük’, ‘Gol Kralı’, ‘Tatlı Betüş’ vb.’leri günümüz Türkiye’sini nasıl net anlatırdı!
‘Ölmüş Eşek’ (kurttan korkusu olmayan ‘ölmüş eşek’in tahtalıköy’den yeryüzündeki arkadaşı eşekarısı’na yazdığı mektuplar) başlıklı yapıtı; sonra da, ‘Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz’ vd’leri hep bizi anlatır bize…
Yurdum insanının zekâsı hakkındaki değerlendirmesi hâlâ geçerliliğini koruyan O; kim ne derse desin coğrafyamızın ortalamasına üç beden büyük bir yazardı.
O okunmalıdır kendimizi, “bizi” anlamak, yani mecbur olduğumuz özeleştiri için…
Gülmenin ne olduğunu en iyi anlatabilen yazardı, şairdi. Evet, şiir yazmanın zorluğu Aziz Nesin’in kaleminde eriyip yok olur. Öykülerse onun kaleminde apayrı bir yere oturur. “Ona olan ayıbını ve özür borcunu iki dünya bir araya gelse yine de ödeyemez,” notunu düştüğü Sabahattin Ali ile birlikte yayımladıkları ‘Marko Paşa’ dergisinin paketlerini sırtlayıp Bab-ı Âli’den Taksim’e kadar taşıyıp dağıtmasıyla ünlüdür.
1950’de Fransızca bilmemesine karşın, Fransızca’dan yazı çevirmekle suçlanıp 16 ay hapse ve 16 ay da güvenlik gözetimi altında tutulmaya mahkûm edilmişti…
6 – 7 Eylül olaylarından sonra “Nasıl olsa bizden bilecekler” diyerek valizini alıp birinci şubeye giden mizahçı, düşünür, yazardı…
“Benim Kabem insandır” derdi; Kur’an-ı ezbere okuyan değil ezbere bilendir. Parasız kaldığı yıllarda eski Türkçe ve Kur’an dersleri de vermiştir. Ayrıca hayatı boyunca hiç insan yakmamıştır. Dinle herhangi bir alâkâsı olmadığı hâlde insanların özgürlüğü için çarpışan, laik sistemin başörtülü insanlara yönelik zulmüne karşı durandı. Kur’an hakkında “Benim buna inanmam için aklımı yitirmiş olmam gerek,” diyen ateist hafızdı…
Oğlu Ali Nesin’den bir anı: “Küçükken kar yağdığında çok sevinirdim. Bir gün gene böyle lapa lapa kar yağarken sevindim. Baktım babamın yüzü asık. Ne oldu baba, bak ne güzel kar yağıyor, neden sevinmiyorsun dedim. ‘Yoksulları düşünüyorum evladım,’ dedi…”
Kitapları için yüzde 25 telif alarak, dünya rekoruna sahipti ama buna rağmen kitap gelirlerinin tamamı vakfa giderken kendisi emekli aylığı ile geçiniyordu…
“Nasıl bittiyse bundan öncekiler bu da biter./ bite bite sonunda ben de biterim olur biter,” diyen isyankâr bir “modern zaman dervişi”ydi.
“Ölürken de sevdalı kal” deyip eklemişti: “Ölmek bi şey değil de; yalnız kalacak dünya”…
“Bırak olmasın mezar taşımız,/ bir okul bahçesine gömsünler bizi/ çocuklar koşsun üzerimizde,” diyen Aziz Nesin, Nesin Vakfı bahçesine gömülmüş olup, tam yeri bilinmemektedir, üstünde çocuklar oynamaktadır: “Türkiye’de mezarlıklar dinlere göre ayrılmıştır, dinsizler için mezar yeri yok, bense Müslümanların yatacak yeri yok dediklerindenim.”
Asıl adı Mehmet Nusret’ti; boyundan iki kat fazla kitap yazmıştı.
Bir aydının toplumsal borcu konusunu en samimi dille ifade eden O, “yüzde”lik olarak aptallık hesabı yapabilmişti. Oğlu Ali Nesin, “Türkiye’nin yüzde 100’ü 60’ının aptal olduğuna inanıyor,” derken bu saptamanın hâlâ ne kadar geçerli olduğunu altını çizmekteydi.
