Sabahattin Ali: İyilik, kimseye kötülük yapmamak değil, kötülüğü yapacak cevheri içinde taşımamaktır

Bugüne kadar ne yaptığımı düşündüm. Bir sıfırdan başka netice alamadım. Hayatta hiçbir şey yapmış olmamak gibi korkunç ve utandırıcı bir şey var mı? Son zamanlara kadar ‘Fena bir şey yapmıyorum ya!’ der ve kendimi temize çıkarmaya çalışırdım. Fakat hadiseler gösterdi ki, fena olmayışım tesadüf eseriymiş, fırsat düşmemiş, zaruret olmamış…

“İnsan bütün bu pislikleri ancak yalnız başına ve dövüne dövüne, didine didine üstünden atabilir…”

“Bedri… Kısa kesmek lazım. Vaktim yok. Beni hiç itiraz etmeden dinle. Beni seviyorsan –ki bunu bilmem– ve Macide’yi seviyorsan –ki bunu tahmin ederim– dediklerimi yaparsın. Her zamanki gibi, bir anda düşünülüp verilmiş kararlardan bahsetmeyeceğim. On günden beri bu mesele üzerindeyim. On günden beri kendi kendimle hesap görüyorum. Müthiş açığım çıktı… Alay etme… Gayet ciddi ve doğru söylüyorum. Otuza yaklaşmaktayım… Bugüne kadar ne yaptığımı düşündüm. Bir sıfırdan başka netice alamadım. Hayatta hiçbir şey yapmış olmamak gibi korkunç ve utandırıcı bir şey var mı? Son zamanlara kadar ‘Fena bir şey yapmıyorum ya!’ der ve kendimi temize çıkarmaya çalışırdım. Fakat hadiseler gösterdi ki, fena olmayışım tesadüf eseriymiş, fırsat düşmemiş, zaruret olmamış. Nitekim hayatın ilk çelmesinde yuvarlanıverdim. İyilik demek kimseye kötülüğü dokunmamak değil, kötülük yapacak cevheri içinde taşımamak demektir. Bende bu fena cevher fazla miktarda mevcutmuş. Belki herkeste var… Fakat insan olan onu söküp atmasını, yahut boğmasını biliyor… Dokunmadan bırakmak, bir gün başını kaldırmasına meydan vermek olur… Sana ahlak vaazı edecek değilim. Yalnız, benim gibi eş dost arasında akıllı geçinen bir insanın nasıl olup da bu kadar manasız ve bomboş bir gençlik geçirdiğine herkesten evvel kendimin hayret ettiğimi söyleyeceğim… Evvela bunun farkında değildim. Kendilerini derecesiz bir zekâ ve kabiliyete sahip sayan arkadaşların arasında, mukaddes ve mağrur bir aptallığa sırtımı vererek yaşıyor ve sırf bununla mühim bir şey yaptığımı sanıyordum. Ne gayem, ne düşüncem vardı. Zekâm bütün kuvvetini, içinde bulunduğu ana sarf ediyordu. Yerinde bir cevap, keskin bir nükte bütün hakikatlere bedeldi. Böyle günübirlik bir fikir hayatının tabii bir neticesi olarak tezatlara, manasızlıklara, hatta edepsizliklere düşüyordum. İsteyip istemediğimi doğru dürüst bilmediğim, fakat neticesi aleyhime çıkarsa istemediğimi iddia ettiğim bu nevi söz ve fiillerimin daimi bir mesulünü bulmuştum: Buna içimdeki şeytan diyordum; müdafaasını üzerime almaktan korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde, haksızlığa, tesadüfün cilvesine uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve ihtimama layık görüyordum. Halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? Bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması… İçimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu… içimizde şeytan yok… içimizde aciz var… Tembellik var… İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var… Hiçbir şey üzerinde düşünmeye, hatta bir parçacık durmaya alışmayan gevşek beyinlerimizle kullanmaya lüzum görmeyerek nihayet zamanla kaybettiğimiz biçare irademizle hayatta dümensiz bir sandal gibi dört tarafa savruluyor ve devrildiğimiz zaman kabahati meçhul kuvvetlerde, insan iradesinin üstündeki tesirlerde arıyoruz. Bu böyle devam edip gidecekti, fakat tesadüf karşıma Macide’yi çıkardı. Onu nasıl sevdiğimi, ne kadar sevdiğimi anlatacak değilim… Dünyada hiç kimsenin aynı şeyleri aynı kuvvette duyamayacağını zannediyorum. Onda öyle birtakım haller gördüm ki, benim saatlerce birçok insanlarda arayıp bulamadığım ve yok farz ettiğim şeylerdi. Onda bizim gibi olmayan, olduğu gibi görünen ve bir şeyler olan bir insan buldum. Derhal kendimi düzeltmek, ona layık bir hale gelmek icap etmez miydi? Yapamadım ve bu aczimi içimdeki şeytana hamlettim. Halbuki tembel ve iradesizdim. Başka bir şey değil… Hayvan taraflarımı avuçlarıma almaya, kafamla hareket etmeye alışmamıştım. Basit, çocukça birtakım hürriyetleri insan olmaktan daha ehemmiyetli buluyordum. Ne kadar seversem seveyim, bir kişiye bağlı kalmak bana garip geliyordu… Sokakta gördüğüm kadınlara dikkatli bakmaktan kendimi alamıyordum. Buna rağmen korktuğum derecede düşmedim. Bu benim adamlığımdan değil, Macide’nin şahsiyetinin benim üzerimde, istemesem bile gene mevcut olan, tesirindendi. Fakat o müsamere akşamı iş çığırından çıktı. Orada bizim eski arkadaşları; beraber okuduğumuz, koridorlarda gevezelik ettiğimiz, gezintilerde oynadığımız kızları, hatıralarımda yer tutan bir hayat devresinin canlı mümessilleri olarak görünce derhal her şeyi unuttum… Belki sana Macide anlatmıştır… İçtim ve beni seven bir insanın yanında yapılmayacak kadar sululaştım. Karım buna da tahammül edecekti… İş sadece sululuktan ibaret olsaydı!.. Fakat ben daha ileri giderek bayağılaştım… Saygısızlaştım ve etrafın çirkefliğinden bunalacak halen gelen Macide’yi yapayalnız bıraktım… Dahası var… Onu iğrendiren bu muhitin bana hiç de yabancı olmadığını, beni hiç de sıkmadığını ve tiksindirmediğini göstermiş oldum… Bunların tamiri kabil değildi… Ben aptal değilim… Her şeyin bittiğini ve Macide’nin bana inanarak sokulmasına imkân kalmadığını derhal anladım… Artık kendime ve ona vereceğim bütün sözlerin gülünç olacağını biliyordum. Çünkü daha birkaç saat evvel, hayır cemiyeti odasında seni dinlerken kafamda yeni birtakım hakikatlerin belirdiğini sezmiş ve kendimi yeniden bir tartıp toparlamaya karar vermiştim. Bu kararın verilmesiyle unutulması bir oldu… Şimdi kendime herkesten evvel ben inanmıyorum. Tamamıyla değişeceğim… Muhakkak… Fakat ne zaman? Senelerce süren bir mücadeleden sonra mı? Yoksa hiç muvaffak olamayarak bu manasız varlığı taşımakta devam mı edeceğim? Ne olursa olsun, Macide’yi böyle bir hayata iştirak ettirmek cinayettir. Sonu nereye varacağını bilmediğim bu yolda onun beraber yürümesini isteyemem, hatta o istese ben kabul etmem. Bu son günlerde kendimi hesaba çektiğim zaman namuslu bir insanın yüzüne bakamayacak kadar günahlarla yüklü olduğumu da gördüm… Bak… Veznedar nerede? Size hiçbir şey söylemediğim halde onu araştırdım, evlerini bulup önünde dolaştım. Harap yüzlü bir kadınla mağmum çocuklardan başka bir şey görmedim! Nereye saklı? İnsanlara lanet savurup dolaşıyor mu, yoksa bir denizde ak saçlarını yeşil yosunlarla birlikte dalgalandırarak uykulara mı daldı?.. İnsan bütün bu pislikleri ancak yalnız başına ve dövüne dövüne, didine didine üstünden atabilir… Ama yalnız başına… Kimseye bir şey sıçratmadan… İşte Macide’yle olan nikâh evrakımız… Henüz neticelenmedi… Artık lüzumu da kalmadı. Hepsini yırtıp atıyorum… Yalnız şu küçük vesika resmi bende kalsın… Bu kadar bir zaaf da çok görülmez… Denilebilir ki: Genç kadın sensiz ne yapsın? Nereye gitsin? Bunu senin demeyeceğine eminim… Sen hepsini halledeceksin… Nasıl isterseniz öyle yapın… İstersen onu al, bir kardeş gibi yanında tut, istersen onunla evlen… Beni dünyada mevcut farz etmeyin… Tamamıyla ayrı yollara ve ayrı dünyalara gideceğiz… Ben bir molozdan bir adam yapmaya çalışacağım… Bir gün, belki on sene oluyor, bir hocam bana: ‘Zekânı mirasyedi gibi harcıyorsun!’ demişti. Doğru… Zekâmı har vurup harman savurdum ve nihayet iflas ettim… Hiçbir şeyim kalmadı… Ben zekâyı radyum gibi bitip tükenmez bir cevher sanıyordum… Onun insan eliyle yetişip gelişen bir şey olduğunu düşünmüyordum… Adam olmak değil, enteresan olmak; bir şey yapmak değil, bir şey yapanlara istihfafla bakacak bir yere çıkmak istiyordum… Halbuki bugün sonsuz zaman ve mesafenin içinde ben neyim? Bir solucandan, bir ayrık kökünden daha ehemmiyetsiz, daha değersiz, daha lüzumsuz bir mahlukum…”

Ömer bitkin bir halde sustu. Ağzı, gözleri, hatta derisi kuruyup gerilmiş ve neredeyse çatlayacakmış gibi bir hal almıştı. Bedri arkadaşının ellerini tutarak okşamak istedi. Ömer hemen geriye çekilerek:

“Ben bugün tahliye edileceğim!..” dedi. “Müddeiumumilikten emir geldi, tevkifhane müdürü muamelesini yapıyor… Şimdi çıkacağım… Onun için Macide’yi geri çevirdim… Beraber çıkıverirsek belki ayrılamam diye düşündüm. Yoksa onu son bir defa görmek isterdim. Hem ne kadar isterdim…”

Sesi titriyordu. Gözleri odanın beyaz badanalı duvarına dikilmişti. Büyük bir gayretle kendini topladı:

“Anlıyorsun, değil mi Bedri?” dedi. “Ne sen, ne Macide, beni asla aramayın… Benden bu lütfu esirgemeyin. Belki Balıkesir’e giderim. Belki başka bir köşeye çekilip kendimle uğraşır, yahut bizim muhitimizdekilere benzemeyen insanların arasına dalarak yeni bir hayata başlamaya çalışırım. Yalnız, geçmiş günlerimle bütün alakamın kesilmesi lazım… Kim bilir… Belki uzak bir günde, büsbütün başka insanlar olarak tekrar karşılaşırız ve belki gülüşerek birbirimize ellerimizi uzatırız… Macide hakkında bir şey söylemeye lüzum yok… Onu bütün bir emniyetle sana bırakıyorum. Onu benim kadar ve sahiden sevdiğini, onu benden daha çok koruyabileceğini biliyorum… Göreceksin, yavaş yavaş sana alışacaktır… Fakat bir müddet bırakmak lazım… Bir erkek ona çok acı tecrübeler verdi, bunları unutmadan, kim olursa olsun, başka bir erkeğin fazla sokulmasını belki istemeyecektir… Sen bütün bunları daha iyi anlar ve düşünürsün… Onu bir doktor gibi tedavi et… Dünyada ondan daha harikulade bir mahluk yoktur… Bedri… Yemin ederim ki Macide’den daha kıymetli hiçbir şey mevcut değildir… Bunun kadrini bil…”

Hemen ayağa kalkarak arkasını döndü, gardiyanın uzattığı tahliye kâğıdını aldı ve kapıya doğru yürüdü. Bedri arkasından geliyordu. Sokağa çıkınca durdular. Ömer sağ kolunu dimdik uzattı. Bedri bu eli yakalayacağı yerde karşısındakinin boynuna sarıldı. Ömer’in kendi vücuduna sarıldığını ve bu esnada delikanlının her tarafının titrediğini hissetti.

Ayrıldıktan sonra Ömer hiçbir şey söylemeden deniz tarafına inen dar ve dik sokaklardan birine daldı. Bedri Macide’nin bekleyeceği kahvelere doğru ağır ağır yürüdü.

