“Şimdiye kadar, baylar, beni tanıyor bile sayılmazdınız. Hemen şimdi, burada duruma bir açıklık getirmek uygunsuz kaçacak. Sizlere yalnızca ayaküstü ve giderayak tek bir şey söyleyeceğim. İnsanlar vardır, baylar, dolambaçlı yollardan hoşlanmazlar ve maskelerini sadece baloya giderken takarlar. İnsanlar vardır, kişinin hayattaki başlıca amacının parkeleri çizmeleriyle parlatmada üstün beceri göstermek olmadığını bilirler. Ve yine öyle insanlar vardır ki, baylar, yalnızca pantolonları üzerlerinde iyi durduğu için mutlu olduklarını ve tam anlamıyla yaşadıklarını iddia edemezler. Bir de öyle insanlar vardır ki, baylar, boş boş dolanmayı, birilerine yalakalık ve yaltaklık etmeyi, en önemlisi üzerlerine vazife olmayan işlere burunlarını sokmayı sevmezler… Ben, baylar, neredeyse bütün söylemek istediklerimi söyledim; şimdi izninizle gideceğim…”
Bay Golyadkin bütün o sabahı korkunç bir telaş içinde geçirdi. Nevski Caddesi’ne varıldığında kahramanımız, arabanın Gostini Dvor’un önüne çekilmesini emretti. Sonra dışarı fırladı, Petruşka’nın peşi sıra koşturarak, doğruca en iyi gümüş ve altın işlerinin satıldığı kuyumcuya girdi. Bay Golyadkin’in yalnızca duruşundan bile işinin başından aşkın olduğu belliydi. Bir öğle yemeği takımı ve bir çay takımı için bin beş yüz küsur rubleye ve süslü püslü bir tabaka ile gümüş bir sakal tıraşı takımı için yine aynı fiyata anlaştıktan sonra, kendilerince faydalı ve hoş birkaç ıvır zıvırın fiyatlarını da sorup öğrenen Bay Golyadkin, satıcıya, hemen yarın, hatta bugün, anlaştıkları eşyaları alması için birini yollayacağını söyleyerek, dükkânın numarasını not aldı. Küçük bir kaparo almak için uğraşan adamı dikkatle dinledikten sonra, zamanı gelince kaparo da ödeneceği konusunda söz verdi. Bütün bunların ardından, duyduklarına akıl sır erdiremeyen satıcıyla vedalaştı ve dakika başı dönüp Petruşka’ya bakarak ve girebileceği yeni bir dükkân araştırarak, peşine takılan yığınla tellalın[8] eşliğinde çarşı boyunca yürümeye koyuldu.
Yolunun üzerindeki sarrafa uğradı ve elinde ne kadar bütün büyük para varsa bunları bozukluklarla değiştirdi. Para bozdururken biraz para kaybetmesini önemsemedi ve epeyce kalınlaşan cüzdanını yoklamaktan kesinlikle müthiş bir zevk aldı. Bu dükkânda da birtakım pahalı eşyalar için büyük paralara anlaşan Bay Golyadkin, satıcıya mutlaka uğrayacağını söyleyerek dükkânının numarasını aldı ve adamın kaparo ile ilgili sorusuna az önceki gibi “zamanı gelince kaparo da ödeneceğini” söyleyerek uzaklaştı. Sonra birkaç dükkân daha gezdi; her birinde yığınla eşya için pazarlık etti ve anlaştı, birçok malın ise yalnızca fiyatlarını öğrenmekle yetindi, satıcılarla uzun uzun tartıştı; kimi dükkânlara bir kez girip çıkıyor, sonra üç kere daha geri dönüyordu. Kısacası kahramanımız çok yoğun bir uğraş içerisindeydi.
Gostini Dvor’dan sonra tanınmış bir mobilya mağazasına uğradı; burada, tam altı odayı dolduracak kadar mobilya seçti, son modaya uygun, alabildiğine gösterişli bir kadın tuvalet masasını hayranlıkla seyretti ve satıcıyı bu masa için mutlaka geri döneceğine inandırdıktan sonra, alışkanlığı olduğu üzere “zamanı gelince kaparo da ödeneceği” sözünü vererek dükkânı terk etti. Kahramanımız daha sonra birkaç yere daha uğradı, bir iki şeye daha baktı. Kısacası, işlerinin ardı arkası kesilecek gibi görünmüyordu. Neyse ki en sonunda, Bay Golyadkin tüm bunlardan son derece sıkıldığını hissetti. Hatta Tanrı bilir neden, içinde bir vicdan azabı da duydu. O an mesela Andrey Filippoviç’e, hatta Krestyan İvanoviç’e bile rastlamayı hiç istemezdi. Bu arada, şehir saatleri öğlen üçü çalıyordu. Bay Golyadkin nihayet arabasına bindiğinde, sabahtan beri yaptığı alışverişlerden gerçekte elinde kalan tek şey, bir çift eldiven ve bir buçuk rublelik parfüm şişesiydi. Vaktin henüz çok erken olduğunu gören kahramanımız, arabacısına Nevski Caddesi’nde bulunan ve o güne dek yalnızca ismini duymakla yetindiği ünlü bir restoranın önüne yanaşmasını emretti; bir şeyler atıştırmak, dinlenmek ve zaman geçirmek için arabadan indi.
Az sonra kendisini zengin bir davet bekleyen biri gibi, ayaküstü bir şeyler atıştırdıktan, yani midesini şöyle bir bastırdıktan ve ardından bir kadeh votka yuvarladıktan sonra, alçakgönüllü bir şekilde etrafına bakındı ve huzur içinde oracıktaki bir koltuğa ilişip, yüzünü incecik ulusal gazetelerden birisine gömdü. İki satır okuduktan sonra ayağa kalktı, şöyle bir aynaya bakındı, saçını başını düzeltti, sonra pencerenin yanına geçip arabasının sokakta durup durmadığını kontrol etti… tekrar yerine oturdu, eline gazetesini aldı. Kahramanımızın olağanüstü heyecanlı olduğu her halinden anlaşılıyordu. Saate bakıp, daha üçü çeyrek geçtiğini, dolayısıyla epeyce zamanı olduğunu gören, bu şekilde oturmasının da yakışık almayacağını akıl eden Bay Golyadkin, kendisine sıcak çikolata getirilmesini emretti, ama aslında o an için canı hiç mi hiç çikolata çekmiyordu. Çikolatasını içip, biraz daha zaman geçirdiğine inanınca, hesabı ödemek üzere dışarı çıktı. Tam o sırada birisi Bay Golyadkin’in omzuna dokundu.
Arkasını döndüğünde, birlikte çalıştığı iki arkadaşını gördü, bunlar o sabah Liteynaya’da karşılaştığı hem yaşları, hem rütbeleri itibarıyla oldukça genç iki adamdı. Kahramanımızın onlarla arası eh işte, şöyle böyleydi, ne arkadaşlardı ne de herhangi bir düşmanlıkları vardı. Elbette her iki taraf da aralarındaki seviye farkını korumaya dikkat ediyorlardı, ama daha öteye giden bir yakınlıktan söz edilemezdi. O an bu ikiliyle karşılaşmak Bay Golyadkin için fevkalade tatsız bir durumdu. Suratını hafifçe ekşitti ve bir anlığına ne yapacağını bilemeyerek durdu.
“Yakov Petroviç, Yakov Petroviç!” diye cıvıldadı her iki kayıt memuru da, “Siz burada? hangi…”
“Hah! Siz misiniz, baylar!” diye sözlerini kesti Bay Golyadkin aceleyle, memurların şaşkınlığı ve kendisine karşı teklifsiz davranışları nedeniyle bocalayıp zor duruma düşerek, ama yine de rahat davranmaya ve yakalanmış bir çapkın gibi davranmaya çalışarak. “Kaçamak yapıyoruz, baylar, he he he!..” diye yanıtladı onları. Bu esnada, her zaman belli bir mesafe koyduğu genç büro elemanlarının seviyesine inmemek için delikanlılardan birinin omzuna şöyle bir vurmayı deneyecek gibi oldu, fakat bu kez istediği gibi rahat davranamadı ve bu girişiminden ortaya, doğal ve samimi bir hareket değil tamamen başka bir şey çıktı.
“Ee, bizim ayı yerinde mi?..”
“O da kim, Yakov Petroviç?”
“Ayı, canım, yoksa bilmiyor musunuz kime ayı dendiğini?..” Bay Golyadkin güldü ve tezgâhtara dönüp parasının üstünü almak istedi. Tezgâhtarla işini bitirdikten sonra bu kez oldukça ciddi bir ifadeyle memurlara yönelerek, “Andrey Filippoviç’i kastediyorum,” dedi. Kayıt memurları, anlamlı bir şekilde birbirlerine göz kırptılar.
“Yerinde, Yakov Petroviç, dahası sizi sordu,” diye yanıtladı içlerinden birisi.
“Demek yerinde! Madem öyle yerinde kalsın, baylar! Beni de sordu demek?”
“Sordu, Yakov Petroviç; ne oldu size böyle, kokular sürünmüşsünüz, hem bu şıklık da neyin nesi?”
Bay Golyadkin onları, başka tarafa bakarak ve gergin bir şekilde gülümseyerek, “Evet beyler doğru söylüyorsunuz, ama bu kadarı yeter,” diye yanıtladı. Bay Golyadkin’in gülümsediğini gören memurlar bir kahkaha attılar. Bay Golyadkin biraz alınarak somurttu.
“Baylar, size dostça bir şey söylememe izin verin,” dedi kahramanımız bir süre sustuktan sonra ve sanki gönlünden kopan önemli bir gerçeği memurlara açıklamaya karar vermiş gibi. “Sizler, baylar beni çoktandır tanırsınız, ne var ki bugüne kadar yalnızca bir yönümle bilirdiniz. Bu durumda kimse suçlanamaz, hatta bir anlamda da bu işte kendim suçlu sayılırım aslında.”
Bay Golyadkin dudaklarını sıkıca kenetledi ve memurlara anlamlı anlamlı baktı. Memurlar yine birbirlerine göz kırptılar.
“Şimdiye kadar, baylar, beni tanıyor bile sayılmazdınız. Hemen şimdi, burada duruma bir açıklık getirmek uygunsuz kaçacak. Sizlere yalnızca ayaküstü ve giderayak tek bir şey söyleyeceğim. İnsanlar vardır, baylar, dolambaçlı yollardan hoşlanmazlar ve maskelerini sadece baloya giderken takarlar. İnsanlar vardır, kişinin hayattaki başlıca amacının parkeleri çizmeleriyle parlatmada üstün beceri göstermek olmadığını bilirler. Ve yine öyle insanlar vardır ki, baylar, yalnızca pantolonları üzerlerinde iyi durduğu için mutlu olduklarını ve tam anlamıyla yaşadıklarını iddia edemezler. Bir de öyle insanlar vardır ki, baylar, boş boş dolanmayı, birilerine yalakalık ve yaltaklık etmeyi, en önemlisi üzerlerine vazife olmayan işlere burunlarını sokmayı sevmezler… Ben, baylar, neredeyse bütün söylemek istediklerimi söyledim; şimdi izninizle gideceğim…”
Bay Golyadkin durdu. Her iki kayıt memuru da bu açıklama sayesinde artık tamamıyla tatmin oldukları için, birdenbire fevkalade büyük bir saygısızlıkta bulunup kahkahalarla gülmeye başladılar. Bay Golyadkin kıpkırmızı kesildi.
“Gülün, baylar, siz şimdilik gülün bakalım! Ama nasıl olsa zamanı gelince her şeyi göreceksiniz,” dedi incinen onurunu kurtarmaya çalışarak, şapkasını aldı ve kapıya doğru seğirtti.
“Yalnız eklemek istediğim son bir şey daha var, baylar,” dedi son kez kayıt memuru beylere yönelerek, “Şunu ekleyeceğim, hazır sizlerle bire bir konuşma şansımız varken. Baylar, benim kuralım şudur: Bir şey elimden gelmiyorsa, soğukkanlılığımı kaybetmem, geliyorsa da en azından kimsenin kuyusunu kazmam. Entrikacı değilim ve bununla gurur duyarım. Örneğin benden asla bir diplomat olmazdı. Bir de derler ki, baylar; kuş, avcısının kucağına kendisi düşermiş. İşte bu doğru, ben de bunu kabul etmek isterim; fakat burada kim avcı, kim kuş? İşte sorun budur, baylar!”
Bay Golyadkin mağrur bir şekilde sustu ve en anlamlı ifadesini takınarak, kaşlarını kaldırıp dudaklarını büzebileceği kadar büzerek, memur beyleri sonsuz bir şaşkınlık içinde bırakarak çıkıp gitti.
Bu soğukta oradan oraya sürüklenmekten şaşkın, Petruşka, “Nereye emredersiniz?” diye sordu oldukça sert, korkunç ve delici bakışlarıyla kendisine doğru gelmekte olan Bay Golyadkin’e. Sabahtan beri iki defa bu bakışları takınmak zorunda kalan kahramanımız, restoranın merdivenlerinden inerken üçüncü kez aynı ifadeyi takınmakta sakınca görmemişti.
“İzmaylovski Köprüsü’ne.”
“İzmaylovski Köprüsü’ne çek!”
“Yemek, beşe doğru, hatta tam beşten erken başlamaz,” diye düşündü Bay Golyadkin, “daha erken değil mi? Gerçi benim biraz erken gitmemin sakıncası olacağını sanmıyorum, hem bu bir aile yemeği de sayılır. Ben öyle, düzeyli insanların arasında dendiği gibi sans façon[9] gidebilirim. Ben neden sans façon davranmayayım ki? Bizim ayı da, her şeyin sans façon yapılacağını söylemişti, bu yüzden işte ben de…” Bay Golyadkin böyle düşünüyordu, fakat içindeki endişe giderek daha da büyümekteydi. Kısaca, zorlu bir uğraşa hazırlandığı belliydi, kendi kendisine bir şeyler mırıldanıyor, sağ eliyle birtakım hareketler yapıyor, durmadan arabanın pencerelerine göz atıyordu. Kısacası, o an Bay Golyadkin’i gören birisi asla, onun aile arasında bir yemeğe hazırlandığını, başka bir ifadeyle, özel bir önemi olmayan, dahası düzeyli insanların dedikleri gibi sans façon bir öğle yemeğine katılacağını söyleyemezdi. Ve sonunda Bay Golyadkin, tam İzmaylovski Köprüsü üzerinde bulunan bir evi işaret etti, araba şangır şungur bir gürültü çıkararak bahçe kapısından içeriye girdi ve sağ cepheye yanaştı. İkinci kat penceresinde bir kadın silueti gören Bay Golyadkin ona eliyle öpücük gönderdi. Aslında kendisi de ne yaptığını pek bilmiyordu, zira yaşamla ölüm arasında bir noktadaydı o an. Arabadan indiğinde rengi solmuştu, dalgındı; taş sahanlığa giden basamakları çıktı, şapkasını eline aldı ve bir yandan da dizlerinin titrediğini hissederek, mekanik bir hareketle kendisine çekidüzen verdi, sonra merdivenlerde yürümeye koyuldu.
“Olsufiy İvanoviç?” diye sordu kendisine kapıyı açan adama.
“Evdeler efendim, yani hayır efendim, evde değiller.”
“Nasıl yani? Ne diyorsun sen, canım? Ben… ben yemeğe geldim, dostum. Tanıyorsun ya beni?”
“Nasıl tanımam efendim! Sizi buyur etmem emredilmedi.”
“Sen… sen yanılıyor olmalısın, dostum. Benim ben. Davetliyim, yemeğe geldim,” dedi Bay Golyadkin, sırtındaki paltodan kurtularak ve içeri girme konusundaki açık niyetini göstererek.
“Affedersiniz efendim, ama olmaz. Sizi buyur etmem emredilmedi, sizi geri çevirmemi emrettiler. İşte durum bu!”
Bay Golyadkin’in rengi attı. Bu sırada aralanan iç kapıda Olsufiy İvanoviç’in yaşlı oda hizmetçisi Gerasimiç göründü.
“Yemelyan Gerasimoviç, beyefendi içeri girmek istiyorlar, bense…”
“Siz aptalın tekisiniz, Alekseyiç. Derhal içeri girin, buraya da alçak Semyoniç’i yollayın. Üzgünüm, efendim,” dedi yaşlı hizmetkâr, Bay Golyadkin’e nazik, ama kararlı bir tavırla yönelerek, “ama olanaksız. Sizden özür diliyorlar; kabul etmelerine olanak yok, efendim.”
“Aynen böyle mi söylediler, yani ‘buyur etmeyin’ mi dediler?” diye sordu Bay Golyadkin kararsızca, “Affedersiniz, Gerasimiç. Neden olanaksızmış ki?”
“Olanaksız efendim. Ben geldiğinizi bildirdim, ‘özür dile’ dediler, ‘kabul edemeyeceğimizi söyle’ dediler.”
“Neden ama? Nasıl olur? Nasıl…”
“Affedersiniz, affedersiniz!..”
“Ama nasıl iştir bu böyle? Böyle şey olmaz! Geldiğimi söyleyin… Nasıl olur? Ben yemeğe…”
“Affedersiniz, affedersiniz!..”
“Aslında bunu anlayabilirim, özür dileseler; ama kusura bakmayın Gerasimiç, nasıl olur bu?”
“Affedersiniz, affedersiniz!” diye karşı çıktı Gerasimiç oldukça kararlı bir şekilde Bay Golyadkin’i koluyla uzaklaştırmaya ve yolu, tam bu sırada içeri giren iki bay için açmaya çalışarak.
İçeri giren baylar Andrey Filippoviç ve yeğeni Vladimir Semyonoviç’ti. Her ikisi de hayretle Bay Golyadkin’e baktılar. Andrey Filippoviç bir şey söyleyecek gibi oldu, ama Bay Golyadkin artık kararını vermişti; gözlerini yere eğerek, kızarıp gülümseyerek, yüzünde kaybettiğini kabullenmiş bir ifadeyle Olsufiy İvanoviç’in sofasından ayrılıyordu.
“Daha sonra uğrayacağım, Gerasimiç, bunu açıklığa kavuşturacağım, tüm bunların kısa süre sonra açıklığa kavuşacağını umuyorum,” diye seslendi eşikten.
“Yakov Petroviç, Yakov Petroviç!..” Bay Golyadkin’i takip eden Andrey Filippoviç’in sesiydi bu.
Bay Golyadkin o sırada ilk sahanlığa ulaşmıştı. Hızla Andrey Filippoviç’e döndü.
“Ne istiyorsunuz, Andrey Filippoviç?” dedi oldukça kararlı bir tonla.
“Ne oluyor, Yakov Petroviç? Nedir…”
“Önemli bir şey değil, Andrey Filippoviç. Ben burada dairedeki sıfatımla bulunmuyorum. Bu benim özel hayatımdır, Andrey Filippoviç.”
“Ne dediniz, efendim?”
“Bu benim özel hayatımdır diyorum, Andrey Filippoviç ve bunda, bildiğim kadarıyla yadırganacak bir şey yok, yani resmi ilişkilerimle bir ilgisi bulunmuyor.”
“Ne! Resmi ilişkiler mi?… Beyefendi neyiniz var sizin böyle?”
“Önemli bir şey değil, Andrey Filippoviç, hatta tam bir hiç. Küstah bir kız çocuğu işte, hepsi bu…”
“Ne?!.. Ne dediniz siz?!” Andrey Filippoviç şaşkınlıktan neye uğradığını şaşırdı. O ana kadar müdürüyle merdivenin aşağısından konuşan Bay Golyadkin, sanki her an saldırmaya hazır gibi bakıyordu. Patronunun biraz bozulduğunu görmüş ve kendisi de neredeyse hiç fark etmeden ona doğru bir adım atmıştı. Andrey Filippoviç geriledi. Bay Golyadkin birkaç basamak daha çıktı. Andrey Filippoviç ondan da hızlı bir şekilde odaya giriverdi ve kapıyı arkasından çarptı. Bay Golyadkin yalnız kaldı. Gözleri kararıyordu. Şaşırmıştı. Allak bullak bir halde, sanki daha kısa bir süre önce gerçekleşen olağanüstü karmaşık bir durumu yeniden hatırlamış gibi duruyordu. Zorla gülümsemeye çalışarak, “Eh, eh!” diye fısıldadı kendi kendisine. Bu sırada aşağıdan, merdivenlerden, Olsufiy İvanoviç tarafından davet edilmiş olan başka konukların sesleri ve konuşmaları duyuldu. Bay Golyadkin kısmen kendisine geldi, aceleyle raton[10] postundan yakasını kaldırdı, onunla mümkün olduğunca örtündükten sonra, aceleyle topallayarak, aksayarak, hatta tökezleyerek merdivenlerden inmeye koyuldu. Vücudunda bir bitkinlik hissediyordu. Utanmışlığı o denli güçlüydü ki, kapının önüne çıkar çıkmaz, arabasının yanaşmasını beklemeden çamur içindeki avluya dalıp yürüdü. Bir an önce kendisini arabaya atmaya hazırlanan Bay Golyadkin yerin dibine geçtiğini düşünüyor, neredeyse arabayla birlikte bu fare deliğine girmek istiyordu. Kendisine öyle geliyordu ki, o an Olsufiy İvanoviç’in evinde kim varsa, hepsi birden işi gücü bırakıp pencere önlerine birikmiş, onu izliyordu. Eğer arkasına dönerse oracıkta öleceğinden emindi.
“Ne gülüyorsun, ahmak?” dedi kendisini arabaya oturtmaya hazırlanan Petruşka’ya ayaküstü.
“Neden güleyim ki? Öylesine işte… şimdi nereye gidiyoruz?”
“Eve…”
“Eve yürü!” diye seslendi Petruşka, arkaya geçerek.
“Karga sesli herif!” dedi içinden Bay Golyadkin. Bu sırada araba İzmaylovski Köprüsü’nden epeyce uzaklaşmıştı. Birdenbire kahramanımız var gücüyle ipi çekti ve arabacısına derhal geri dönmesini emretti. Arabacı atları geri çevirdi, iki dakika sonra araba yeniden Olsufiy İvanoviç’in avlusuna girmişti. Bu sırada, “Hayır, aptal, hayır, geri dön!” diye seslendi Bay Golyadkin ve arabacı sanki bu emri bekliyormuş gibi, kapının önünde durmaya zaten niyetlenmeden, hiç itirazsız, avluyu çepeçevre dolaştıktan sonra tekrar caddeye çıktı.
Bay Golyadkin evine gitmedi, Semyonovski Köprüsü’nü geçtikten sonra oradaki bir ara sokağa dönülmesini ve dış görünüşüne bakılırsa oldukça mütevazı olduğu anlaşılan bir meyhanenin önünde durulmasını emretti. Arabadan inen kahramanımız, arabacıyla hesaplaştı ve nihayet bu arabadan kurtulmuş oldu. Petruşka’ya eve gidip kendisini beklemesini emrettikten sonra meyhaneye girdi, özel bir oda tuttu ve yemek söyledi. Kendisini oldukça kötü hissediyordu, kafası tam bir karışıklık içindeydi. Endişeyle, uzun uzun volta attı, sonunda bir sandalyeye oturdu, iki elini de alnına dayadı, var gücüyle olanları sorgulamaya ve içinde bulunduğu durumu değerlendirmeye çalıştı.
Öteki Ben
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
Çeviren: Günay Kızılırmak