Evet, evet O tarih(miz)in en önemli parçalarından biriydi…
* * * * *
Aziz Nesin’in çalışkanlığı, onun dillere destan özelliğidir. 53 yaşında 53 kitaba ulaşan kaç yazar anımsıyorsunuz? Yusuf Ziya Ortaç bakın onun için ne demişti: ‘Yazar değil, o bir rotatif’…”
“Yoksul bir çocukluk geçirip imkânsızlıklar içinde kendisini yetiştirmeyi başarmış bir yazardı; yaşadığı türlü zorluklara rağmen ve en çok da bu yüzden, mizahı anlatım dili olarak seçmiş bir hiciv ustasıydı. Her döneminde ve benzeri kırılma noktalarında iktidarın sillesini yemiş, bireysel hak ve özgürlüklerine kısıtlamalar getirilmiş, buna rağmen içinde yaşadığı her rejimin yanlışlarını ortaya koymuş, egemen olan her iktidarı cesurca eleştirmişti ve tüm bu süreçlerde edebi üretiminden hiç kopmamış bir yazardı.”
Bu özellikleriyle “Aziz Nesin büyük bir yazar ve Türk mizahının en önemli ustalarından biri, belki de birincisi olmasının yanında tiyatro yazarı, gazeteci, köşe yazarı, dergici, yayıncı, kitapçı, gazete dağıtıcısı, fotoğrafçı, eğitimci, yazar örgütleri ve vakıf kurucusu, eylemci, liderdi” notunu düşer Onun için Metin Celal…
Aziz Nesin’in, milli şef İsmet İnönü döneminde o zamanki adı ‘MAH’ olan Milli İstihbarat Teşkilâtı tarafından ‘komünist’ olduğu gerekçesiyle adım adım izlendiğini ortaya koyan raporlar, gün ışığına çıkarken; bu mücadeleci kişilik hakkında Can Dündar, “70 yaşına ‘merhaba’ dediği bir yazıda ‘istediğim tek şey, ölümü haketmek’ diyor ve ekliyordu: ‘ölümü haketmemiş olanlar, yaşamı da haketmemişlerdir.’ Ölümü haketmemiş yaşlılardan ‘her yanı yumuşamış, bir tek damarı sertleşmiş zavallılar’ diye sözediyor, kendi yaşlılığını ise (m2 x l= x) formülüyle tarif ediyordu: Yani; ‘yüksekten atılan herhangi bir cismin düşüş hızı yere yaklaştıkça artar.’ Kendisi de toprağa yaklaştıkça hızlanıyor, yaşlandıkça daha çok üretiyordu. Toprağa düştüğünde en hızlı zamanındaydı. En hızlı ve en cesur,” derken; Cemal Süreya da ekliyordu:
“Aziz Nesin’in, çağdaşları arasında tek kaldığı kanısındayım.(…) kısacası, Aziz Nesin sivri, ama tek nitelikteki sanatıyla benzersiz kalıyor, tek kalıyor.”
Yine Onun hakkında Yaşar Kemal, “Aziz Nesin’in bütün özellikleri, daha da çok direnme gücü, onu, çağımızın büyük bir güldürü yazarı yapmıştır. Gülmesini bilen yaratık, sevmesini de, düşünmesini de, oynamasını da bilir. Aziz de tıpkı Nasrettin Hoca gibi güldürürken düşündürür”; Attilâ İlhan, “tefe koymuş dünyayı kepaze etmiştir çevresini/ taşa tutmuş eşini dostunu esirgeyerek kendisini/ hicvine kıyam etsek beyhude gayret olur yahu/ tanrı hicvedip de yaratmış zaten Aziz Nesin’i” derlerdi…
“İyi bir babadan öte iyi bir Aziz Nesin’di” der Onun için oğlu, matematikçi Ali Nesin ve ekler: “Yetenekli, çalışkan, sabırlı, içten, cesur, zeki ve iyi bir insandı. Bu güçlü bir alaşım… Ama bu alaşımın sonucu illa sıra dışı bir insan çıkmayabilirdi. Aziz Nesin’in kanımca çok önemli bir özelliği daha vardı: İyi bir eğitim almamıştı. O koşullarda ve o maddi olanaklarla iyi bir eğitim alması da mümkün değildi. Bu yüzden -ya da bu sayede- karşısına çıkan tüm problemleri temelinden, en kökünden ele almak zorunda kalmış, problemi belli bir kalıba ya da ideolojiye oturtmamış ve böylece problemin kimsenin göremediği yönlerini görebilmiştir. Solcu diye bilinir ve solcuydu da ama solcu olmaktan öte halkçıydı, ezilenden ve yoksuldan yanaydı.”
Evet, evet O ezilenden ve yoksuldan yanaydı…
* * * * *
Coğrafyamızın en büyük hiciv ustalarındandır.
Kalemi aynamızdır. Ne yazdıysa, ne dediyse, yazdığı dediği dönemde aynen yaşanmaktaydı, bugün de aynen yaşanmaktadır.
Gülmece üstadıydı. Gazetecilik, yayıncılık da yaptı. Toplumun kimi tiplerini olağanüstü bir ustalıkla karikatürleştiren, bürokrasiyle alay eden, devlet çarkının işleyişindeki bozuklukları gülünçleştiren yapıtları, adının yurt sınırlarını aşarak başka ülkelerde de tanınmasını sağladı.
Savunduğu görüşlerden dolayı sık sık kovuşturmaya uğradı; yargılandı; hapis ve sürgün cezaları çekti. Toplumun her kesiminde, her gün yaşanan olayların çelişkili yanlarını, bunların doğurduğu gülünç durumları, her çevrede rastlanan tipleri konu edinen kısa öyküler, romanlar yazdı.
Yapıtlarında toplumsal bozuklukları, haksızlıkları, fırsatçılığı, bürokrasiyi, yanlış değer yargılarını kıyasıya eleştirdi. Çok geniş toplulukların kolayca sevebileceği canlı, hareketli, dolambaçsız bir anlatım yolu izledi.
Bir yandan güldürürken, bir yandan da duygulandıran ve düşündüren bir yazar oldu. Onun anlattıklarına benzer terslikler, güldürücü olaylar, küçük insanı, ilerici aydını ezen bozukluklar geniş topluluklarca “Aziz Nesin’lik Olay” diye adlandırılmaya başlandı.
Günlük olaylardan, gazete haberlerinden, politikadan esinlenen Onun zaman zaman masallar ve halk hikâyeleri de çıkış noktası oldu. Hikâye ve romanlarındaki bu tür konular ve somut insan ilişkilerine karşılık, oyunlarında insanın kişiliği, ahlâksal, toplumsal konumu gibi temaları yer yer somutlamalara yönelerek işledi.
Aziz Nesin, roman ve hikâyelerinde toplumsal olay ve durumları yalın bir dille anlatır. “komik”, anlattığı olayların kendindedir. Onun anlatım ustalığı “komik”in belirginleşmesinde de görülür. Bergson’un mizahının karakterini belirtirken söylediği gibi, toplum, kendi kendine gülünce mizah da toplumun özeleştirisini sağlamış, işlevini yerine getirmiş olur. Ona, “çağımızın Nasreddin Hoca’sı” denmesine yol açan da, eserlerinin bu özelliğidir.
Hep çok çalıştı. Kendi deyimiyle “boyu kadar kitap” yazdı. Birçoğu çeşitli dillere çevrilen kitaplarının toplam baskı sayısı 6 milyona ulaştı. Böylece yalnız edebiyatımızda ulaşılması güç bir rekor kırmakla kalmadı, dünya edebiyatında da yerini aldı.
Hep mücadele etti. Çünkü yalnızca yazar olarak değil, Türkiye’deki ve dünyadaki olaylara tepki vererek yaşıyor, düşünceleri ve ürettikleriyle içinde yaşadığı toplumu uyarmanın aydın sorumluluğunu yerine getirmek olduğuna inanıyordu. Yaşar Kemal’in deyişiyle “Yedi kollu bir dev gibi, yedi yönde hem yazar, hem kişi olarak” dövüştü.
Hep izlendi, birçok kez tutuklandı, yargılandı, sürgüne gönderildi, hapis yattı. ‘Azizname’ başlıklı yapıtı nedeniyle, yazmadığı yazılar, bilmediği dilden yaptığı çeviriler yüzünden, Türkiye’ye gelen bazı yabancı resmi konuklara hakaret ettiği gerekçesiyle, 6-7 Eylül olaylarını başlattı diye vb pek çok nedenle tutuklandı. Siyasi otoritenin tehlikeli bulduğu bir yazardı, çünkü onun mizah anlayışı düzene yöneltilmiş bir eleştiri, toplumsal bozuklukların ve çelişkilerin en açık, en vurucu biçimde sergilenmesiydi.
Üstelik mizah yoluyla en kestirme yoldan okuyucuyla bağlantı kurabiliyor, etkili olabiliyor, onun kulağı ve sesi hâline gelebiliyordu. Ayrıca, ‘Aydınlar Dilekçesi’ni imzalayanları eleştiren Manisa konuşmasında kişiliğine ağır saldırıda bulunduğu gerekçesiyle cumhurbaşkanı Kenan Evren hakkında dava açabilecek kadar da gözü pekti.
Evet, evet Türk(iye) toplumunu en iyi betimleyen yazardı.
Usta bir mizahçı olmasının yanı sıra iyi bir sosyologdu.
Sorgulamadan hiç bir şeyi kabul etmeyen bir yapısı vardı.
Türkiye’nin tanık olduğu en tutarlı insanlardan biriydi.
Hep “es” geçilen bir tarafı vardı: O fevkâlâde hüzünlü ve yalnız bir insandı. Dünyaya uyumsuzluğundan dolayı ve benzeri sebebiyetlerden dolayı acı çekmiş ve isyanın mizahını yapmıştı.
Ve nihayet sakın ola unutulmasın: Aziz Nesin’in yazdıkları coğrafyamızdaki gerçeklerin zemzemle yıkanmış hâlidir.
* * * * *
Ve “Hiç kimse buyur etmedi beni/ Bu dünyada hiçbir yere,/ Ama açtım bütün kapıları tekmeleyerek./ Bütün engelleri göğüsleyip yıkarak…/ Buyrun dediler o zaman incelikle,/ buyur ettiler ve buyurdum./ Elimden geldiğince görevimi yaptım,/ Gülümsedim hıçkırıklarımı boğarak…/ Sonunda kimsenin yorulmadığı denli yoruldum./ Artık kapılar açık kalsın bundan sonra geleceklere…” diye haykıran O hepimizin kulağına küpe etmesi gereken saptamalarıyla derdi ki:
“Yenidünya düzeninin uygar insanları, kendilerini özgür sanan kölelerdir…
“Kapitalizm her zaman ve her yerde korku üretecektir. Çünkü sermaye korkaktır ve korkan hep korkutmak zorundadır…
“Bugünkü korku kapitalizme ek olarak militarizmin ve despotizmin yarattığı bir korku. Ama kapitalizmin özünde korku olduğunu biz yaşadık. Bunun nedeni sermayenin korkak olması. Kendisini korumak için sürekli korku üretiyor. Öyle bir korku yaratılıyor ki, kendilerini özgür ve bağımsız sanan, aklınca hiçbir otoriteye baş eğmediğini düşünen, böyleyken, yine de buyruk almaya, kendisinden her bekleneni yapmaya, hiç sorun çıkarmadan sömürü çarkına girmeye hazır insanlar yetiştiriyor. İşte bugün yaratılmak istenen ve yaratılan insan budur diyorum…
“Faşizmin en belirgin özelliği de insanlara seçeneklerinin yasak olması ve topluma tek yok gösterilmesidir…
“Modern emperyalizm hangi ülkeye girmişse orada daha önceden gericilik canavarını hortlatmıştır. Kökü dışarıda gericilik, modern emperyalizmin beşinci koludur…
“Kirli çevre insanın ruhunu kirletir, kirli ruhlar çevreyi kirletir…
“Bence insanın yaptığı en büyük aptallık, işlediği suçlara, yaptığı yanlışlara kendince gerekçeler uydurup haklılığına kendi kendisini kandırarak rahatlamasıdır…
“Dünyadaki en kârlı ticaret din tüccarlığıdır; sermayesi yalan, müşterisi cahildir…
“Bahse girerim yarın bir yobaz çıkıp, tuvalete gitmek günah diye fetva verse, tuvalete gitmeyecek ve altına yapacak o kadar öküz var ki bu ülkede…
“Cehennem korkusuyla cennet vaatleri kaldırılsa, yani pazarlık edecekleri tanrıları olmasa, dini bütün kimselerden yine de iyilik eden, yine de doğruluktan ayrılmayan, yine de gereksinenlere yardım eden kaç kişi kalırdı…
“… ‘Alevî değilsin ki sana ne oluyor?’ dedi… ‘İnsan değilsin ki sana nasıl anlatayım,’ dedim!”…
“Kimi toplumlar, kendi bozuk özlerinden ötürü, sahte kahramanlara muhtaçtırlar. Sahte kahramanları o toplumlar yaratırlar…
“Zorbalıkla ya da herhangi başka bir yolla insanları köpekleştirecek yetkiyi eline geçirenlerin günün birinde o insanların kurtlaşıp kendilerini parçalayacaklarını da bilmeleri gerekir…
“Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın, diyerek yaşattığınız yılanların bir sonraki hedefi siz olursunuz…
“Böyle bir rezalete, devletten başka kimse cesaret edemez…
“Halkımı sevmediğim için değişmesini istiyorum, halkımı sevsem neden değişmesini isteyeyim…
“Tembellerin ve başarısızların çalışma günü yarındır…
“Çocuklarımıza dünyaya eleştirel bir gözle bakabilmeyi, korkusuzca yaşayabilmeyi, maddi ve manevi bakımlardan üretici olmayı, barışçı ve çalışkan olmayı öğretmeliyiz…
“Yalnızlık o denli zor değil; yalnızlıktan çok daha zor olanı, insanın sanki yalnız değilmiş gibi görünüp de yalnız bırakılmış olmasıdır…
“Baktılar ki, sosyalizmi başka türlü önleyemeyecekler, kendileri sosyalist olup sosyalizmi de bombok edecekler…
“Benim söylediklerimi, büyük diye tanıdığınız başkalarının sözlerini de ille benimsemek zorunda değilsiniz. Sözlerimin yanlış bulduğunuz, herhangi bir nedenle benimseyemediğiniz yerleri varsa ya da tümüne karşıysanız açıkça söyleyin, tartışalım. Salt benim değil, hiç kimsenin sözünü olduğu gibi benimsemek zorunda değilsiniz. Kim olursa olsun, ne kerte büyük sayılırsa sayılsın herkesin sözünü, davranışını, tutumunu, yazısını gerekli bulduğunuzda eleştirmelisiniz. Eleştirmek, her zaman haklı olduğunuz anlamına gelmez. Ama bir şeyi, eleştirdikten sonra benimserseniz, neyi, niçin kabul etmiş olduğunuzu bilirsiniz. Eleştirinin amacı eleştiri değil doğruyu bulmaktır. Eleştiri olsun diye eleştirmek, yani her zaman her yerde her ne olursa olsun ille de eleştirmek alışkanlığı, bilgiçlik taslama biçimine gelebilir. Bunu önlemek için de özeleştiri ve özdenetim gereklidir…”
Nihayet, “uslanma hiç hep deli kal/ büyüme sakın çocuk kal/ es deli deli böyle kal/ son harmanında sevdanın/ tüken toz toz savrula kal/ suçüstü bulmalı ölüm/ ölürken de sevdalı kal,” derdi ‘Kendime Öğüt’deki dizelerinde…
* * * * *
Hayatına ya da Bursa sürgünü sırasında altın kaplama dişlerini satmak zorunda kaldığı yaşadıklarına dair, “ne uçurtma uçurdum/ ne çember çevirdim/ ne de zıpzıp oynadım/ ama annem öperdi beni…/ ne bir bayramlık giydim/ ne doğum günüm kutlandı/ ama annem öperdi beni/ öperdi, okşardı,” diyen O, İstanbul Heybeliada’da, Kadiri şeyhi bir babanın oğlu olarak, Mehmet Nusret adıyla 20 Aralık 1915’te doğdu…
Hayatının ileriki yıllarında mücadele edeceği din ve askerlik çocukluğunun tuğlalarıydı. Bir Kadiri şeyhi olan babasından ve tekke mensubu amcasından din bilgisi öğrendi. 12-13 yaşlarına kadar namaz kılar, oruç tutardı. Darüşşafaka’da namaz kılmanın zorunlu olduğunu, Heybeliada’da ezan okuduğunu anlatacaktı bir söyleşisinde. Sesi çirkindi ama başka kimse de yoktu ezan okuyacak. Hayali ya ressam olmaktı, ya yazar ya da tiyatrocu. İlk romanını bitirdiğinde henüz ortaokul 1. sınıftaydı, ertesi yıl ilk oyunuyla yarışmaya katıldı.
Liseyi askeri okulda, Kuleli’de okudu. 1937’de Ankara’da Harp Okulu’nu bitirdiğinde artık asteğmendi.
Bir Osmanlı tebaası olarak başlayan hayatı, taze Cumhuriyet’in yurttaşı olarak devam ediyordu. İkinci Dünya Savaşı sırasında iki yıl Trakya’da çadırlı ordugâhta görev yaptıktan sonra 1942’de Erzurum Müstahkem Mevkii İstihkam Taburu Bölük Komutanlığı’na atandı. Ancak yaralandı ve görevi değişti. Büyük Erzincan depreminde yıkılan ordu cephaneliğini boşaltacaktı. 1944’te ise Zonguldak’ta, uçaksavar top mevzilerinin yapımında çalışıyordu.
Savaş bittiğinde bir soruşturma sonucunda ordudan atılmasaydı, askeri tarihin sıradan figürleri arasında yitip gidecekti büyük olasılıkla. Çocukluk hayali de pek çoklarınınki gibi geçmişin silik anıları arasında kalacaktı.
Aklının ve ruhunun başka bir yerde olduğunu yıllar sonra anlatmıştı: “Askeri okul yedinci sınıfında Türkçe öğretmenimiz Bahri Baba derste tiyatro bölümünü anlatırken dalmışım, dalmışım da dalıp gitmişim. Bahri Baba çocuklara; ‘Görürsünüz piyes muharriri olacak’ derken kendime geldim. Suçüstü yakalanışımdan bir utandım ki… Oysa biz o sıralara General olmak için oturmuştuk…”
30 yaş bir eşiktir, kimilerinin takılıp düştüğü kimilerinin yeni kapılardan içeri girdiği bir eşik. Aziz Nesin’in hayatı da 1945 yılında, tam 30. yaşını sürerken tümden değişti.
1995’te Aksiyon dergisine verdiği söyleşide “Benim asıl değişimim otuz yaşlarıma doğru oldu” demişti dinle ilişkisini kastederek, “O zamana kadar edindiğim bilgilerin üzerine Diyanet’in Kur’an çevirisini okudum. Tabii düşüncelerim değişti”. Dinle arasına çektiği çizgiyi, askerlikle de çekmişti belli ki.
Karagöz gazetesi, Yedigün dergisinde yazıları çıkıyordu zaten, 1945’te Tan gazetesinde yazmaya başladı. Memleketin, ömrünün geri kalanında karşısına çıkacak o hoyrat tutumu yazarlığının ilk yılında selamladı Aziz Nesin’i. Tan yakıldı…
Bir yıl sonra Sabahattin Ali ile birlikte Marko Paşa’yı çıkaracak, 1947’de ise Bursa’ya sürgün edilip gözaltında tutulacaktı. Tirajı günlük gazeteleri aşan Marko Paşa; Malum Paşa, Yedi Sekiz Hasan Paşa, Hür Marko Paşa, Bizim Paşa, Ali Baba ve Kırk Haramiler’e dönüşe dönüşe “toplatılmadığı” ya da “yazarları hapishanede olmadığı” zamanlarda çıkacaktı.
1948’de çıkan kitabı “Azizname”, İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanacak, dört ay tutuklu kalıp aklanacaktı. 1949’da ise bu kez “beynelmilel” bir davanın sanığı oldu. İngiltere Prensesi Elizabeth, İran Şahı Rıza Pehlevi ve Mısır Kralı Faruk, Ankara’daki elçilikleri aracılığıyla bir yazısında kendilerini aşağıladığı iddiasıyla aleyhine dava açtılar. Aziz Nesin altı ay hapse mahkûm edildi.
Tek başına olsa yine iyi de, bir de aile geçindiriyordu bu koşullarda. 1952’de Levent’te kitapçı, ertesi yıl Beyoğlu’nda fotoğraf stüdyosu açtı.
Meşum 6-7 Eylül’e burada rastladı. Hükümet olaylardan “sorumlu” olanları tutuklarken araya yazar, şair, çevirmenleri de katmıştı. Kemal Tahir ile Aziz Nesin de katıldılar bu kervana. “1955’te, Harbiye’deki askeri cezaevinin daracık hücresinde Kemal Tahir’le birlikteydik” diye anlatıyordu; “Bu dar hücreye, yatarken ikimiz birden sığışamadığımızdan, geceleri yere benim başım onun ayaklarına, onun ayakları benim başıma gelmek üzere, birbirimize ters uzanırdık… Hapisteyken asılacağımızı söylediklerinde gülmüştük. ‘İlgisi olmayan insanları nasıl asarlar?’ diye. Ama şu kadarını söyleyeyim: O zaman asılsaydık, yağma ve yıkmaları bizim yapmadığımıza kimse inanmazdı”.
Bütün hayatı böyle geçecekti aslında. Suçsuzluğunu kanıtlamakla… Ne de olsa Türkiye’de muhalif bir yazar olmak bunu gerektirir!
Oysa aynı anda, başka bir coğrafyada ödüllendiriliyordu yazdıkları. İtalya’da yapılan uluslararası gülmece yarışmasında birincilik ödülü olan Altın Palmiye’yi 1956’da “Kazan Töreni”, 1957’de “Fil Hamdi” adlı öyküsüyle kazandı. Türkiye’de aldığı karşılık ise sahibi olduğu Düşün Yayınevi’nin bilinmeyen bir nedenle yanmasıydı…
Deliler gibi çalışıyor, yazıyor, ailesini geçindirebilmek için çabalıyor, bir yandan da ülkenin demokratikleşmesi için uğraşıp duruyordu. Gülmeceyi kendisinin seçmediğini, gülmecenin onu seçtiğini anlattı hep. Anlatmak istedikleri için en etkili yol buydu.
Oysa şiirle başlamıştı yazmaya, en başarısız olduğu türle…
“Yıl 1956. İlhan Selçuk’un bir matbaası vardı. İlk şiir kitabımı onun matbaasında bastırdım: Adı Bir Dakika’ydı. Kitap basıldıktan sonra şiirleri yeniden okudum ve beğenmedim. O zamanki yayınevimin bahçesine 5000 kitabı yığdım ve ateşe verdim. İlk yıllardaki şiirlerim taklitti. Bazılarında Faruk Nafiz, bazılarında Nâzım Hikmet havası vardı.”
Oral Çalışlar’a bu itirafta bulunurken, Nâzım Hikmet’in de kendisine “Yazıların çok güzel, yazmaya devam et, ama böyle şiir yazma” dediğini de aktarmıştı.
“Balığın baştan koktuğu, işlerin baştankara gittiği” sözleriyle tarif ettiği memlekette kendi kötü dizelerine dahi tahammülü yoktu.
Belki de bu vasata tahammülsüzlüktü ona “Bu ülkenin yüzde 60’ı aptaldır” dedirten…
Müjdat Gezen bu sözün pek de doğru anlaşılmadığını, tam 82 Anayasası referandumundan sonra sarf edildiğini aktardı. Nesin’e “Neden böyle söyledin?” diye sorunca ‘Evladım, yüzde 92 diyecektim ama dilim varmadı” diye cevapladığını…
Gelin görün ki o söz orada kalmadı, kendisinin geri kalan yüzde 40 içinde yer aldığından emin olanlar dillerine pelesenk ettiler. Ve geride boyunu aşmış sayıda kitap, binlerce yazı bırakan Aziz Nesin’i bir cümleye indirgeyiverdiler. Yüzde 60 ile kendisinin kastedildiğine inananlar da Aziz Nesin’e saldırmaya devam etiler.
12 Eylül, bitmeyen demokrasi mücadelesinin en geniş cephesiydi.
“Yaşam hakkı ve insanca yaşama, örgütlü ve toplumsal var olmanın çağımızda hiçbir gerekçe ile ortadan kaldırılamayacak baş amacıdır; doğal ve kutsal bir haktır. Bu hakkın anlam kazanması, düşünceyi özgürce açıklamaya, geliştirmeye ve etrafında örgütlenmeye bağlıdır”…
Böyle başlıyordu 1984’te kaleme aldığı Aydınlar Dilekçesi. 1383 aydın imzaladı, Sıkıyönetim onları vatan haini ilan edip ifadeye çağırınca kimileri “Yazılanlardan haberim yoktu”, “Okumadan imzaladım” dediler…
Kenan Evren’in dilekçede yazılanlara cevabı ilginçti: “Biz çok aydın gördük, vatan hainliği yaptılar. Son Padişah Vahdettin aydındır. Ama memleketi düşmanlara teslim etti. Ben ne yapayım öyle aydını?”
Aziz Nesin tepkisini geciktirmedi: “Bu dilekçeyi imzalayanlar arasında salt ulusal düzeyde değil uluslararası düzeyde sanatçılar, yazarlar, gazeteciler, bilimciler, hukukçular, eski bakanlar vardır. Bunlar aydın değillerse, Türkiye’de Aydın ilinden başka aydın kalmaz.”
Kenan Evren kendisini savunmak konusunda kararlıydı: “Türkiye’de işkence ve fikir suçu yoktur”, “Kimin ağzına kilit vurmuşuz. Fikirler serbestçe söylenmiyor mu?”… “Diktatör olsam bu dilekçeyi imzalayamazdınız” demek aklına gelmemişti belli ki.
Evren’e göre “işkence ve fikir suçu olmayan” Türkiye’de, bundan on yıl sonra bir insanlık suçu işlenecek ve sorumluları ceza almayacaklardı.
2 Temmuz 1993, Sivas Pir Sultan Abdal Şenlikleri. Bugünden dönüp bakınca “şenlik” sözcüğü nasıl da acıtıyor insanı. Aziz Nesin’in Pir Sultan Abdal üzerine yaptığı konuşmanın ardından, onun ve diğer davetli yazar, şair, çizerlerin kaldığı Madımak Oteli’nin etrafında toplananlar binayı ateşe verdiler. “Cumhuriyet Sivas’ta kuruldu”, Sivas’ta yıkılacak”, “Laiklere ölüm”, “Yaşasın şeriat” sloganları arasında 35 kişi hayatını, koca bir ülke vicdanını kaybetti.
Aziz Nesin yaka paça indirildiği itfaiye merdiveninden yere düşerken onu linç etmeye çalışanların arasından güçlükle kurtuldu.
Sanıklar firar etti, sanık avukatları Refah Partisi ve AKP’den milletvekili oldular, dava 2012’de zamanaşımına uğrayınca dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan “Milletimiz için, ülkemiz için hayırlı olsun,” dileklerinde bulundu.
Kimileri için duran hayat, çoğunluk için devam etti.
Aziz Nesin hayatına devam eder gibi görünse de, Madımak katliamının ikinci yıldönümünde kalbi durduğunda anladık ki acıyı sürüklemiş içinde.
Şimdi kurduğu, yoksul çocuklara yuva sağladığı Nesin Vakfı’nın bahçesinde yatıyor.
Huzurlu mudur acaba? Etrafında koşuşan çocukların sesi yüzünü güldürüyordur elbette, ama ya ülkenin dört bir yanından gelen çığlıklar?
Ömrünü demokrasinin, özgürlüklerinin peşinde mücadele içinde geçiren Aziz Nesin, bugün ülkenin bir bölgesi için “temizlik” sözcüğünün kullanıldığını duysa ne derdi acaba?
Bundan yıllar önce ‘Der Spiegel’ dergisine verdiği söyleşide “Türkiye bir hukuk devleti değildir. Adalet sistemimiz feci durumda. Yüzyıllardır burada baskı ve işkence hüküm sürüyor” diyen biri şaşırır mıydı olup bitene?
Şaşırmazdı ve şu sözünü tekrarlardı: “Acı gerçeği anlayarak bilincine vararak haykırmalıyız: ‘Böyle gelmiş ama böyle gitmeyecek!’…”
2016