Ne yapacağını, Macide’ye bunları nasıl anlatacağını değil, sadece Ömer’i, arkadaşı Ömer’i, Macide’nin hâlâ sevdiği ve ihtimal hep seveceği Ömer’i düşünüyor ve onu, her şeye rağmen kendinden daha mesut buluyordu.

Genç kadın Bedri’yi görünce yerinden kalktı:

“Ne yaptınız?” diye sordu.

“Ömer tahliye edildi… Fakat…” Bir müddet düşünerek kelime aradı. Sonra yüzünü başka tarafa çevirdi ve mırıldandı: “Fakat başını alıp gitti. Beni hiç aramayın!.. Ne sen, ne Macide.. dedi. Yalnız kalmak, yeni bir hayatı denemek istiyor… Kendini iki kişinin mesuliyetini yüklenecek kadar kuvvetli hissetmiyor!..”

Tekrar sustu, Macide de susuyor ve ötekine bakıyordu. Bir şey söylemeden yan yana yürümeye başladılar. Nihayet Bedri:

“Bunun böyle biteceği belliydi!” dedi.

Macide, daha ziyade kendi kendineymiş gibi mırıldandı:

“Evet belliydi!”

Bedri başka bir şey söylemek istiyor fakat cesaret edemiyordu. Onun dudaklarının kımıldadığını gören Macide sordu:

“Ne dediniz?”

“Hiç… Şimdi size gideriz… ben Ömer’in eşyalarını alır, onun uğrayacağı bir yere bırakırım… Sonra…”

Tekrar tutuldu. Macide önüne bakıyor ve dinliyordu. Bedri bundan cesaret aldı:

“Ablam ölüm halinde!..” dedi… “Doktorlar bir iki günlük ömrü var diyorlar… Ondan sonra benim evime taşınır mısınız?.. Annem sizinle teselli bulur…”

Sonra manasız ve yersiz bir şey söylemiş gibi ürktü ve Macide’nin cevabını korku ile bekledi. Fakat genç kadın gayet tabii bir sesle: “Niçin ümidinizi kesiyorsunuz?” dedi. “Ablanız gençtir… Ben ona bakarım…”

Bedri deminki sözleriyle, ablasının mahut ziyaretini hâlâ unutmadığını anlatmıştı; Macide bunun için ilave etti:

“Ben her şeyi unuttum!”

Genç adamın ne kadar üzüldüğünü, ne kadar sıkıldığını görüyor ve ona acıyordu. Cesaret vermek için kolundan tuttu…

Sultanahmet’ten Alemdar yokuşuna doğru yürüdüler. Bir aralık Macide ensesinden çekilir gibi olduğunu sandı. Garip bir ses bu hisse mukavemet etmesini söylüyordu… Fakat dayanamayarak başını geriye çevirdi. Arkalarından, on beş yirmi adım uzaktan Ömer geliyordu. Macide’nin başını çevirmesiyle onun geriye dönmesi bir oldu… Şimdi, başı biraz öne doğru eğilmiş, ağır adımlarla tekrar yokuş yukarı çıkıyordu. Macide durakladı. Bedri’nin kolunu bırakmıştı. Kalbi deli gibi çırpmıyor, gözünün önünden bin bir türlü hayaller, manzaralar, insanlar, dumanlar, renkler geçiyordu… Fakat bu hal ancak bir an sürdü. Derhal kendini topladı. Tekrar Bedri’ye tutunarak:

“Hayır… Hayır… Gidelim!” dedi.

Genç adam gözlerinde nihayetsiz bir hüzün ile başını salladı:

“Evet… Gidelim…”

Birkaç adım yürüdükten sonra dönüp baktı ve Ömer’in ortadan kaybolmuş olduğunu gördü.

“Onu unutamayacaksınız!..” dedi. “Ondan ayrılamayacaksınız!”

Macide düşünceli gözlerle yanındakini süzdü. Sonra elini cebine sokarak Ömer’e yazmış olduğu mektubu çıkardı:

“Öyle değil Bedri…” dedi. “Ben ondan ayrılmaya daha evvel karar vermiş bulunuyordum… Her şeye rağmen!”

Dörde bükülü kâğıdı yanındakine uzatarak mırıldandı:

“Fakat beklemek lazım… Uzun zaman!”

Sabahattin Ali
İçimizdeki Şeytan

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz