Fyodor Dostoyevski: “Küçük düşürülmekten gelen büyük acılarla kendimi yer bitirirdim”

Bir gece kötü bir meyhanenin önünden geçerken, aydınlık bir pencereden, içerideki adamların bilardo masası etrafında istekalarla dövüştüklerini gördüm. Daha sonra, adamın biri pencereden dışarıya atıldı. Başka zaman, bunu çok kötü bir davranış olarak görürdüm; ama o anda dayak yiyen ve pencereden atılan adamı çok kıskandım. Daha da ileri giderek, “Belki ben de biriyle kavga ederim ve dışarıya atılırım,” diye düşünüp, meyhaneye daldım. Sarhoş olmadığım halde, sadece can sıkıntısından bu işe giriştim. Ne yazık ki, beklediklerim olmadı. Pencereden atılacak cinste bir adam olmadığım anlaşıldı ve kavga edemeden oradan uzaklaştım.
Oysa, daha meyhaneye girdiğim an bir subay ağzımın payını vermişti. Bilardo masasının yanında yolu kapatıyormuşum, subay da oradan geçmek istiyormuş; insan ne istediğini söylemeli, değil mi? Fakat o, hiçbir şey söylemeden beni omuzlarımdan tuttu ve bir kenara iteledi. Sonra da, hiçbir şey olmamış gibi yürüyüp gitti. Dayak atmasını bağışlayabilirdim, ama beni adam yerine koymayıp itelemesi çok gücüme gitti.
Aramızda geleneklere uygun, edebi, gerçek bir kavga olması için neler vermezdim! Onlar için bir sinek kadar bile değerim yoktu. Subayın boyu neredeyse on verşoktu; ben ise onun karşısında ufak tefek, cılız birisi kalıyordum. Elbette ki kavga çıkarabilirdim ve adama vurduğum an beni pencereden dışarıya atardı. Ama ben vazgeçtim ve içimdeki bütün hıncıma rağmen bir köşeye çekildim.
Meyhaneden oldukça heyecanlı ve şaşkın bir şekilde çıkıp eve doğru yol aldım. Ertesi gün bu acınacak hovardalığıma daha ürkek, daha miskin, daha üzüntülü, neredeyse ağlayarak devam ettim. Devam ettim ya, siz ona bakın!
Subaydan korktuğum için onunla kavga etmediğimi düşünebilirsiniz, ama öyle değil; ben, korkak bir adam değilim, sadece bazı durumlarda çok çekingen oluyorum, o kadar. Yine gülüyorsunuz herhalde, ama size açıklayacağım bunu. Şunu çok iyi bilin ki, açıklayamayacağım hiçbir mesele yoktur.
Ne olurdu sanki, şu subay düelloyu tercih edenlerden olsaydı! Fakat o, bilardo istekalarım kullanmayı veya Gogol’ün Teğmen Pirogov’u (Gogol’ün Evlenme’sinden bir kahraman) gibi üst makamlara şikâyet etmeyi sevenlerdendi. Bu tipler, düellodan hoşlanmazlar; bununla birlikte, bizim gibilerle kavga etmeyi de kendileri için küçültücü bir hareket olarak görürler. Onlar, düelloyu saçma bir düşünce hürriyeti, Fransız buluşu bir ahmaklık olarak görüyorlardı. Böyle düşündükleri halde, boyları on verşok oldu mu, sağa sola sataşmaktan da geri durmazlar.

Subaya karşı olan çekingenliğim, korkaklığımın değil, içimdeki sonsuz gururun eseriydi. Şunu söyleyeyim ki ben, subayın iri yapısından da, yiyeceğim dayaktan da, j pencereden atılmaktan da korkmuş değildim. Onunla dövüşebilirdim elbette; bunu yapacak kadar cesaretim var-di. Fakat beni korkutan asıl şey, böyle bir olayın ruhum üzerinde bırakacağı olumsuz etkiydi; işte sadece buna cesaretim yoktu. Beni o subayla dövüşmekten alıkoyan diğer bir neden de, bilardo sayılarını yazan iğrenç heriften tutun da, ilk bakışta tiksinti uyandıran, yakası bir karış yağ bağlamış, suratı sivilceli, pasaklı, yılışık bir memura kadar oradaki herkesin, benim karşılık verirken kullanacağım edebi dili anlamayarak, beni alaya almalarıydı. Çünkü biz, insanın şerefi ile ilgili konulan (point d’honne-ur) sadece edebi bir dille konuşuruz. “Şeref meseleleri”, günlük konuşma diliyle konuşulmaz. (Çok romantik bir adam olmama rağmen, hayatımda fazla gerçeklik vardır.) Subayın beni normal bir şekilde değil de, arkamdan tekmeleyerek bilardo masası etrafında çevireceğini, sonra -acıyarak belki de- pencereden dışarıya fırlatacağını, bütün bunlar olurken de oradaki adamların gülmekten katılacaklarını çok iyi biliyordum.

Bu olay elbette ki böylece bitmeyecekti. Subayla sokakta çok sık karşılaştığımızdan onu iyice tanıdım. Onun beni tanıyıp tanımadığını bilmiyorum, ama bazı hareketleriyle, tanımadığı yönündeki düşüncelerimi kuvvetlendiriyordu. Daha sonraki birkaç yıl boyunca onu nefret ve öfke ile izledim. Yıllar geçtikçe içimdeki kin de fazlalaşıyordu. İlk önce bu subay hakkında gizli bir şekilde bilgi toplamaya başladım; fakat tanıdığım hiç kimse olmadığından başarılı olamıyordum. Bir gün sokakta yürürken adamın birisi ona soyadıyla seslendi ve böylece soyadını öğrenmiş oldum. Başka bir gün de onu evine kadar izleyerek, kapıcısından hangi dairede, yalnız mı, birileriyle mi oturduğunu -bir kapıcıdan öğrenilebilecek her şeyi- tam bir grevennik vererek öğrendim. Bir sabah, aslında hiç edebiyatla uğraşmadığım halde, bu adamın karikatürize edilmiş bir öyküsünü yazmak ve bütün pisliklerini ortaya çıkarmak geldi aklıma. Subayın meyhanede yaptıklarını, biraz da yalan katarak büyük bir zevkle yazdım. Adamın soyadını, okunduğunda hemen farkedilecek şekilde yazmıştım; fakat sonradan iyice düşünüp, bunu değiştirmeye karar verdim. Öyküde değişiklikler yaptıktan sonra “Yurt Hatıralarına (Büyük bir edebiyat dergisi) gönderdim. Öyküm basılmadı; çünkü o zamanlar bu türden yazılara alışılmamıştı. Canım çok sıkılıyor, kızgınlıktan çatlayacak gibi oluyordum. Sonunda dayanamadım ve adamı düelloya davet etmeye karar verdim. Adama gayet güzel bir mektup yazarak, benden özür dilemesini istiyor, bunu yapmadığı takdirde düelloya davet ediyordum. Subay, eğer “güzel ve yüce şeyler”in ne olduğunu bilse, koşarak boynuma sarılır ve benimle dost olmak isterdi; işte böylesine güzel yazmıştım mektubu. Böyle bir dostluk ne kadar da iyi olurdu! O, beni gücüyle korurdu; ben de onu bilgilerim ve düşüncelerimle yüceltirdim. Kimbilir, daha neler olurdu? Adamın bana hakaret etmesinin üzerinden neredeyse iki yıl geçmişti. Mektubumda bu zamanı çok iyi anlattığım halde, bu durumda düello istemek çok uygunsuz olacaktı. Ne var ki, (bunun için Tanrı’ya şükrediyorum)
mektubu göndermemiştim. Mektubu göndermiş olsaydım kimbilir neler olacaktı, hatırladıkça içim ürperir… Daha sonra birdenbire, çok kolay ve akıllıca bir şekilde öcümü aldım. Bazı tatil günlerinde öğleden sonraları Nevskiy’e çıkar, caddenin güneşli tarafında yürürdüm. Bunun, pek de keyifli bir yürüyüş olduğu da söylenemezdi. Küçük düşürülmekten gelen büyük acılarla kendimi yer bitirirdim; belki de asıl istediğim buydu. Kalabalığın ayakları arasında hızlıca dolaşıp, durmadan generallere, subaylara ya da hanımefendilere yol veriyordum. Görünüşümün iğrençliğini, fıldır fıldır dönen vücudumun bayağılığını düşündükçe her tarafımdan terler boşanır, kalbimin duracağını sanırdım. İnsanlardan daha zeki, daha kültürlü, daha soylu olduğum halde, onların karşısında ezilmekten, hor görülmekten, küçük düşürülmekten iğrenç bir sinek haline geldiğimi hissediyordum. Bu hissettiklerim, bana çok büyük sıkıntılar veriyor, beni kahrediyordu. Bütün bunlara rağmen, neden Nevskiy’e gidip bu işkenceye katlanıyordum, bilmiyorum. Sanki, beni oraya çeken bir kuvvet vardı.
Birinci bölümde sizlere bahsettiğim zevki, o zamanlar tatmaya başlamıştım. Subayla aramızda olanlardan sonra -onu en çok orada gördüğümden- Nevskiy’e daha sık gider oldum. O, daha çok tatil günlerinde geliyordu. O da benim gibi üst rütbeli generallere yol veriyor, aralarında kuyruğunu kıstırmış gibi dolaşıyordu da benim gibilerle, hatta daha iri yarılarla karşılaşınca görmezden geliyordu. Sanki boş bir yolda yürüyormuş gibi insanın üzerine geliyor ve kimseye yol vermiyordu. Ona olan nefretimden kendimi yiyip bitiriyordum; buna rağmen onunla karşılaşınca, bütün Öfkemle kenara çekilip ona yol veriyordum. Bu adamla sokakta bile eşit olmamak, beni çileden çıkarıyordu. Bazen gecenin üçüne doğru uyanıyor, sinirlenerek kendimi azarlıyordum: “Neden her defasında sadece sen yol veriyorsun? Bunda yazılı bir kural var mı? Kibar insanların yaptığı gibi, karşı karşıya geldiğinizde bir adım o, bir adım sen geri çekilip, saygılı bir şekilde yolunuza devam etmelisiniz.” Fakat bu, hiçbir zaman olmuyordu; hep ben yana çekiliyordum, subay ise bunu farketmeden yoluna devam ediyordu. Günün birinde zihnime, “O subayla karşılaşmamızda ona yol vermesem ve sonuçta çarpışacak olsak hile kenara çekilmesem ne olur?” şeklinde harika bir fikir geldi. Bu fikir, beni öyle meşgul ediyordu ki, geceleri uyuyamaz hale gelmiştim. Sürekli bu meseleyi düşünüyor, kafamda nasıl davranacağıma dair planlar yapmak için sık sık Nevskiy’e gidiyordum. Bu fikir, zamanla daha çok aklıma yatmaya, beni daha çok heyecanlandırmaya başladı. Hissettiğim sevinç, beni ona karşı yumuşak davranmaya itiyordu. “Ona çok hızlı çarp-mamalıyım. Kibar insanlar gibi, canını yakmadan, hafif bir şekilde omuzlarımız birbirine değer sadece. Hatta, ancak onun bana vuracağı kadar vurmalıyım,” diye düşünüyordum. Kesin kararımı vermiştim sonunda, ama hazırlanmanı çok zaman aldı. Öncelikle kıyafetlerimin düzgün olması gerekiyordu. Caddede, aramızda bir sorun çıktığı takdirde orada bulunanlara karşı (ki bu insanlar, çok asil tabakadandırlar; kontesler, Prens D.’ler, edebiyatçılar…} berbat kıyafetimden ötürü rezil olmamalıydım. Giyindiğiniz kıyafetler, insanların gözünde değerinizi arttırabilir; hatta sosyeteden insanlar, sizi kendileriyle aynı seviyede görebilirler.
Bu nedenle aylığımın tamamını vaktinden önce aldım. Çurkin mağazasına giderek bir çift siyah eldivenle güzel bir şapka satın aldım. Daha önceleri almayı düşündüğüm sarı eldivene göre siyah eldivenler, daha ağır, daha kibar görünüyorlardı. “Bu eldivenlerin rengi çok canlı, sanki dikkatleri çekmek için takılmış gibi,” diye düşünerek sarı eldivenleri almaktan vazgeçtim. Kemikten kol düğmeleri olan beyaz bir gömleğim vardı; ama beni asıl oyalayan, palto bulmak olmuştu. Aslında paltom kötü değildi, üstelik çok sıcak tutuyordu ama içi pamuk, yakası da rakundandı; bununla birlikte uşakların paltosu gibi görünüyordu. Paltonun yakasını değiştirmeli, subaylarınki gibi kunduzdan bir yaka satın almalıydım. Bu nedenle birkaç kez Gostinniy Dvor’a gittim ve epeyce uğraştıktan sonra ucuz bir Alman kunduzu almaya karar verdim. Aslında Alman kunduzları yeniyken güzeldirler; ama eskidiklerinde çok kötü görünüyorlardı. Gerçi bana da bir kere lazım olacaktı ya. Fiyatı da epey yüksekti. İyice düşündükten sonra, rakun yakamı satmaya karar verdim; geriye kalan -benim için fazla sayılabilecek- parayı da şefim Anton Antonoviç Setoçkin’den isteyecektim. Anton Antonoviç, ağırbaşlı, oldukça sakin bir adamdı; kimseye ödünç para verdiği de görülmemiştir. Beni işe yerleştiren hatırı sayılır kişi, beni ona epeyce övmüştü gerçi, ama yi-‘ ne de çok canımı sıkıyordu bu mesele. Ondan para isteyecek olmak, beni çok rahatsız ediyordu. Bu yüzden uykusuz kaldığım geceler oldu, zaten o sıralar uyuyamıyor, geceleri ateşli nöbetler geçiriyordum. Birden ölecek gibi oluyordum, sonra kalbim yerinden fırlayacak gibi hızlı çarpmaya başlıyordu.
Anton Antonoviç, istediğim parayı verdi; önce şaşırdı, uzunca bir düşündü ve sonra cebinden parayı çıkarıp bana uzattı. Bunun yanında, verdiği parayı iki hafta sonra aylığımdan keseceğine dair bir sesnet imzalattı bana. Her şey tamamlanmış oldu böylece;-kunduz yaka, o berbat rakunun yerine konuldu ve ben, derhal harekete geçtim. Düşünmeden, birdenbire yapamazdım bu işi, yavaş yavaş ve akıllıca davranmam gerekiyordu. Şunu açık yüreklilikle söyleyeyim ki, bir iki denemeden sonra neredeyse vazgeçiyordum. Omuzlarımız çarpışmıyordu bir türlü. Bütün hazırlıklarımı yaptıktan sonra, tam çarpışacağımız anda, ben hızlıca kenara çekiliyordum. Subay ise beni hiç farketmeden yoluna devam ediyordu. Tanrı bana güç versin diye dualar ederek adama yaklaşıyordum. Hatta bir defasında, çok kararlıydım ve birbirimize iyice yaklaşmıştık, ama ben son anda korktum ve adamın ayaklarına dolaşıverdim. Subay yoluna devam etti, ben de bir top gibi öne doğru fırladım. O gece hastalandım ve ateşli nöbetler geçirdim. Sonra bütün bunlar iyi bir şekilde sonuçlandı, hem de hiç beklenmedik bir biçimde. Olaydan bir gün önce, bu fikrimden vazgeçerek her şeyi olduğu gibi bırakmaya karar vermiştim; bu düşünceyle Nevskiy’e son bir defa çıkmıştım. Nasıl olduğunu bilmiyorum, aniden subay karşıma çıktı, aramızda üç adım kalmıştı ve kararımı değiştirerek yürümeye devam ettim, sonra omuz omuza gelerek çarpıştık! Yerimden az da olsa kımıldamadan, onun yaptığı gibi yürümeye devam ettim. Adam dönüp bakmadı bile. Eminim ki, beni gördüğü halde görmezlikten gelmişti. Şu anda bile böyle düşünüyorum. Subay benden daha iri yarı olduğu için çarpışmada sarsılmıştım, ama bundan ne çıkar! Ben, amacıma ulaşmış, bir adım bile gerilemeden, herkese onunla eşit olduğumu kanıtlamıştım.
Kazandığım zaferin sevinci içinde İtalyan aryaları söylüyordum. Sonraki üç gün içinde ne durumda olduğumdan bahsetmeyeceğim, çünkü “Yeraltı”nı okuduysanız anlayabilirsiniz. Daha sonra bizim subayı başka bir yere atadılar. Tam on dört yıldır görmüyorum onu. Kim-bilir hangi rütbededir ve kimleri tekmeliyordur?
Hovardalıklarım sona erdiğinde içimi müthiş bir sıkıntı kaplıyor, mide bulantıları geçiriyordum. İçimdeki pişmanlık duygusu yavaş yavaş azalıyor, uysallaşmaya, durumumu olduğu gibi kabul etmeye başlıyordum. Sonunda kendimi oyalayacak bir şey buldum: “Güzel ve yüce şeyler”le meşgul olmak. Bir köşeye çekilir ve tam üç ay boyunca hayaller kurardım. Bu zamanlarda, yakasına kunduz diktiren o korkaktan tamamen uzaklaşırdım. Öylesine kahraman kesiliyordum ki, ziyaretime iri yarı bir teğmen bile gelmiş olsa, odama sokmazdım. Daha sonraları onu hayal edemez olmuştum. Nelerin hayalini kurduğumu ve bunların bana ne gibi zevkler verdiğini belki şimdi söyleyemem, ama o zamanlar bu hayallerle doluydum. Hatta şimdi bile bunu yaptığım oluyor.
Hovardalık günlerimin sonunda daha fazla hayaller içerisine gömülür, pişmanlık, gözyaşları, lanetler ve sevinçlerle dolardı yüreğim. Bazı zamanlar, bu sarhoşluk ve her yanımı kuşatan mutluluk, bana kendimle alay etmeyi unuttururdu. Neredeyse damarlarımda dolaşırdı umut, inanç ve sevgi. O zamanlar dışarıdan gelecek bir mucizeyle önümdeki her şeyin ferahlayacağına, iyi, güzel ve kusursuz bir çalışma ufkunun beni beklediğine inanırdım. (Bu çalışmanın ne olduğunu tam olarak bilmiyordum, ama benim için kusursuzdu.) Hayallerimde neredeyse, beyaz bir at sırtında, başımda defne dalı eksik bir vaziyette gökten yeryüzüne inecektim. Ortalarda bir yerlerde olmayı hiçbir şekilde kabul edemezdim; bu nedenle gerçek hayatta da en alt tabakaya hiç itirazsız giriyordum. Ya büyük bir kahraman olacak ya da çamura batacaktım; ikisinin ortası olmam mümkün değildi. Beni en çok üzen şey ise çamurda debelenirken aslında bir kahraman olduğumu düşünmemdi. Sadece kahramanlar çamura batabilir, diğer insanların buna hakkı yoktur, diye düşünürdüm. Bir kahraman, çamura ne kadar batsa da çamurlanmaz; bir kahramanın çamuru affettirmesi için yüce insan olması gerekir.
İşin en garip yanı, bu “güzel ve yüce şeyler”in hovardalık dönemlerimde de içimde olmasıydı. En iğrenç kepazeliklerim esnasında gelerek, içimde şiddetli patlamalar yapıp hovardalığıma hiç de zarar vermeden çekip gitmesi, beni çok şaşırtıyordu. Yaşadığım bu zıtlıklardan doğan acıyla orantılı olarak aldığım zevk de artıyordu. Hissettiğim acılar, içinde bulunduğum çelişkiler ve ruh tahlilleri, bana bu zevki veriyordu. Bu ızdıraplar ve ızdırap-çıklar, hovardalığımı daha bir zevkli kılıyor, bir bakıma tuzu biberi oluyordu.
Elbette ki bütün bunların bir derinliği vardı. Sıradan insanların gittiği yerlere giderek, çamura batmamın bir anlamı olmalıydı zaten. Beni çeken bir yan olmasaydı, hiç geceleri hovardalığa çıkar mıydım? Asil bir tarafı olmayan hiçbir davranışta bulunmazdım ben. Tanrım! Ne aşklar yaşadım hayallarimde, “güzel ve yüce şeyler”e dalarak. Bunlar, yeryüzünde asla bulunmayan, hayali sevgilerdi; ama bana yetiyor ve sonradan gerçek bir sevgi duymama da ihtiyaç bırakmıyordu. Her şeyi tatlı bir tembellikle sanata bağlıyordum. Sağdan soldan, şairlerden, romancılardan kaptığım mükemmel yaşam sahnelerini, istediğim gibi değiştirerek hayallerimde ben de yaşıyordum. Her defasında kahraman bendim ve yenilenler bunu mecburen kabul ediyorlardı; ben de onları bir çırpıda affediyordum. Ünlü bir şair, bir mabeyinci olur ve sonra da aşık olurdum. Sahip olduğum büyük serveti insanlar için harcardım. Sonra, herkesin gözü önünde bütün günahlarımı açıklardım; elbette bunlar, içinde “güzel ve yüce şeylerden fazlasıyla bulunan Manfredvari günahlardı. Bü tün herkes ağlayarak bana sarılıyordu (yapmadıkları takdirde ne kadar budala olduklarım göstereceklerdi); ben ise ayaklarım çıplak, karnım aç bir şekilde yeni fikirler yaymak için yollara düşerek, geri düşüncelileri Austerlitz’de ortadan kaldırıyordum. Bundan sonra genel bir af ilan edilir ve her yanda marşlar çalardı; Papa, Roma’yı bırakıp Brezilya’ya gitmeyi kabul ederdi. Daha sonra bütün İtalya halkı onuruna Korno gölü kenarındaki Bargez köşkünde büyük bir balo verilirdi. (Bunun için Korno gölü Ro-ma’ya getirilecekti elbette.) O anda köşkün bahçesinde bazı olaylar olurdu. Bunun gibi birçok hikâye, anlıyorsunuz beni değil mi?
Şimdi, bu hayallerimi, bu şekilde ortalığa sermemin hiç de iyi bir davranış olmadığını söyleyeceksiniz; hem de bunca itiraf, coşku ve gözyaşından sonra… Neden iyi bir davranış olmuyormuş? Yoksa bunların, sizin yaşadıklarınızdan daha aptalca ve utanç verici olduğunu mu düşünüyorsunuz? Aslında bazıları çok iyi tasarlanmış hayallerdi; üstelik hepsi de Komo gölü etrafında geçmiyordu. Evet, siz haklısınız… Bu yaptıklarım çok alçakça ve bayağı şeylerdi; ama asıl alçakça olan, kendimi size haklı göstermeye çalışmamdır. Şimdi de kendimi kötülemem, her şeyidaha berbat yapıyor. Artık bu kadar yeter, çünkü gittikçe çamura batıyor, buna rağmen anlatmak istediklerimi de anlatamıyorum.

Fyodor Dostoyevski
Yeraltından  Notlar

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz